İstanbul’un dünyaya açılan yüzü, servet ve ihtişamın, kültür ve sanatın merkezi İstiklal Caddesi’nin bir ucunda küçük bir meydan… Ama boyutlarına aldanmayın. Bu birkaç adımlık meydanda kentin kültür, mimari ve sanayi tarihine ilişkin pek çok şaşırtıcı detay birarada. Galata Mevlevîhanesi’nden Tünel’e, ilk belediye binasından Narmanlı Hanı’na, Tünel Meydanı’nın geçmişi ve bugünü…
AZ BİLİNEN TARİHİN PEŞİNDE
Sanat tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz’la her ay İstanbul’un az bilinen tarihinin peşine düşüyoruz. Epeyce aşina olduğumuz, her gün önünden geçip gittiğimiz yapıların detaylarda gizlenen yönlerini ortaya çıkarmayı hedefliyoruz. Sadece okumak yetmez diyorsanız, sizler de derginizi eline alın ve keşfe çıkın.
Bugün İstiklal Caddesi’nin bulunduğu bölgenin şekillenmeye başlaması, Haliç’in İstanbul yakası ve Galata’nın aksine Bizans döneminden sonraya rastlıyor. Bizans döneminde Galata, surlarla çevrili bir Cenova kolonisiyken, Haliç’in bu yakasına Yunanca “karşı yaka” anlamına gelen Pera adı veriliyor; o dönemde yerleşim alanı Galata Kulesi’nde bitiyordu.
Galata Kulesi’nin kuzeyindeki sur kapısından kentin dışına, bugünkü Tünel Meydanı’na ulaşıldığında ise mezarlıklar, bağlar, bahçeler arasında dar bir patika başlıyordu. Bugün Atatürk Kültür Merkezi’nin altında kalıntılarına rastlanan Bizans manastırına kadar devam ettiği düşünülen patikada tek tük bağ evleri ve yazlık konutlardan başka bir şey yoktu. Bir anlamda, bugün iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık İstiklal Caddesi, o zaman şehrin hayhuyundan uzak, bir sayfiye yeriydi.
İstanbul’un Osmanlılarca fethedilmesinin ardından, kent hızla yeni yerleşim bölgelerine doğru taşarak sınırlarını genişletmeye başladı. Önce sur içine sığmaz hale gelen Cenevizliler, sonra İstanbul yakasındaki Venedik, Pisa ve Amalfi kolonileri, ardından İtalya, Fransa, Hollanda ve İngiltere’den Pera’ya yerleşenler çoğaldı. 16. yüzyılda bir veba salgını sonrası Galata surları içinden Pera bağlarına taşınan Fransız Sefareti, arkasından Maison de France (Fransız Sarayı) ve İngiliz Sarayı buradaki Avrupalı varlığını tasdik ediyordu.
Pera’daki ilk Müslüman yerleşimleri ise, 1491’de 2. Bayezid’in hediye ettiği bir arazi üzerinde İskender Paşa tarafından kurulan Galata Mevlevîhanesi’yle başladı. Fakat Grand Rue de Pera ya da Osmanlıca adıyla Cadde-i Kebir, esas olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’dan buraya yerleşen yabancı nüfusun hayat tarzıyla şekillendi. Tanzimat’la birlikte Osmanlı toplumunun Batı’ya açılmasıyla Pera, eğlence mekanları, kafeleri, Avrupai dükkanları, şık binalarıyla Paris’teki “La Belle Epoque” tarzı yaşam ve tüketim kültürünün somutlaştığı ana merkez oldu. Paris örnek alınarak Tünel’de açılan ilk belediyeyle birlikte sokaklar taşlarla döşenmeye, aydınlatılmaya; kanalizasyonlar yapılmaya, Tünel ve tramvaylarla ulaşım kolaylaşmaya başladı.
