Lübnan’dan Şili’ye, Hong Kong’dan İran’a dünyanın dört bir yanında eşzamanlı sokak hareketleri yükselişte… Toplu ulaşıma zam ya da whatsApp’a vergi gibi küçük kıvılcımlarla başlayan hareketlerin radikalleşmesinin kökeninde toplumsal eşitsizlikler, yoksulluk ve yaşam koşullarının tahammül sınırlarını zorlaması gibi nedenler var. Ülke ülke yakın tarih ve gündem analizi.
Arap Baharı, Occupy, M 15, Gezi adlarını alan dalganın anlam ve önemi üzerine tartışmalar henüz tükenmemişken, dünyanın dörtbir yanında muhalefet hareketleri farklı taleplerle bir defa daha eşzamanlı sokağa döküldü.
Kapanmayan şemsiyeleriyle Hong Kong, dünyanın yeni devi Çin’in teşhir edildiği bir gösteriler manzumesiyle daha önceki dalgada rastlanmayan bir boyut ekledi haritaya. 30 yıl önce Tiananmen Meydanı’nda kanla bastırılan özgürlük talebi yeniden boy göstermiş gibi… Arap Baharı’nı kazasız belasız atlatan Cezayir, 22 Şubat’tan bu yana sokakta. Boyu-posu küçük olsa da milletler ve mezheplerdeki çeşitlilik açısından dünyanın sayılı ülkeleri arasında olan Lübnan’da bütün bu bölünmüşlüğü aşan sokak hareketi, hükümeti istifaya zorlayabiliyor. İran’da nüfusun 60 milyonu yoksulluk sınırındayken hükümetin bölgede nüfuz sahibi olabilmek adına devlet bütçesinde yarıklar açmasına yönelik tepkiler, İslâm Cumhuriyeti’nin meşruiyetini sorgulamaya vardı. Ülke ya da toplum statüsü tartışılan Irak’ta ise 100’ü aşkın göstericinin hayatını kaybetmesinin ardından bile sokak hareketi devam ediyor.
Latin Amerika’ya gelince… Ekvador’da dağdan inen yerliler kenti işgal ediyor. Şili’de nice ölümlerden sonra bile sokak çatışmaları dinmiyor; hükümet geri çekilmesine rağmen talepler sürüyor. Bolivya’da ABD’nin desteği ile genelkurmay nezaretinde bir darbe gerçekleşti. Seçim anketlerinde açık ara önde iken uydurma gerekçelerle hapse atılıp seçime girme imkanı elinden alınan eski başkan Lula’nın hapisten çıkması ise Brezilya’da yeni hareketliliklere yol açabilir.
Bir önceki protestolardan farklı olarak Güney’de, yani yoksul ülkelerde uygulanan politikalar sorgulanıyor; sandık için verilen sözlerin akıbeti sokakta soruluyor. Güney’de talepler içinde yoksulluğa çözüm, Hong Kong ve Katalonya gibi yerlerde ise demokrasi öne çıkıyor. Başlangıçta toplu ulaşıma, akaryakıta zam ya da whatsApp’a vergi gibi çok basit nedenlerle tetiklenen hareketlerin aniden radikalleşmesinin kökeninde toplumsal eşitsizlikler, yoksulluk, yaşam koşullarının tahammül sınırlarını zorlaması var. 2010-11 Arap devrimleri, 2011’deki Şili öğrenci hareketi, 2014’te Hong Kong’da başlayan şemsiye hareketi, 2018’de Nikaragua ve İran’daki gösterilerden sonra yeni bir dalga mı bu?
Ulusal bağlamlarda tetikleyici neden özgül olmakla birlikte, kısa zamanda her bir hareket iktidarın ve yolsuzluğun reddine doğru daha geniş bir eleştiriye vardı. Ekvador ve Haiti gibi ülkelerde yerel seçkinlerin ve uluslararası finans kurumlarının hızla gösterilerin hedefi haline gelmesi buna işaret ediyor. Göstericilerin moral gücü alabildiğine yüksek. Zamlara ya da kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesine karşı barışçıl taleplerle yürütülen bir mücadele karşısında bir isyanı bastırırcasına sert tedbirlere başvurulması, mevcut yönetimlerin meşruiyetinin sorgulanmasına da yol açıyor.
