Kasım
sayımız çıktı

Eski günlerdeki gibi: Her mahalleye bir bostan

KAYBOLAN SEBZE-MEYVELERİN PEŞİNDE

Büyük yerleşimlerin içinde, “mahalle kültürü”nün bir parçası olarak yapılan sebze-meyve bostanları, burada oturanların ihtiyacını karşılardı. 1500 yıllık bu gelenek, 2. Dünya Savaşı’ndan “açlık dersi” alan ülkelerde tekrar canlandırıldı. Bizde ise 1960’lardan bu tarafa bina ve site yarışı, bu alanları yoketti. Yakın geçmişte kaybettiğimizi yerine koyma zamanı. Mis gibi yağlı bir marulu iştahla özleyerek başlayabiliriz belki.

Tahtalısı var, çukuru var; havuzlusu, cadılı­sı, kemiklisi, tekkelisi, sütlüsü, çıngıraklısı var. Şehir surlarının 7 kulesinin dibinde boydan boya uzananı var. Ken­di çoktan ortadan kalkmış ama hâlâ toprağının lezzetiyle anısı sebzelerin isminde kalmış olanı var. Geride kalan bir-iki tanesi­nin üzerine titriyoruz onlar da yok olmasın diye. İstanbul’un bostanlarından bahsediyorum; güzel bostanlarımızdan.

Bugün bütün dünya çatı bahçeleriyle, dikey-topraksız ta­rım gibi yeniliklerle canlandır­dıkları şehir bostanlarının ya­rarını yeniden ve hayretle keş­fediyor. Gıda güvenliği, karbon ayak izinin azaltılması, zehirsiz tarım, yoksul nüfusun kendi­ni beslemesinin önünü açmak, eski sanayi alanlarının zehir­lerden temizlenmesi, azalan su kaynaklarının verimli kullanımı gibi açıkça görülen birçok yara­rı nedeni ile yerel yönetimler, STK’lar bostanlar, bahçeler ku­ruyor. Özel sektör geleceğin iş alanı diye çatı bostanlarına tek­nolojik yatırımlar yapıyor.

1890’larda Sébah & Joaillier tarafından çekilip sonradan renklendirilmiş bu kartpostalda Kara Surları’nın dibinde gözalabildiğine uzanan bostanlar görülüyor.

Peki, biz ne yapıyoruz? En az 1500 yıldır uygulama biriki­mine ve deneyimine sahip oldu­ğumuz bu akıllı şehir tasarımı mirasına sırtımızı çeviriyoruz. Bostanları ve insanların yaşa­mına kattıkları güzellikleri an­latmak üzere gelin biraz geriye dönelim birlikte. Birçok 50 yaş üzeri İstanbullunun kafasın­da mahalle bostanlarının anısı hâlâ canlıdır. Belki bu düzeni yeniden kurabilir, yerel yöne­timlerimizden “her mahalleye en az bir bostan” talep edebi­liriz.

Giderek nüfusu artan şehir­lerin içinde bostan ve meyve bahçelerinin olması, tarih bo­yunca bir gerekliliğin sonucu olarak ortaya çıkmış. 5.500 yıl önce Mezopotamya’da şehrin içinde tarım için alanlar ayrıl­maya başlanmış. 4.000 yıl önce Persler suyolları ile dağlardan indirdikleri kar suları ve doğal atıklarını kullanarak şehirleri­ni besleyecek vahalar oluştur­muşlar. Eski iki diğer örnekten biri Peru’dan. Dağların tepe­sinde kurulu Macchu Picchu, yiyecek kaynakları açısından kendine yeterli bir şehir ola­rak tasarlanmış. Su az olduğu için tekrar tekrar kullanılmış; sebze tarhları öğleden sonra güneşini yakalayacak şekilde konumlandırılarak kısa mev­sim uzatılmış; dağda sık çıkan ayazlarla başedebilmek için da­yanıklı ürünlerle hassas olan­ları birarada dikilmiş. Aztekler de, kenarında şehirlerini kur­dukları göllerin üzerinde tarım amaçlı yüzen adalar, “chinam­pa”lar oluşturmuş; sık yağmur ormanları nedeniyle birbirle­riyle ürün alışverişi mümkün bulunmayan şehirlerini böylece büyütebilmişler. 1800’lerin so­nu ile 1900’lerin başında şehir bostanları Londra, Paris, Sto­ckholm gibi Avrupa şehirlerin­de yoksul kentlilerin geçimleri­ni sağlayabilmeleri için giderek yaygınlaşmış. Mimarlar ve şehir planlamacıları şehrin çeperin­de, yürüme mesafesinde bahçe ve geniş ekenekler olan şehir planlarının gerekliliğini tartış­mışlar. 1930’larda Frank Lloyd Wright her evin kendi arazisin­de tarım yapabileceği Broadac­re City tasarımı ile şehirde ev ölçeğinde tarım yapılması fikri­ni savunmuş.