Cumhuriyet sonrası İstiklal Caddesi adını alan cadde, 20. yüzyılın ilk yarısında şahit olduğu savaşlara, işgallere rağmen altın çağını yaşıyordu. Hani şu kravatsız çıkılmayan yıllarını… Ekim Devrimi’nden kaçan Beyaz Ruslardan pek çok farklı ulustan Levantenlere, her dilden, her dinden insan bu caddede eğleniyor, alışveriş yapıyor, yaşıyordu. Bugün onlar burada olmasalar da, Tünel Meydanı’ndaki yapılar, hatıralarını yaşatmaya devam ediyor…
1 – GALATA MEVLEVÎHANESİ
Pera’da ilk Müslüman yerleşim
İstanbul’da inşa edilen ilk mevlevîhane ve Pera’daki ilk Müslüman yerleşimlerinden olan Galata Mevlevîhanesi, 1491’de 2. Bayezid’in vezirlerinden İskender Paşa’nın av çiftliğinde kurulmuş. O zamanlar surların dışında kalan bölge, gündelik hayatın karmaşasından uzak kalmak isteyen dervişler için herhalde idealdi. Bugün Tünel kentin en merkezî yerlerinden biri haline gelse de, Mevlevîhane, Osmanlı döneminin en meşhur simalarının gömüldüğü haziresi, semahanesi, şadırvanı ve çeşmesiyle tüm bu kalabalığın içinde soluk alınacak, sessiz bir köşe olmayı sürdürüyor.
Mevlevîhanenin çekirdeğini oluşturan semahane, 1975’ten bu yana Kültür Bakanlığı’na bağlı Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılıyor. Müzik aletleri, Mevlevî kıyafetleri, seccadeler, rahleler ve yazma eserler gibi pek çok eser burada görülebilir. Kâgir bir bodrum katı üzerine iki ahşap kattan oluşan yapının başlangıçtaki tasarımı, gördüğü çok sayıda yangına rağmen değişmeden kalmayı başarmış. Avlunun çukurda kalan güneybatı yönündeki harem dairesi ise bugüne ulaşamamış.
19. yüzyıldan bir şadırvan ve sarnıç
Âdile Sultan’ın mirası
2. Mahmut ve Sultan Abdülmecit zamanında Yeniçeri-Bektaşi zümresine karşı Mevlevîleri destekleme politikası benimsenmiş. Bu dönemde mevlevîhane yoğun bir imar faaliyetine sahne olmuş. 2. Mahmut’un kızı Âdile Sultan tarafından 1847’de Mevlevîhane’nin batı tarafına yaptırılan sarnıç ve şadırvan, İstanbul’a gelen yabancıların hatıra fotoğraflarında en çok rastlanan yapılardan…
Mevlevîhanenin bir Beyoğlu yangınından hasarla çıkmasının ardından Sultan Abdülmecit zamanında yapılan tamiri ise yapının bugünkü mimari şeklini almasıyla sonuçlanmış. Bu tamiratın altında Balıkpazarı Ermeni Kilisesi’nin de mimarı olan Minas Kalfa’nın imzası var. İstanbul’da birarada yaşamanın güzel tesadüfleri…
Hâlet Efendi’nin kesik başı
Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur…
3. Selim zamanında dergahın geçirdiği kapsamlı tamirata ilişkin kitabe, 2. Mahmut döneminde yapılan ve ampir üslubunun en güzel örneklerinden biri olan cümle kapısının iç tarafın- da halen duruyor. Kapının caddeye bakan tarafında ise yine
2. Mahmut döneminden kalma kitabe var. Bu kapı, sağındaki sebilküttab (sebil-çeşme-muvakkithane-kütüphane-mektep grubu) ile birlikte dönemin devlet kethüdası Hâlet Efendi tarafından yaptırılmış. Hâlet Efendi, cumhuriyet döneminde karakolhane olarak kullanılan kütüphaneye 1000’e yakın kitap da vakfetmiş.
Mevlevîhaneye bu denli büyük katkısı olan Hâlet Efendi gariptir ki dönemin kaynaklarında “rezil” biri olarak tasvir ediliyor. Yeniçerileri arkasına aldığı için sultanın bile başa çıkamadığı Hâlet Efendi, düşmanlarını idam ettirmek için sürekli kulis yaparmış. Bu hikayelerden birinde, Hâlet Efendi, Mehmet Emin Rauf Paşa’yı idam ettirmek için 2. Mahmut’a gitmiş. Sultan, herhalde yakışıklı bir adam olan paşayı idam ettirmemek için “Kallavi kavuk pek yakışıyor, ona kıyamam” dediğinde ise çok öfkelenmiş: “Kimine genç kimine yaşlı diyorsunuz, nereden bulacağız idam edilecek adamı” diye isyan etmiş. Sürgüne gönderilen Mehmet Rauf Paşa ise bir daha devlet işlerinde fikir beyan etmeye tövbe etmiş. Artık çok yaşlı ve tecrübeli bir devlet adamı olduğunda bile kendisine görüşünü soranlara “Artık beni kallavi kavuk da kurtarmaz” deyip susuyormuş.
