“Marjinallik” -köken itibarıyla tıpkı “ex-centrique” gibi- toplum düzeninde merkezden kenara itilmişliğin, sınıra püskürtülmüşlüğün ifadesi bir iktisadi-toplumsal kategoriyi oluşturma anlamıyla kısıtlanamaz. Zamanla, özellikle modern çağda, “çizgidışı” ya da “aykırı” duruşu benimseyenleri de içermiştir. Türk edebiyatındaki anlamlar, katmanlar…
Aykırılar, rate’ler ve marjinaller üzerine düşüncelerimi çatarken kimi örneklerden hareket etmiştim:
“Marjinallik”, köken itibarıyla tıpkı “ex-centrique” gibi, toplum düzeninde merkezden kenara itilmişliğin, sınıra püskürtülmüşlüğün ifadesi bir iktisadi-toplumsal kategoriyi oluşturma anlamıyla kısıtlanamaz şüphesiz: Zamanla, özellikle modern çağda, “çizgidışı” ya da “aykırı” duruşu benimseyenleri de içermiştir. Ece Ayhan’ın tanım bocalaması (deyiş yerindeyse), bunlardan birini dışarıda tutma, “ayırma” kaygısından doğuyor: Serkeşler, serseriler, berduşlar, uyuşturucu bağımlıları ve benzerleri de “genelde” marjinallik çatısının altına girenler. Ait oldukları kesitten dışlayamayız hiçbirini.
Buna karşılık, Ece Ayhan’ın “ismen” marjinal statüsüne yerleştirdiği Nilgün Marmara, Sezai Karakoç, Fikret Ürgüp ya da Aktedron Fikret’in, bırakalım azami olanlarını, asgari müşterekleri olduğunu söylemek güçtür. Herbirinin “sıradışı” kimi özellikler taşımaları aynı çatı altında tasnif edilmeleri için yeterli değildir. Ece Ayhan, kaldı ki, bu tür saptamalarında sık sık duygusal çalkantılarının tutsağı olmuştur: “Marjinallik” taslamayan Can Yücel’e bu bağlamda “alkol” üzerinden dirsek atması, şair bozuntusu semiz bir reklamcıyı “marjinal” sayması açmaz örneklerden yalnızca ikisi. “Mülk sahibi” olmayan (ki doğru mu bilmiyoruz) Sezai Karakoç’un “siyasal parti sahibi” olduğunu farketmemiş miydi? Aktedron hem de nasıl marjinal biriydi; ama hem mal-mülk sahibiydi, hep de hapçı ve şırıngacı. Sözün özü, Ece’de ölçüler dağınık manzara arzetmiştir.
Bana öyle geliyor ki, kullanım biçimi gözönünde tutulduğunda, iki farklı anlam tabakası kurmuş “marjinallik”. İlki, daha yaygın olanı, bir toplumsal-iktisadi katmanı işaretliyor; yarıyarıya sınıfsal, yarıyarıya aktörel vurgularla. İkincisi, “burjuvazi içi” bir özellik taşıyor ve “aykırılık” üzerinden temellendiriliyor. Ortak yönleri yok mu, var, ama belirleyici görünmüyor. Ece Ayhan’ın “doğru” ve “dürüst” sıfatlarını kullanması da hepten dayanaksız: Sülün Osman da, Ayşe Şasa da, Oğuz Alplaçin de “marjinal”diler.
“Marjinal”lerimizi ve “rate dahi”lerimizi derleyecek bir ansiklopediye gereksinme var. Sakallı Celâl’den Hayalet Oğuz’a doyum verici biyografi çalışmaları yapıldı (çalıştığım yayınevlerinden çıktı bu ikisi). Majör figürler bu andıklarım; onlara Fikret Ürgüp, Aktedron Fikret, Alp Zeki Heper, Ece Ayhan, Sitare Ağaoğlu, Ergüder Yoldaş eklenebilir.
Minör figürlere odaklanmakta zorlanılıyor; çünkü bıraktıkları izlerden tanıyor olsak da onları, yaşamöykülerine ilişkin yeterli veriye ulaşmak oldukça güç aradan zaman geçince. Böyle bir ansiklopedi yapılmalı ve yönetimi Kaya Tanış’a verilmeli. Sıkı bir danışman kadrosuyla: Ekrem Işın, Taner Ay, Ümit Bayazoğlu, Gökhan Akçura. Fikir babası fakir de fahri danışman olur!
Bir başka vesile, bazı marjinal şairler üzerinde durmam gerekti: Gong’un Yasin Yasin’i, Ters Horoz’un İrfan Alkaya’sı, Laga Luga’nın Selçuk Uçku’su ve sırra kadem basan İsmail Teoman beni bir defa daha konuya taşıdı.
Kurcalarken karşılaştım Utku Varlık’ın İrfan Alkaya’yla ilgili portre yazısına. Savruk yazılmış ama önemli bir metin. Akademi’de aynı dönemden ve yakınlarmış besbelli. Ters Horoz’u birlikte tasarladıklarını aktarıyor Mehmet Güleryüz’le. Çarpıcı bir Atatürk büstü anekdotu var yazıda; anı kitabı Zero Hipotez Fragmanlar’da başka bilgiler yeralıyor Alkaya hakkında.
