Büyük yerleşimlerin içinde, “mahalle kültürü”nün bir parçası olarak yapılan sebze-meyve bostanları, burada oturanların ihtiyacını karşılardı. 1500 yıllık bu gelenek, 2. Dünya Savaşı’ndan “açlık dersi” alan ülkelerde tekrar canlandırıldı. Bizde ise 1960’lardan bu tarafa bina ve site yarışı, bu alanları yoketti. Yakın geçmişte kaybettiğimizi yerine koyma zamanı. Mis gibi yağlı bir marulu iştahla özleyerek başlayabiliriz belki.
Tahtalısı var, çukuru var; havuzlusu, cadılısı, kemiklisi, tekkelisi, sütlüsü, çıngıraklısı var. Şehir surlarının 7 kulesinin dibinde boydan boya uzananı var. Kendi çoktan ortadan kalkmış ama hâlâ toprağının lezzetiyle anısı sebzelerin isminde kalmış olanı var. Geride kalan bir-iki tanesinin üzerine titriyoruz onlar da yok olmasın diye. İstanbul’un bostanlarından bahsediyorum; güzel bostanlarımızdan.
Bugün bütün dünya çatı bahçeleriyle, dikey-topraksız tarım gibi yeniliklerle canlandırdıkları şehir bostanlarının yararını yeniden ve hayretle keşfediyor. Gıda güvenliği, karbon ayak izinin azaltılması, zehirsiz tarım, yoksul nüfusun kendini beslemesinin önünü açmak, eski sanayi alanlarının zehirlerden temizlenmesi, azalan su kaynaklarının verimli kullanımı gibi açıkça görülen birçok yararı nedeni ile yerel yönetimler, STK’lar bostanlar, bahçeler kuruyor. Özel sektör geleceğin iş alanı diye çatı bostanlarına teknolojik yatırımlar yapıyor.
Peki, biz ne yapıyoruz? En az 1500 yıldır uygulama birikimine ve deneyimine sahip olduğumuz bu akıllı şehir tasarımı mirasına sırtımızı çeviriyoruz. Bostanları ve insanların yaşamına kattıkları güzellikleri anlatmak üzere gelin biraz geriye dönelim birlikte. Birçok 50 yaş üzeri İstanbullunun kafasında mahalle bostanlarının anısı hâlâ canlıdır. Belki bu düzeni yeniden kurabilir, yerel yönetimlerimizden “her mahalleye en az bir bostan” talep edebiliriz.
Giderek nüfusu artan şehirlerin içinde bostan ve meyve bahçelerinin olması, tarih boyunca bir gerekliliğin sonucu olarak ortaya çıkmış. 5.500 yıl önce Mezopotamya’da şehrin içinde tarım için alanlar ayrılmaya başlanmış. 4.000 yıl önce Persler suyolları ile dağlardan indirdikleri kar suları ve doğal atıklarını kullanarak şehirlerini besleyecek vahalar oluşturmuşlar. Eski iki diğer örnekten biri Peru’dan. Dağların tepesinde kurulu Macchu Picchu, yiyecek kaynakları açısından kendine yeterli bir şehir olarak tasarlanmış. Su az olduğu için tekrar tekrar kullanılmış; sebze tarhları öğleden sonra güneşini yakalayacak şekilde konumlandırılarak kısa mevsim uzatılmış; dağda sık çıkan ayazlarla başedebilmek için dayanıklı ürünlerle hassas olanları birarada dikilmiş. Aztekler de, kenarında şehirlerini kurdukları göllerin üzerinde tarım amaçlı yüzen adalar, “chinampa”lar oluşturmuş; sık yağmur ormanları nedeniyle birbirleriyle ürün alışverişi mümkün bulunmayan şehirlerini böylece büyütebilmişler. 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başında şehir bostanları Londra, Paris, Stockholm gibi Avrupa şehirlerinde yoksul kentlilerin geçimlerini sağlayabilmeleri için giderek yaygınlaşmış. Mimarlar ve şehir planlamacıları şehrin çeperinde, yürüme mesafesinde bahçe ve geniş ekenekler olan şehir planlarının gerekliliğini tartışmışlar. 1930’larda Frank Lloyd Wright her evin kendi arazisinde tarım yapabileceği Broadacre City tasarımı ile şehirde ev ölçeğinde tarım yapılması fikrini savunmuş.