Henüz elimizde bu gösterilere kimlerin katıldığıyla ilgili sosyolojik araştırmalar bulunmasa da fotoğraflardan kentli gençlerin yüksek katılım gösterdiği rahatlıkla seçiliyor. Bir önceki dalgada öne çıkan kadınlar, bu sefer daha da belirgin bir şekilde görünür hale geldi. Bu da eylem tarzlarının yenilenmesine katkıda bulunuyor. Sudan gibi bir ülkede kadınların devrimin sesi olması tek başına yeterince önemli. Yine bir önceki dalgadaki gibi bu gösterilerin de siyasal partilerle bağlantılı olmaması, taleplerin sistematize edilmesi, bir program olarak sunulması açısından zorluklar getirse de, alabildiğine yatay hareketlenmelere olanak vermekte.
Siyasal İslâm’dan geriye ne kaldı?
30 yıldır iktidarda olan soykırımcı başkan Ömer el Beşir’in devrildiği Sudan’dan başlayan ve Arap Baharı’nın ikinci dalgası olarak da adlandırılan hareketliliğin öncekinden önemli bir farkı, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere çeşitli İslâmi hareketlerin “muhalefet” olarak inandırıcılığını yitirmesi. 2013’te iktidara gelen diktatör Sisi’ye karşı 20 Eylül’de Kahire’de başlayıp diğer kentlere yayılan gösterileri sert bir şekilde bastıran rejim kısa zamanda 3 bin kişiyi tutukladı. Mısır başkanı Mursi’nin idam edilmesinin ardından göreve gelen darbeci Sisi’nin protesto edildiği gösterilerde, Mursi döneminin de geniş kitlelerce hayırla yâd edilmemesinin bir sonucu olarak bu idamın gündemden düşmesi dikkati çekiciydi. Bu dönemde devletin silah alımını aksatmazken, paranın değerinin yüzde 50 düşmüş olması; zaruri ihtiyaç maddelerine devlet katkısının kaldırılması ve Uluslararası Para Fonu’ndan 2016’da alınan kredi için kemerlerin iyice sıkılması protestoların ana mevzularındandı.
Tunus’da 13 Ekim’deki ikinci turda, siyasal İslâm’ın da dahil olduğu muhalefetin karşısında, bağımsız aday Kays Said’in yüzde 70 oyla başkan seçilmesinde kayırmacılık ve yolsuzluğa karşı söylemleri etkili oldu. 2011’de Müslüman Kardeşler, tarihinde ilk kez iktidarda yürütme gücüne sahip oldu ve o zamana kadarki adalet ve özgürlük vaatlerini gerçekleştirmek bir yana halkın gündelik sorunlarını bile iyileştiremedi. Libya, Suriye ve Yemen’de Sünni, Irak’ta Şii yönetimler halkın tepki duyduğu uygulamalara imza attı.
Hareketlerin özgül çıkış noktalarıyla birlikte ortak noktalarını da görebilmek için İran, Lübnan, Cezayir, Irak, Şili, Ekvador ve Bolivya’yı mercek altına aldık.
İRAN
Merg Ber-Kârger, Dürûd Ber-Sitemger – İşçiye Ölüm, Yaşasın Diktatör
15 Kasım gecesi petrole yüzde 300 zam yapılmasıyla İran’nın 21 kentinde başlayan gösteriler, kısa sürede İslâm Cumhuriyeti’nin meşruiyetini de sorgulayan siyasal bir yöneliş kazandı. Rejimin cevabı ise protestocuları hakiki kurşun kullanarak şiddetle bastırmak oldu. Zaten devletin denetimi altındaki internet anında kesilerek ülkenin dünyayla ilişkisi koparıldı ve böylece sosyal medya üzerinden paylaşılacak görüntülerle, baskının boyutlarının dünyaya duyurulmasının önüne geçildi. Basınçlı su, gaz ve hakiki mermi sonucu ölenlerin sayısı hakkında kesin bir bilgi olmasa da 100-300 arasında değişen rakamlar veriliyor. Gösterilerin ilk gününde rejimin aktardığı rakama göre 1000 kişi tutuklandı. Uluslararası Af Örgütü başta barışçıl bir şekilde süren gösterilerde çıkan taş atma, bazı bankalara zarar verme ve yangın gibi olayların güvenlik güçlerinin baskısına tepki olarak gerçekleştiğini söylüyor. Rejim ise başta ABD olmak üzere dış güçleri olaylardan sorumlu tutuyor.