1. Dünya Savaşı, Büyük Buh­ran yılları ve ardından gelen 2. Savaş, bu fikirlerin ne kadar uzgörülü olduğunu ortaya koy­du. 1917’de Başkan Woodrow Wilson “Savaşı yiyecek kazana­cak” diyordu. İki dünya sava­şı sırasında İngiltere hüküme­ti halkına “Zafer için kaz!” (Dig for Victory!) diye öğütlüyordu. Bu “Zafer Bahçeleri”nin üretimi ticari tarım işletmelerine rakip olabilmiş ve karne ile dağıtı­lan yiyeceklerle sağlıklı kalma­sı mümkün olmayan bir ulusu ayakta tutabilmişti. Bahçelerin önemli bir işlevi de morali ayak­ta tutması olmuş. Savaş zamanı mideler kadar ruhun da doyma­sı ne kadar önemli!

Yedikule’nin göbekli marulları Sofranız Şen Olsun kitabının yazarı Takuhi Tovmasyan’ın dedesi Ğazaros Efendi’nin küçük oğlu Sarkis (sağ başta) babasının gazinosunda arkadaşlarıyla “Yedikule’nin o meşhur, göbekli marulu”nu yiyor. 1935, Yedikule.
 

1950’lerden sonra insanlar belki savaş yıllarının zorluğu­nu unutmak istediler belki de şehirler hızla büyüdüğü için bostanların varlığı hâtıralarda kaldı. Şehirler yeniden inşa edi­lip nüfus banliyölere çekilince, sebze bahçelerinin yerini refah göstergesi çim bahçeler aldı. Hatta bahçelerde tavuk ve sebze yetiştirilmesi sağlıklı değil, “gö­rüntüyü bozuyor” diye kanunla yasaklandı. Sonuç ortada. Bü­tün dünyada şehirde yaşayanlar ile yiyecek kaynaklarının bağ­lantısı koptu. İşte 1970’lerden bu yana ufak ufak canlandırıl­maya çalışılan bu kadim bağdır. Bu, toplumsal adalet ve çevre açısından sürdürülebilirliği sağ­layan bir bağdır aynı zamanda.

Özellikle ABD’de şehirlerin getto’larında kira getirisi bina vergilerine yetmediği için, kim­senin satın almaya yanaşmadı­ğı boş binalar sigortadan para alabilmek için sahipleri tara­fından yakıldı; yerlerinde kalan boş arsalarda yoksul ve işsiz in­sanlar taze sebze üretimi için bostanlar kurmaya başladı. Bu bahçelerin varlığı bu bölgeleri yeniden çekici kıldı; insanlar­da aidiyet duygusunu besledi ve yiyecek fiyatlarındaki artışla başedebilmelerine destek ol­du. 70’lerde başlayan bu akım 90’lardan itibaren iyice can­landı. Dünyanın birçok büyük şehrinde yiyeceğin yerel olarak üretimi, şehir içinde bahçeler ve çiftlikler kurulması hız ka­zandı.

Bu noktada yönetimlerden çok, kâr amacı gütmeyen der­neklere, akademisyenlere ve halkın desteğine teşekkür et­mek lazım. Artık New York’tan Tayland’a, Arjantin’den Zim­babwe’ye dek şehir bostanla­rı kuruluyor. Bostanlar, meyve bahçeleri, hatta ufak çiftlikler şehir planlamalarına dâhil edi­liyor. Park ve bahçeler salt ağaç­lık alanlar değil aynı zamanda yiyecek üretecek şekilde plan­lanıyor. Dünya farkına vardı ki, büyük şehirlerin geleceği antik çağlardaki gibi şehrin kendi yi­yeceğinin bir kısmını üretebil­mesine bağlı olacak.

Dört tarafı bostanlarla çevrili eski İstanbul

Fetihten 30 yıl öncenin İstanbul’unu betimleyen Christoforo Boundelmonte’in 1422 tarihli haritasında bostanlar…

Peki, biz şimdi bu gelişme­lerin neresindeyiz? İstanbul 1960’lara kadar bostanlar, mey­ve bahçeleri, bağ ve zeytinlik­ler, ufak çaplı mandıralar, tavuk çiftlikleri ile şehir planlaması açısından bugün çare görülen tasarımların feriştahını barın­dırıyordu. Önce biraz şehrimi­zin geçmişimize bakalım ki neyi kaybettiğimiz aşikar olsun.