1. Dünya Savaşı, Büyük Buhran yılları ve ardından gelen 2. Savaş, bu fikirlerin ne kadar uzgörülü olduğunu ortaya koydu. 1917’de Başkan Woodrow Wilson “Savaşı yiyecek kazanacak” diyordu. İki dünya savaşı sırasında İngiltere hükümeti halkına “Zafer için kaz!” (Dig for Victory!) diye öğütlüyordu. Bu “Zafer Bahçeleri”nin üretimi ticari tarım işletmelerine rakip olabilmiş ve karne ile dağıtılan yiyeceklerle sağlıklı kalması mümkün olmayan bir ulusu ayakta tutabilmişti. Bahçelerin önemli bir işlevi de morali ayakta tutması olmuş. Savaş zamanı mideler kadar ruhun da doyması ne kadar önemli!
1950’lerden sonra insanlar belki savaş yıllarının zorluğunu unutmak istediler belki de şehirler hızla büyüdüğü için bostanların varlığı hâtıralarda kaldı. Şehirler yeniden inşa edilip nüfus banliyölere çekilince, sebze bahçelerinin yerini refah göstergesi çim bahçeler aldı. Hatta bahçelerde tavuk ve sebze yetiştirilmesi sağlıklı değil, “görüntüyü bozuyor” diye kanunla yasaklandı. Sonuç ortada. Bütün dünyada şehirde yaşayanlar ile yiyecek kaynaklarının bağlantısı koptu. İşte 1970’lerden bu yana ufak ufak canlandırılmaya çalışılan bu kadim bağdır. Bu, toplumsal adalet ve çevre açısından sürdürülebilirliği sağlayan bir bağdır aynı zamanda.
Özellikle ABD’de şehirlerin getto’larında kira getirisi bina vergilerine yetmediği için, kimsenin satın almaya yanaşmadığı boş binalar sigortadan para alabilmek için sahipleri tarafından yakıldı; yerlerinde kalan boş arsalarda yoksul ve işsiz insanlar taze sebze üretimi için bostanlar kurmaya başladı. Bu bahçelerin varlığı bu bölgeleri yeniden çekici kıldı; insanlarda aidiyet duygusunu besledi ve yiyecek fiyatlarındaki artışla başedebilmelerine destek oldu. 70’lerde başlayan bu akım 90’lardan itibaren iyice canlandı. Dünyanın birçok büyük şehrinde yiyeceğin yerel olarak üretimi, şehir içinde bahçeler ve çiftlikler kurulması hız kazandı.
Bu noktada yönetimlerden çok, kâr amacı gütmeyen derneklere, akademisyenlere ve halkın desteğine teşekkür etmek lazım. Artık New York’tan Tayland’a, Arjantin’den Zimbabwe’ye dek şehir bostanları kuruluyor. Bostanlar, meyve bahçeleri, hatta ufak çiftlikler şehir planlamalarına dâhil ediliyor. Park ve bahçeler salt ağaçlık alanlar değil aynı zamanda yiyecek üretecek şekilde planlanıyor. Dünya farkına vardı ki, büyük şehirlerin geleceği antik çağlardaki gibi şehrin kendi yiyeceğinin bir kısmını üretebilmesine bağlı olacak.
Dört tarafı bostanlarla çevrili eski İstanbul
Fetihten 30 yıl öncenin İstanbul’unu betimleyen Christoforo Boundelmonte’in 1422 tarihli haritasında bostanlar…
Peki, biz şimdi bu gelişmelerin neresindeyiz? İstanbul 1960’lara kadar bostanlar, meyve bahçeleri, bağ ve zeytinlikler, ufak çaplı mandıralar, tavuk çiftlikleri ile şehir planlaması açısından bugün çare görülen tasarımların feriştahını barındırıyordu. Önce biraz şehrimizin geçmişimize bakalım ki neyi kaybettiğimiz aşikar olsun.