İran Riyali geçen yılki değerinin üçte ikisini kaybetti. Son iki yılın enflasyon oranları yüzde 31 ve yüzde 37; Uluslararası Para Fonu’na göre geçen yıl millî gelirde yüzde 4.8 düşüş yaşanırken, bu yıl bu oran yüzde 9.5’e ulaşacak. Hâl böyleyken rejimin yoksullara yardım etme bahanesiyle benzine zam yapması halkı ayaklandırdı. Özellikle son yıllarda Amerikan yaptırımlarının yanısıra rejimin de “ideolojik” saplantısıyla Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen başta olmak üzere bölgede nüfuz sahibi olmak için yürütülen çalışmalar, devlet bütçesinde derin yarıklar açmış durumda. Irak’ta göstericiler “İran dışarı” derken İran’daki kimi göstericiler de “Gazze hayır, Lübnan hayır” demekte. Jeopolitik güç gösterilerinin getirdiği yükün yanısıra son yıllarda orta sınıfı neredeyse yokeden, yönetici kastın ise semirmesine yol açan politikaların sonucu olarak yoksullar umutsuz. Demokrasinin olmadığı ülkede sandıktan da beklenti olmadığı için genç nüfus kendini ancak sokakta ifade edebiliyor.
İran, doğalgaz ve petrol gelirlerinde dünyada ilk dört ülke içinde yer alırken bu zenginliğin bölgesel nüfuz uğruna harcanması, ekonomik resesyona ise “ideolojik” yanıtlar verilmesi bir sonuç üretmiyor. Yaptırımlar nedeniyle devlet gelirlerinin neredeyse yarısını oluşturan petrol ihracatında, 2.2 milyondan 600 bin varile varan dramatik bir düşüş yaşandı. Yüzde 75’i 40 yaş altında olan 83 milyonluk İran halkı, artan işsizlik ve pahalılık karşısında umutsuz. Bu nüfusun 60 milyonu, yoksulluk sınırında! Ruhani’nin olayların arkasında ABD ve İsrail’in bulunduğu iddiası karşısında sokaktaki insan vatandaşlık haklarını savunmak zorunda hissediyor.
Beş günlük protestoların ardından İran’da şimdilik sükunet sağlanmış gibi görünüyor. Ne var ki bedeli ağır oldu.
LÜBNAN
Küllün Ya’nı Küllün – Hepsi Yani Hepsi!
Lübnan, Fransız ve İngiliz emperyalistlerinin bölgeyi paylaşma döneminde Arap milliyetçiliği ile Lübnan Hıristiyan milliyetçiliği arasında çıkan uzlaşmazlıklardan İsrail işgaline, tarihi boyunca siyasal krizlere, iç ve bölgesel savaşlara sahne olmuş bir ülke. Cumhurbaşkanından başbakanına her mevkinin ülkedeki 18 cemaatten birine hasredildiği siyasal sistem bir parçalı bohça manzarası sunuyor.
Göstericilerden birinin deyişiyle “Lübnan’da tek bir cemaat var, o da ezilenlerin cemaati” diye açıklanabilecek son gösteriler ise ülke tarihindeki bütün bölünmüşlüklerin üstüne çıkmış gibi görünüyor. Cemaat yöneticileri durumdan istifade ederken herhangi bir mezhepsel veya etnik çözümün imkansız olması, siyasal sistemi bloke etmiş halde. Siyasilerin hepsini karşısına alan hareket, Gilbert Achcar’ın Arap Baharı’yla ilgili kitabına da adını veren ünlü slogan “Halk istiyor”a (Halk rejimin değişmesini istiyor) yeniden güncellik kazandırmış durumda.