Anlatılan başka bir rivayette ise Hâlet Efendi, Galata’da kalkıp kendisine selam vermeyen bir berbere sinirlenerek idam edilmesini emretmiş. Araya giren, “Aman efendim, o benim hususi berberimdir” diyen hatırlı birileri olunca da, “O zaman yanındaki berberi idam edin” buyurmuş. Doğal olarak bu davranışları halk arasında onu pek de popüler bir figür haline getirmemiş. Hâlet Efendi biraz gözden düşünce, sultan onu etki alanından uzaklaştırmak için hacca göndermiş ve daha henüz yoldayken Konya’da idam ettirmiş. Kesilip İstanbul’a gönderilen başı, mevlevîhanedeki türbesine defnedildiğinde İstanbul halkı “Bu adamı buraya gömerseniz, bir daha mevlevîhanenin kapısından içeri girmeyiz” demeye kadar götürmüş işi. Zor durumda kalan Mevlevîler, kesik başı Beşiktaş’taki Yahya Efendi Türbesi’ne gömmeye mecbur kalmışlar. Ancak yıllar geçip Hâlet Efendi unutulduktan sonra tekrardan Galata Mevlevîhanesi’nin içindeki türbeye geri getirilmiş. Ama bugün bile devrin bir şairinin yazdığı “Ne kendi eyledi râhat, ne halka verdi huzûr / Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr” mısralarıyla anılıyor.
MUTLAKA GÖRÜN!
Şeyh Galib’in türbesi
3. Selim’in (1789-1807) Bektaşi muhalefetini dengelemek için yenilikçi Mevlevîleri desteklemesi, Galata Mevlevîhanesi’nin kapatıldığı 1925’e kadar süren altın çağını başlatmış. Bu dönemde tekkenin ilk postnişini, divan edebiyatının son büyük şairlerinden Şeyh Galib olarak bildiğimiz Mehmet Esad Dede. 1799’da vefat eden Şeyh Galib’in türbesi de mevlevîhanenin içinde. Yapının kuzey sınırını oluşturan sokağa ismini veren Şeyh Galib Türbesi üzerindeki Mevlevî sikkesi şeklindeki alemler özellikle görülmeye değer.
En meşhur Mevlevîler burada yatıyor
Suskun ruhların bahçesi: Hazire bölümü
Mevlevîhanenin çok özel taraflarından biri de haziresi… Humbaracı Ahmet Paşa’dan İbrahim Müteferrika’ya, Şaire Leyla Hanım’dan bestekâr Vardakosta Seyyid Ahmed Ağa’ya, Mevlevîlik tarihinin en seçkin isimlerinin defnedildiği hazirenin türbeler arasında kalan küçük kısmı “Hadikatü’l Ervah” (Ruhlar Bahçesi)… Ana binanın doğusunda kalan kısmı ise “Hamuşan” (Suskunlar) diye adlandırılıyor. Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nin yapımı sırasında “Hamuşan”ın büyük bölümü ortadan kaldırıldığı için, burada kıyılan nikahların tutmadığına ilişkin şehir efsaneleri de yayılmış. “Hadikatü’l Ervah”ın duvarına bitişik basamaklarla inilen Çilehane’nin ise Bizans döneminde burada bulunan bir manastıra ait ayazma olma ihtimali var; fakat bu yaygın rivayete dair herhangi bir kanıta rastlanmamış.