Daha 4. yüzyılda Theodosius şehir surlarını yaptırırken, bölgedeki arazilerin tarım için kullanıldığını biliyoruz. Theodosius çiftçilerin duvarların dibindeki arazileri kullanılmasına izin vermiş; şartı da duvarların bakımını yapmaları imiş. Şehir nüfusu o zaman bile çok kalabalık: 300 bin civarında. 10. yüzyılda derlenmiş Geoponika isimli 20 ciltlik “Tarımsal Arayışlar” kitabında da bu bölgedeki ürün çeşitliliği ve yetiştiricilik ile ilgili bilgilere ulaşıyoruz. Fatih Sultan Mehmet 1453’te şehri fethettiğinde, nüfus çeşitli nedenlerle 30 bine inmişti. 16. yüzyılda 400 bin, 17. yüzyılda ise 800 bin kişilik nüfusu ile İstanbul dünyanın en kozmopolit ve en kalabalık şehri olmuştu. Dönem dönem nüfus biraz azalıp sonra yine çoğalsa da değişmeyen tek sorun halkın beslenmesiydi. Un, yağ ve et temel gıda maddeleri idi. Sebze, meyve ve yeşilliklerin bozulmadan en yakın şehirlerden dahi gelmesi mümkün değildi. Bu nedenle, İstanbul sebze ve meyve ihtiyacını kendi bostan ve bahçelerinden sağlıyordu. Deniz ürünleri de olağanüstü zenginlikteki Boğaziçi ve Marmara’dan geliyordu. 1735 tarihli bir kefil defteri, sadece İstanbul Suriçi’nde 344 bostanda 1.381 bostancının çalıştığını belirtiyor. Suriçi’ndeki bostancıların büyük çoğunluğu Hıristiyan olup Makedonya bölgesinden -Sarıgöl, Ostrovo, Vodina, Selanik, Manastır, Ohri, Pirlepe, Eğridere, Nikita- gelmişlerdir ve ayrıca isimlerinden Slavca konuştuklarını tahmin ediliyor.
Surdışında kalan ve Anadolu yakasındaki semtlerin de kendi bostan ve meyve bahçeleri vardı. Boğaz kıyısındaki ve arkalarındaki tüm köyler, şehrin doymak bilmez iştahına sebze-meyve yetiştiriyorlardı. Şehirde toplam 1200 bostan olduğunu eski kayıtlardan biliyoruz. Kayıtlardan, haritalar, vakıf ve kefil defterlerinden de bostanların Osmanlı mahalle dokusunda önemli bir yeri olduğunu görebiliyoruz. Evliya Çelebi’ye başvurursak, o da 17. yüzyılda 40 adet has bahçe olduğundan bahsediyor. Bunlar saraya ait mülklerdi ama üretim fazlası da pazarlarda halka satılırdı. Aynı şekilde kendi bahçelerinde ürettiklerini pazara getiren bahçıvanlar ürünlerini önce saray görevlilerine sunar, kalanını satışa koyardı. Çelebi, İstanbul’da 500 adet “sebzevatçı” dükkanı olduğundan bahseder. Semtler o dönemde sebzeleri ile anılırdı. Sermet Muhtar Alus bunu ne güzel aktarır: “Yedikuleee!” Malum ya, yeneceklerden bazıları vardır ki satıcıları asıl adlarını hiç ağza almaz, yurtlarının adını bas bas bağırırlar… Zira ora bostanlarınınki namlı: Kıvırcık, göbekli, yağlı. Bir sebzenin yeri-yurdu olması fikri ne güzel! Yedikule’nin marulu, Beykoz’un ayşekadın fasulyesi ile patlıcanı, Bayrampaşa’nın enginarı, Langa’nın çok büyük ama olağanüstü lezzetli hıyarları, Çengelköy’ün ise minik, kıtır hıyarları… Kömürcüyan da Belgrad Ormanı’na yakın bostanların kabak ve lahanalarını, Ortaköy’ün enginar bostanlarını anlatır. İnciciyan’dan da Göksü ve Küçüksu arasındaki arazide nefis patlıcanlar yetiştiğini öğreniyoruz.