Utku Varlık’ın “Selçuk Uçku da kimmiş” tavrı çiğ ve güdük: Laga Luga’daki şiirleri görmeden yargı getirince böyle boşluğa düşülüveriyor. Buna karşılık, İrfan Alkaya’ya ilişkin portre denemesi değerli; geniş bir bölümü burada ağırlıyorum:
“Orta boylu, her zaman bir haftalık bir sakal, saçlarını kendisi kestiği için ortaçağı anımsatan bir kafa, uzun süredir kırılan gözlüğün camlarına telden yaptığı bir gözlük, camları nasıl tutturduğunu da merak etmedik. Çok uzun bir asker kaputu, eski postalları bile göremezdik, içinde ne zaman yıkandığı meçhul bir gömlek. İrfan bu dış kabuğun içinde yüzerdi; uzun süredir kendi halinde gelişen şeker hastalığı onu yavaş yavaş kemiriyordu. İki elinin parmaklarındaki yaralar iyileşmiyor, kirli sargıların içinde bazı parmakların eridiği gözle görülüyordu. Bir kolunu kullanamıyordu, omuzundan askıya alınmış bu kolun görevi; İrfan’ın üstünde önemle çalıştığı “Bizans müziğinin” notalarını karaladığı bir defteri taşımaktı. Şiir çalışmaları da buna eklenince, kaputun iki cebi de arşiv görevini yapıyordu. Bu kolla bazen bozuk bir mandolin de taşırdı, bu parmaklarla bir çalgı işlevi olamayacağı için kimse sesini çıkartmazdı. Bir de ağzında her zaman yanan bir sigara olmasıydı, elini kullanmadığı için, sigaranın nasıl olur da ağzını yakmadığını merak ederdim. İrfan her zaman meşguldü, kimsenin haberi olmadığı Bizans müziğini çalışmalarına katkıda olmak için aramızda bir Bizans Korosu kurmak kararı aldık, İrfan yönetecekti koroyu, çaycı Ahmet’in yan mekanında toplandık, önemli olan müziğe saygıydı, şamata yapmadan ve de İrfan’ı ürkütmeden. Ne yazık ilk toplantıda koroda kimin önde kimin arkada olacağı konusunda çıkan tartışmada İrfan tarafsız kaldı ve de oyun bozanları korodan çıkarttık. Dalga geçmek bir yana kimse de bu Bizans müziğinin ne olduğunu anlayamadı ama şair tarafının önemini; İrfan’ı yüreklendirerek, Ters Horoz kitabının basılmasına ve de Akademi’de bir “hommage” günü yapılmasına kadar gerçekleşti. İrfan “absürt şiir”de kendinin öncü olduğunu savunurdu, örneğin:
İstanbul’u dinliyorum
Gözlerim kapalı
Maçka’ya gidemiyorum
Karaköy tıkalı
Tak tik tak biraz sonra
Nemçe kralı da orda
Ya da başka bir şiir, yine Ters Horoz kitabından:
GANGSTER
Bir gün
Gidiyordum “Mançester”de
Bir gangster gördüm
Yatıyordu yerde
Ey Mançester Mançester
Bu ne biçim gangster
Paçasını almışlar
Aşşık kemiği nerde.
O yıllar ilgilenmediğimiz “petrol” ve Ortadoğu’nun farkındaydı İrfan:
Şattülarap
Halim harap
Nasibim olsun
Bi yudum petrol
(…)
Akademi’deki yıllarımdaki büyük dostum Necati Ayden’le (Kürt Neco) İrfan’ı nasıl tiyatroya bağlayabiliriz kurgularını, hemen üstüne gitmeden, önce anlatarak, sevdirerek yapmayı kararlaştırdık. Yine o günlerde beraberce, morgda kavanozlardaki fetüsleri süper 8 mm. çekmiştik ama bu çekimleri senaryosunu yazdığım “Giz” filminde kullanacaktık. Bu her iki projede de İrfan’a önemli bir rol düşüyordu. Sonuçta bu yaklaşımlar tersine döndü, İrfan önce kendisinin de bu konuda bir oyun yazdığını, nasıl olur da bir Alman bunu kendi yazmış gibi gösterdiğini, bize defterlerinden bunu bulup göstereceğini söyledi. Gençtik, biraz naiftik ve de aklı dağıtan tüm bozukluklardan haberimiz yoktu. Mimar bölümünden bir arkadaşımız bize İrfan’ın ileri derecede şizofren olduğunu kanıtladığında, daha başka bakmaya başladık İrfan’a ve de ona bir başka türlü yardıma karar verdik. Evet, Akademi Heykel bölümünde herkes Atatürk büstlerinden yolunu buluyordu; neden İrfan bundan nasibini almamıştı? Karar verilmişti, önce hocalara soruldu, çok ilginç onlar İrfan’ı bizden iyi tanıyorlardı, yanıt “Atatürk ve İrfan, nasıl olabilir?” Evet olabilirdi ve biz daha çoğunluktaydık. Konkur mu unuttum ama İrfan bir Atatürk büstü yaptı ve bronz dökümüne kadar peşini bırakmadık, sonuçta Emirgan Parkı’na konulmak üzere resmî bir anlaşma yapıldı, bir törenle büstün açılışı yapılacaktı.”
Zero Hipotez, Fragmanlar (2018 Bozlu Art Project) önemli bir anı kitabı genel hatlarında. Bu eksenden taşan bölümleri de var, biri de ne yazık ki Orhan Pamuk-Anselm Kiefer buluşmasıyla ilgili: Alman sanatçının yapıtına talihsiz yaklaşım bence.
Buna karşılık, kitabın Cellât Ali (s. 98-105), Hayalet Oğuz (s. 151-155), Cihat Burak (özellikle s. 114-115), Orhan Veli’nin ölüm maskesi (s. 177-178), Paris’teki Türk elçiliğinde kavga (s. 190- 199) bölümleri hem iyi anlatılmış, hem belgesel nitelikler taşıyor.
Cihat Burak’ın kedi maceraları ve onlarla muhaveresi (!) başlıbaşına bir antologya parçası.
Orhan Veli’nin ölüm maskesini kızkardeşi Firuzan Hanım, Ömer Koç’a emanet etmiş.