Hizbullah ve Emel gibi sosyal görevler de üstlenen din temelli gruplar, geçen dönemde siyasal sisteme entegre olup sokaktaki bağımsız ve güdümsüz hareketten rahatsız olmaya başladı. Libya, Bahreyn, Mısır ve Suriye deneyimlerinden dersler çıkarmış gibi görünen sokak, “tapınak tacirleri ve savaş beylerinin” ittifakı üzerine kurulu siyasal sistemi kökünden sarsmakta. Trablus ve Beyrut sokaklarında “devrim” sözcüğü kitlesel olarak organize yolsuzluğa karşı en çok kullanılan sloganlardan biri olarak öne çıkıyor. Talepler kimi zaman ulusal sınırların dışına da taşıyor. Örneğin Lübnanlı komünist bir militan olan ve 35 yıldır Fransız zindanlarında yatan Georges Abdallah’ın serbest bırakılması, Filistin davası gibi konular da gösterilerde yerini alıyor. Polis ve ordu, olağan görevlerinin dışında aşırı bir sertlik göstermedi.
Sokak gösterilerinin yükselişi, toplumsal ve ekonomik taleplerle jeopolitik kaygılar arasındaki dengeyi iyice bozdu. Örneğin Hizbullah lideri Nasrallah, karışıklıkların Suudi Arabistan, ABD ve İsrail üçlüsüne yaramaması için gösterilere cepheden karşı çıkamazken, bir yandan da taraftarlarına gösterilere katılmamalarını tavsiye etti. Brezilya ve Güney Afrika ile birlikte eşitsizliğin en yüksek olduğu ülkelerden Lübnan’da en zengin yüzde 2’nin geliri en yoksul yüzde 60’ınkiyle eşit. Saydamlık konusunda ise Lübnan, 180 ülke arasında 138. sırada.
20 Ekim’de başlayan olaylardan dört gün sonra Başbakan zamları geri almakla kalmadı, bir takım iyileştirme vaatlerinde de bulundu. Ne de olsa erken bir seçime giderek halk hareketinin baskısından kurtulmak istiyordu. Ancak manevra alanı kalmamıştı. Suudi Arabistan’ın müttefiki Hariri, babasını öldürdüğünü iddia ettiği İran yanlısı Hizbullah’ın ağırlıkta olduğu bir hükümet kurmak zorunda kalmıştı. Zaten istikrarsız bir zeminde kıvranıyordu.
Lübnan, Cezayir ile birlikte 2011’deki Arap Baharı’nı es geçmiş sayılır. Ancak şimdi bu bahara yeni bir soluk üfleniyor.
CEZAYİR
Yetnehav Gâ’ – Hepsi Gitmeli
1 Kasım’da Cezayir’in kurtuluşunun 65. yılı kutlanırken, 22 Şubat’tan bu yana sokakları dolduran insanlar Cezayir tarihinde ilk kez ulusal kurtuluşlarına bir içerik kazandırmaya çalışıyorlardı. Herkes bir ağızdan “Halk bağımsızlık istiyor” diye slogan atıyor, Cezayir devriminin altı mimarının çehrelerinin basılı olduğu pankartlar taşıyorlardı.
Cezayir’de kanlı 90’lı yıllarda Ulusal Kurtuluş Cephesi kalıntılarıyla İslâmi Selamet Cephesi arasındaki savaşın ve sivil katliamlarının bıraktığı acı izler, her iki cephenin de meşruiyet kaybetmesine neden oldu. Cuma gösterilerinde İslâmi renk kaybolmuş gibi görünüyor. Ancak güvenlik güçleri 70’li yıllardaki gibi evleri bastı, insanları ailelerinin ve avukatlarının bilmediği yerlere götürdü. Rejimin başındaki General Ahmed Gaid Salah, hareketi doğrudan bastırmak yerine, pek ortalıkta gözükmeden seçici bir baskı uyguladı. Cumhuriyetin kurucusu kabul edilen ordu ile göstericiler arasında müzakerelerin sürmesi, sokağın herhangi bir kurumsal kimliğe sahip olmamasına rağmen ne kadar güçlü ve meşru olduğunu da gösteriyor. Öte yandan geçen ilkbaharda beşinci kez aday olan Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika, protestolar karşısında adaylığını geri çekti. Şimdi 12 Aralık’ta seçim yapılması için bastırıyor.