Daha 4. yüzyılda Theodosi­us şehir surlarını yaptırırken, bölgedeki arazilerin tarım için kullanıldığını biliyoruz. Theo­dosius çiftçilerin duvarların di­bindeki arazileri kullanılması­na izin vermiş; şartı da duvar­ların bakımını yapmaları imiş. Şehir nüfusu o zaman bile çok kalabalık: 300 bin civarında. 10. yüzyılda derlenmiş Geoponika isimli 20 ciltlik “Tarımsal Ara­yışlar” kitabında da bu bölgede­ki ürün çeşitliliği ve yetiştirici­lik ile ilgili bilgilere ulaşıyoruz. Fatih Sultan Mehmet 1453’te şehri fethettiğinde, nüfus çeşitli nedenlerle 30 bine inmişti. 16. yüzyılda 400 bin, 17. yüzyılda ise 800 bin kişilik nüfusu ile İs­tanbul dünyanın en kozmopolit ve en kalabalık şehri olmuştu. Dönem dönem nüfus biraz aza­lıp sonra yine çoğalsa da değiş­meyen tek sorun halkın beslen­mesiydi. Un, yağ ve et temel gı­da maddeleri idi. Sebze, meyve ve yeşilliklerin bozulmadan en yakın şehirlerden dahi gelme­si mümkün değildi. Bu nedenle, İstanbul sebze ve meyve ihtiya­cını kendi bostan ve bahçelerin­den sağlıyordu. Deniz ürünleri de olağanüstü zenginlikteki Bo­ğaziçi ve Marmara’dan geliyor­du. 1735 tarihli bir kefil defteri, sadece İstanbul Suriçi’nde 344 bostanda 1.381 bostancının ça­lıştığını belirtiyor. Suriçi’ndeki bostancıların büyük çoğunlu­ğu Hıristiyan olup Makedonya bölgesinden -Sarıgöl, Ostrovo, Vodina, Selanik, Manastır, Ohri, Pirlepe, Eğridere, Nikita- gel­mişlerdir ve ayrıca isimlerinden Slavca konuştuklarını tahmin ediliyor.

Surdışında kalan ve Ana­dolu yakasındaki semtlerin de kendi bostan ve meyve bahçe­leri vardı. Boğaz kıyısındaki ve arkalarındaki tüm köyler, şeh­rin doymak bilmez iştahına seb­ze-meyve yetiştiriyorlardı. Şe­hirde toplam 1200 bostan oldu­ğunu eski kayıtlardan biliyoruz. Kayıtlardan, haritalar, vakıf ve kefil defterlerinden de bostan­ların Osmanlı mahalle doku­sunda önemli bir yeri olduğunu görebiliyoruz. Evliya Çelebi’ye başvurursak, o da 17. yüzyılda 40 adet has bahçe olduğundan bahsediyor. Bunlar saraya ait mülklerdi ama üretim fazla­sı da pazarlarda halka satılırdı. Aynı şekilde kendi bahçelerin­de ürettiklerini pazara getiren bahçıvanlar ürünlerini önce saray görevlilerine sunar, kala­nını satışa koyardı. Çelebi, İs­tanbul’da 500 adet “sebzevatçı” dükkanı olduğundan bahseder. Semtler o dönemde sebze­leri ile anılırdı. Sermet Muhtar Alus bunu ne güzel aktarır: “Ye­dikuleee!” Malum ya, yenecek­lerden bazıları vardır ki satıcı­ları asıl adlarını hiç ağza almaz, yurtlarının adını bas bas bağı­rırlar… Zira ora bostanlarının­ki namlı: Kıvırcık, göbekli, yağlı. Bir sebzenin yeri-yurdu olması fikri ne güzel! Yedikule’nin ma­rulu, Beykoz’un ayşekadın fa­sulyesi ile patlıcanı, Bayrampa­şa’nın enginarı, Langa’nın çok büyük ama olağanüstü lezzetli hıyarları, Çengelköy’ün ise mi­nik, kıtır hıyarları… Kömürcü­yan da Belgrad Ormanı’na yakın bostanların kabak ve lahanala­rını, Ortaköy’ün enginar bos­tanlarını anlatır. İnciciyan’dan da Göksü ve Küçüksu arasında­ki arazide nefis patlıcanlar ye­tiştiğini öğreniyoruz.