Direnen bostan: Kuzguncuk
Şehrin geriye kalan son bostanlarından olan Kuzguncuk’taki 700 yıllık “İlya’nın Bostanı”, yöre halkının 20 seneyi aşkın direnişi sayesinde hâlâ varlığını koruyor.
Bu bostanlar, bağ ve bahçeler şehrin insanlarına mevsimi geldiğinde marulu, hıyarı yerinde yeme zevkini de tattırırdı. Marul bostanlarına gidenler bostancıya hasırları serdirir; tarladan seçtikleri marulları bir atın döndürdüğü bostan dolabından akan soğuk suda yıkar; oturup tuz serperek marul yerlermiş. Biz bir ürünün üreticisine saygılar sunarak, tadına vara vara bir ürünün çıkmasını böyle zevkle beklemeyi, keyifle yemeyi neden unuttuk acaba? 1901-1902’de tifo salgını olduğunda bile “çiğ sebze yemeyin” diye uyaran yetkililere kimse kulak asmamış; bostanlara koşturmaya devam etmişler.
Langa bostanları da bugün kaybolmuş alanlardan. Üzerinde Yenikapı metro istasyonu var artık. Çok daha önceleri İstanbul’un eski limanı imiş. Tarihî yarımadanın ortasından geçen Lykos deresi Langa’dan denize dökülüyor ve alüvyonları biriktire biriktire limanı toprakla dolduruyor. Alus, “Langa’nın hıyarlarının yanısıra sırık domatesi, her çeşit zerzevatının ve erik, elma ve armut gibi meyvelerinin de başka yerlerinkinden çok daha iyi olduğuna iman edilmişti” diyor. Langa’da Rum, Adalı ve Bulgar bahçıvanların işlettiği 7 büyük bostan varmış: “Cuma ve Pazar günleri Müslüman, Hıristiyan içlerine dolar. Keyfin katmerlisi bahçıvanı yanına katılıp ocaklara gitmek, beğendiğini gösterip kestirmek, bostan dolabının buz gibi sularında yıkadıktan sonra art arda birkaç tanesini yemekti”.
Evliya Çelebi’nin, Alus’un ve Reşad Ekrem Koçu’nun tek tek bostanların isimlerini vererek anlattıkları Erenköy’deki üzüm bağlarını, Çengelköy’ün ayvasını, Anadolu Kavağı’nın nefis incirlerini, Arnavutköy’ün çileklerini, Tarabya’nın ahududularını, Kumburgaz’ın mis kokulu topatan kavunlarını, Mecidiyeköy’ün “serapa” dutluklarını başka zaman anlatalım.
Ezcümle, Bizans’tan Osmanlılara, oradan cumhuriyet dönemine bostanları, bağları ve bahçeleri ile bu koca şehir 1.500 yıldır kesintisiz şekilde kendine yetecek şekilde tarım yapıyordu. 1960’larda başlayan hızlı göç ile işler rayından çıktı. Bu alanların şehircilik anlamında değerleri, köyden henüz gelmiş, tarımı ardında bırakmış yeni İstanbullularca anlaşılamadı, küçümsendi; apartmanlara, binalara yenik düştü.
2013’te belediyenin moloz dökme ve iş makinaları ile “rekreasyon alanı yapacağım” diye bir kısmını yoketmesi sonucu Yedikule’den bugün geriye ne kaldı ise bu eski şehrin dünyada eşi benzeri olmayan tarihsel mirasıdır. Geriye kalan son bostanlardan olan Kuzguncuk’taki 700 yıllık “İlya’nın Bostanı” ise yöre halkının 20 seneden fazla birlik olarak direnmesi sayesinde hâlâ varlığını korumaktadır. Bu örnekleri hızla çoğaltmamız lazım. Üretimi kendine yeten bir şehir, içinde yaşayanlara bugün bile ne büyük bir güven hissi verir düşünsenize. Bugün dünyada “gıda güvenliği” başlığı altında, bu konuyla ilgili yüzlerce kitap yazılıyor. Şimdi düşünelim bakalım; yakın geçmişte kaybettiğimizi nasıl yerine koyabiliriz. Mis gibi yağlı bir marulu iştahla özleyerek, isteyerek başlayabiliriz belki.