Devlet içinde devlet olan ordunun toplumdaki her türlü ağırlığına karşı çıkılırken sosyo-ekonomik reform talebi giderek radikalleşiyor. 1962’den beri yürürlükte olan askerî siyasal sistem, halkla karşı karşıya kalmış durumda. El Vatan gibi günlük gazetelerde göstericilerin en radikal görüşleri bile rahatlıkla yer bulabiliyor. Rejimin seçimi bastırmasına karşı olan sokak önce “Kurucu Meclis” istiyor.
Cezayir’de 10 binler sokakta
Cezayir’de Şubat’tan beri süren Cuma gösterilerinde İslâmi renk kaybolmuş gibi görünüyor. Cezayirliler, kronikleşen yolsuzluk ve işsizliğin simgesi olarak gördükleri Buteflika’nın 20 yıllık iktidarının artık bitmesi gerektiğini düşünüyor.
IRAK
Eş-şa’b Yürîdü Iskâte’n-Nizam – Halk Rejimin Düşmesini İstiyor
Irak Kürdistan’ı ve Sünni bölgelerde sükunet var. Bağdat ve güneyde ise İslâmileştirme sürecine ve siyasal/toplumsal hayatın mezheplere göre düzenlenmesine karşı eşit yurttaşlık hakları için gösteriler sürüyor. Ünlü slogan, “Halk rejimin düşmesini istiyor” Irak’ı da sarmış durumda. İşsizlik, yoksulluk, keyfe keder kamu hizmetleri karşısında sosyal adalet talebi öne çıkıyor. Mezhepsel, dinsel ve etnik temsil düzeyinde, her yöneticinin kendi grubunun çıkarlarını koruyup geniş kitlelerin gündelik sorunlarına bigane kalması eleştiri topluyor. Talepler içinde en önemlisi, tıpkı Lübnan’daki gibi rejimin bu cemaat yapılanmalarına karşı yurttaşlık temelinde yeniden inşa edilmesi. Uzaktan bakanlar için Şii bölgelerinde İran’ın nüfuzuna karşı gösterilerde açıkça “İran dışarı” sloganı atılması şaşırtıcı olabilir. ABD’nin 2003 Irak işgalinden bu yana Şii hareketini desteklemesi ve milisleri sayesinde, İran burada azımsanmayacak bir nüfuza sahip oldu.
Ekim’in başında 100 olan ölü sayısı 250’ye varırken, yaralı sayısı 10 bine ulaştı. Bir yandan da merkezî hükümet 100 bin konut inşaı, işsiz gençlere konut yardımı gibi önlemler alacağını vaadediyor. Ancak artık özellikle gençler rejimden umudunu kesmiş durumda. Arap dünyasında devletlerin reforma yanaşmamaları, kentlerde yaşayan işsiz genç kitlesinin statükoya karşı hoşnutsuzluğunu eyleme dökmesine yol açıyor. Sokağa çıkanlar yurttaş olarak ciddiye alınmayı ve saygı görmeyi bekliyor. En temel hakların hiçe sayıldığı otoriter rejime “Yeter” derken, önceki dalgalardan farklı olarak eşitlik talebini de yükseltiyorlar.
ŞİLİ
Que Se Vayan Todos – Hepsi Gitmeli
Latin Amerika’nın en zengin ülkesi Şili, fiyatların Avrupa ayarında, maaşların ise kendi bölgesinin ilerisinde ama Avrupa’nın çok gerisinde olması nedeniyle her an patlamaya hazır. 13 Ekim’de, her gün 3 milyon kişinin kullandığı metro ücretlerine yapılan zam üzerine liseliler sokağa döküldü. Ardından 17 Ekim’de Metro Çalışanları Sendikası açıkça öğrencileri desteklediğini belirtti. 18 Ekim’de sosyal ağlar aracılığıyla yapılan çağrının arkasından geniş halk kitleleri sokağa döküldü. Polis ve ordunun koruduğu metro istasyonlarının 78’i yakıldı, süpermarketler yağmalandı. Durum kontrolden çıkmıştı.