Direnen bostan: Kuzguncuk

Şehrin geriye kalan son bostanlarından olan Kuzguncuk’taki 700 yıllık “İlya’nın Bostanı”, yöre halkının 20 seneyi aşkın direnişi sayesinde hâlâ varlığını koruyor.

Bu bostanlar, bağ ve bahçe­ler şehrin insanlarına mevsimi geldiğinde marulu, hıyarı ye­rinde yeme zevkini de tattırır­dı. Marul bostanlarına gidenler bostancıya hasırları serdirir; tarladan seçtikleri marulları bir atın döndürdüğü bostan dola­bından akan soğuk suda yıkar; oturup tuz serperek marul yer­lermiş. Biz bir ürünün üretici­sine saygılar sunarak, tadına vara vara bir ürünün çıkmasını böyle zevkle beklemeyi, keyifle yemeyi neden unuttuk acaba? 1901-1902’de tifo salgını oldu­ğunda bile “çiğ sebze yemeyin” diye uyaran yetkililere kimse kulak asmamış; bostanlara koş­turmaya devam etmişler.

Langa bostanları da bugün kaybolmuş alanlardan. Üze­rinde Yenikapı metro istasyo­nu var artık. Çok daha öncele­ri İstanbul’un eski limanı imiş. Tarihî yarımadanın ortasından geçen Lykos deresi Langa’dan denize dökülüyor ve alüvyonları biriktire biriktire limanı toprak­la dolduruyor. Alus, “Langa’nın hıyarlarının yanısıra sırık do­matesi, her çeşit zerzevatının ve erik, elma ve armut gibi mey­velerinin de başka yerlerinkin­den çok daha iyi olduğuna iman edilmişti” diyor. Langa’da Rum, Adalı ve Bulgar bahçıvanların işlettiği 7 büyük bostan varmış: “Cuma ve Pazar günleri Müslü­man, Hıristiyan içlerine dolar. Keyfin katmerlisi bahçıvanı yanına katılıp ocaklara gitmek, beğendiğini gösterip kestirmek, bostan dolabının buz gibi sula­rında yıkadıktan sonra art arda birkaç tanesini yemekti”.

Surların dibinde kentin mutfağı Yağlı marullarıyla meşhur Yedikule Bostanları’ndan kaybettiğimiz bir manzara…

Evliya Çelebi’nin, Alus’un ve Reşad Ekrem Koçu’nun tek tek bostanların isimlerini vererek anlattıkları Erenköy’deki üzüm bağlarını, Çengelköy’ün ayva­sını, Anadolu Kavağı’nın nefis incirlerini, Arnavutköy’ün çi­leklerini, Tarabya’nın ahududu­larını, Kumburgaz’ın mis koku­lu topatan kavunlarını, Mecidi­yeköy’ün “serapa” dutluklarını başka zaman anlatalım.

Ezcümle, Bizans’tan Os­manlılara, oradan cumhuriyet dönemine bostanları, bağları ve bahçeleri ile bu koca şehir 1.500 yıldır kesintisiz şekilde kendi­ne yetecek şekilde tarım yapı­yordu. 1960’larda başlayan hızlı göç ile işler rayından çıktı. Bu alanların şehircilik anlamında değerleri, köyden henüz gelmiş, tarımı ardında bırakmış yeni İs­tanbullularca anlaşılamadı, kü­çümsendi; apartmanlara, bina­lara yenik düştü.

2013’te belediyenin mo­loz dökme ve iş makinaları ile “rekreasyon alanı yapacağım” diye bir kısmını yoketmesi so­nucu Yedikule’den bugün ge­riye ne kaldı ise bu eski şehrin dünyada eşi benzeri olmayan tarihsel mirasıdır. Geriye kalan son bostanlardan olan Kuz­guncuk’taki 700 yıllık “İlya’nın Bostanı” ise yöre halkının 20 seneden fazla birlik olarak di­renmesi sayesinde hâlâ varlığı­nı korumaktadır. Bu örnekleri hızla çoğaltmamız lazım. Üre­timi kendine yeten bir şehir, içinde yaşayanlara bugün bile ne büyük bir güven hissi verir düşünsenize. Bugün dünyada “gıda güvenliği” başlığı altında, bu konuyla ilgili yüzlerce kitap yazılıyor. Şimdi düşünelim ba­kalım; yakın geçmişte kaybetti­ğimizi nasıl yerine koyabiliriz. Mis gibi yağlı bir marulu iştah­la özleyerek, isteyerek başlaya­biliriz belki.