2017’de emeklilik için 1 milyon insanın katıldığı ve sendikaların desteklediği, “No+AFP” gibi eski protestolardan kalma pankartlar, lise öğrencilerinin tetiklediği hareket sırasında her sokak başında yeniden boy gösterdi. Bu hareket özel emeklilik fonu yöneticilerinin yolsuzluklarına karşı başlatılmıştı. Kimsenin cezalandırılmaması üzerine 21 Ekim’de genel grev ilan edildi. 8 Mart’ta 350 bin kişinin katıldığı bir gösteriyle Şili tarihinin ilk feminist grevini örgütleyen Feminist Koordinasyon da grev çağrısında bulundu.
25 Ekim’de ülke, tarihinin en büyük gösterilerine tanık oldu. 1.2 milyon insan başkanlık sarayına giden yolu ve meydanı doldurmuştu. Allende’nin portreleri ve askerî diktatörlüğün 1973’te öldürdüğü ünlü müzisyen Victor Jara’nın şarkıları her yerdeydi. Sokaklar korkunun ne olduğunu bilmeyen yeni bir kuşak tarafından işgal edilmişti. Santiago’nun mahallelerindeki “caceroleos” (tencere-tava konseri) ve büyük meydanların işgal edilmesi güvenlik güçlerini çaresiz bırakacaktı. Devlet sarayında (Moneda) toplanan hükümetin ilan ettiği olağanüstü hal askeri öne çıkarınca göstericilerin meşruiyeti daha da arttı. 30 yıllık dönemin en büyük sosyal ayaklanması, 20 Ekim’de başkanın sokaktakilerle savaşta olduğunu söylemesine yol açtı. Yolsuzlukların iyice itibarsızlaştırdığı yönetimin savaş ilanı, Şili toplumunun yapısal eşitsizliğine bir yanıt olmayacağı gibi ulaşım, sağlık, elektrik gibi kamu hizmetlerinin pahalılaşmasını da durduracak gibi değildi. Halkın kredi borçlarını ödemesinin imkansızlaşması ve toplumsal hakların eğretileşmesi, Şili gibi zengin bir ülkenin bile ikiye bölündüğünü göstermekte.
Nüfusun yüzde 1’lik kısmının ülke zenginliğinin üçte birini elinde tuttuğu Şili’de ilk bakışta durum hiç de kötü gözükmeyebilir. 30 yıldır kesintisiz bir büyüme var; enflasyon düşük. Arjantin’de yoksulluk yüzde 35 iken burada yüzde 8. Öte yandan 14 milyon yetişkinin 11 milyonu borçlu. İnsanlar bu ekonomik büyümenin aslan payını kimlerin aldığını sorguluyor.
Olaylarla başa çıkamayacağını anlayan başkan, “Mesajı aldık: Neşeli ve barışçıl Şilililer daha adil ve daha dayanışmacı bir Şili istiyorlar” diyerek emekli maaşlarına yüzde 20 zam gibi bir dizi vaatte bulunmasına rağmen hareket durmadı. Sözde hakiki mermi kullanılmamasına rağmen doğrudan göstericilerin üzerine açılan ateşle ölenlerin sayısı 20’yi, gözlerini kaybedenlerin sayısı 250’yi aştı.
Sistemi kökten sorgulayanlar daha temelden önlemler alınmasını istiyor. İktidardakilerin gitmesi bile yeterli görülmüyor; nisbi temsille oluşturulacak gerçek bir Kurucu Meclis ile yurttaşların (yüzde 50+1 değil) üçte iki çoğunluğu ile yeni bir Anayasa yapılması talep eidliyor. 2.8 milyar dolarlık servetiyle Başkan Pinera’nın halk desteğinin yüzde 15’lerde olması, rejimin meşruiyetinin ne kadar tartışmalı olduğunu açıkça gösteriyor. 2017’deki başkanlık seçimine de katılım yarı yarıya olmuş ve Pinera seçimi ancak seçmenin dörtte birinin oyunu alarak kazanmıştı.
EKVADOR
Ni Moreno No Correa – Ne Moreno Ne Correa
İspanyolların Amerika’yı işgal etmesinden 527 yıl sonra ülkenin dört bir yanında barikatlar kuruldu, anayollar kesildi, on binlerce insan sokakları doldururken birçok vilayet binasının yanısıra parlamento binası da geçici olarak işgal edildi. Bir önceki reformcu başkan Rafael Correa’nın izinden gittiğini söyleyerek iktidara geçen Lenín Moreno, seçilmesinin sabahına kalmadan redd-i mirasta bulunup neoliberal politikaları yürürlüğe sokmuştu. Böylece yoksulluğun azaldığı (2007-2016 arasındaki Correa döneminde yoksulluk oranı yüzde 37’den yüzde 23’e düştü), borçların yeniden yapılandırıldığı, Julian Assange’a sığınma hakkı tanındığı bir dönemden sonra “yurttaşlık devrimi”nin kazanımlarının tersine çevrilmeye çalışıldığı yeni bir döneme geçildi.
Kredi vermek için IMF’nin şart koştuğu kemer sıkma politikalarına sıra gelince sendikalar, kadınlar, öğrenciler ve ülkenin toplumsal ve siyasal hayatında özel bir yeri olan yerliler, 3-12 Ekim arasında başkent Quito’yu fethettiler. Halk gıda, giyim, ilaç gibi ihtiyaçlar için kent dışından gelenlerle dayanışmada bulunuyor, kamyonlarla kente inen yerliler ve köylüler Arbolito Parkı’na ve üniversiteye yerleşiyordu.
Ordu ve polis şiddetinin artması yeterli gelmeyince hükümet olağanüstü hal ilan etti. Ekvador Yerli Milletler Konfederasyonu da (CONAIE) misilleme yaparak kendi bulunduğu topraklarda olağanüstü hal ilan etti! Kendi izinleri olmadan topraklarına girecek olan polis ve askerlerin tutuklanacağını ilan ettiler. Gerçekten de 50 üniformalı, günlerce And Dağları’ndaki Chimborazo’da tutuldu.
Hükümet, Ekvador tarihinin en şiddetli önlemleriyle hareketi bastırmaya çalışıyordu. Barışçıl ancak kitlesel gösterilerde yaşanan çatışmalarda 8 kişi öldü, 1300 kişi yaralandı ve 1200 kişi tutuklandı. Buna rağmen geri çekilmeyen hareket karşısında hükümet 14 Ekim’de diyalog arayışına girdi ve nihayetinde ayaklanmaya neden olan kararnameyi geri çekti. Ekim ayaklanması 12 yıldan sonra yerli hareketinin yeniden sahneye çıktığını gösterdi.
BOLİVYA
Resistencia, Resistancia – Direniş, Direniş
Nüfusunun üçte biri yerlilerden oluşan Bolivya’da ilk kez bir yerli başkanın seçilmesi için 21. yüzyılı beklemek gerekti. Siyaset erbabı olmayan, sendikacılıktan gelen Evo Morales toplumsal hareketlerin desteğini alarak 14 yıldır başkanlık koltuğunda oturuyordu. Ancak anayasa artık yeniden seçilmesine izin vermiyordu. 2016’da yapılan bir referandumu da kaybetmesine rağmen idari yollarla bunu aşıp yeniden aday olduğunda toplumda genel bir hoşnutsuzluk oluştu. Halbuki Haiti’den sonra kıtanın en yoksul ülkesi olan Bolivya, bu 14 yılda ekonomik ve toplumsal olarak önemli gelişme kaydetmişti. Ortalıkta bir ekonomik sıkıntı yoktu.
Bolivya’nın seçim sistemine göre bir aday, rakibiyle arasındaki farkı yüzde 10’a çıkardığında ikinci tura gerek kalmıyor. 20 Ekim’de yapılan seçimlerde Evo Morales 7 puan önde giderken, sayımda bir duraklama yaşandı. Birkaç gün sonra aradaki farkın 10.5 puan, yani tam da Morales’in ihtiyaç duyduğu kadar olduğu ilan edilince geçen 14 yılda mevkilerini ve nüfuzlarını kaybeden geleneksel kentli ve beyaz muhalefet, yani eski seçkinler, başkent La Paz ve Santa Cruz’da büyük gösterilere girişti. Evo Morales’in atamış olduğu genelkurmay başkanı istifa ettiğinde, muhalefet zaten Morales’in evini basıp yakmıştı bile. Morales, Meksika’ya sığınmak durumunda kaldı. Ancak 14 yıllık dönemde makroekonomik gelişmelerden nasiplenen Evo Morales taraftarları da sokağa dökülünce bu kez açılan ateşle insanlar ölmeye başladı.