2 – TÜNEL
1874’te dünyayı birleştiren proje
İstanbul’a gelen Fransız mühendis, Henri Gavand, üşenmiyor, Yüksekkaldırım’da oturup bir gün içinde Galata’dan Pera’ya çıkan yokuştan kaç kişinin geçtiğini sayıyor. Sonuç dudak uçuklatıcı: O zaman merdivenlerle döşeli Galip Dede Caddesi’nden günde ortalama 40 bin kişi inip çıkıyor! Bu yola asansör tipi bir demiryolu projesi yapmanın kârlı bir yatırım olacağını düşünen Gavand, projeyi götürdüğü Fransız hükümeti tarafından reddedilince ihtiyacı olan krediyi İngilizlerden temin ediyor. Ocak 1869’da ikinci denemesinde Osmanlı hükümetinden de gerekli onayı alan Gavand, tünelin inşaı ve işletmesi için 42 yıllık bir imtiyaz ile 1871’de çalışmaya başlıyor. Yani anlatılanlar doğruysa, bir Fransız fikri buldu, İngilizler parayı verdi, Osmanlılar onayladı, İtalyanlar taş işçiliğini üstlendi ve İranlı merkepçiler de toprağı taşıdı. Sonuçta bütün dünya bir olup 1874 Aralık ayında Tünel’in inşaatını tamamladı. 1863’te Londra’da yapılan metrodan sonra, dünyanın en eski ikinci yeraltı toplu taşıma sistemi böylece açılmış oldu. Bir ucu Karaköy’de (Galata) bir ucu Beyoğlu’nda (Pera) olan Tünel, Londra metrosu kadar sofistike ve karmaşık değil tabii. Hatta eski İstanbullular, tek duraklı metroyla “İkinci durakta ineceksin” diye inceden alay da etmişler.
Tünel kazılırken çıkan topraklar ise İstanbul’un ilk belediye birimi olan 6. Daire-i Belediye’nin müdürü Edouard Blacque’ın girişimiyle Tepebaşı’nda Müslüman mezarlığının bulunduğu yamacın başına dökülerek meydanın genişlemesine neden oldu. Bu imar, payitahtın özellikle muhafazakar kesiminde basına yansıyan tepkilere neden olduysa da pek bir sonuç elde edilememişti.
3 – NEO-KLASİK BİR TUVALET
Hacet gidermenin estetiği de var
Tünel Meydanı’nın Ensiz Sokak’la kesiştiği noktada, Şişhane’ye doğru inen merdivenlerin başında beyaz bir yapı göreceksiniz. Belki defalarca farketmeden yanından geçiverdiğiniz bu yapının İstanbul’daki modern umumi tuvaletlerin atası ve neo-klasik Türk mimarisinin örneklerinden olduğunu duymak zannediyoruz ki şaşırtıcı olacak. Trafo binası olarak inşa edilen bu yapı, sivri kemerleri, geniş ahşap saçağı ve onu destekleyen kirişleriyle, Osmanlı mimarisinin klasik çağına öykünen ve 1. Ulusal Mimarlık akımı da denen Türk neo-klasiğinin bir temsilcisi. Biri kadınlar diğeri erkekler için iki kapısı bulunan umumi tuvalet, yakın zamana kadar kullanılmış. İstanbul böyle bir şehir işte; ya hiç üslup yok ya da tuvaleti bile üsluplu.
4 – BEYOĞLU BELEDİYE BAŞKANLIĞI
Altıncı ilçe, Şeş Hane ve Şişhane
Osmanlı Devleti’nin Batı’yla ilişkilerini güçlendiren Kırım Savaşı sonrasında, çağdaş belediyeciliğin temellerini atan bir nizamname yayımlandı. 28 Aralık 1857 tarihli “Altıncı Daire-i Belediye Nizamati” ile nefs-i İstanbul denilen suriçi, Boğazlar ve Adalar’ın da içinde bulunduğu İstanbul, 14 belediye dairesine ayrıldı. O günkü deyimle “nümune” olarak bu belediyelere öncülük eden Altıncı Daire ise Beyoğlu ve Galata’yı kapsıyordu.
Bâbıâli’nin ilk beş bölgeyi atlayıp, doğrudan altıncı bölgeyi başlık yapmasının ardında, hem İstanbul’un batıya açılan yüzü olan Beyoğlu’nda reformların sıcak karşılanacağı umudu hem de İntizam-ı Şehir Komisyonu’nda yer alan üyelerin çoğunun bu bölgede yaşayan ya da ticaret yapanlardan oluşması vardı. Aslında sıra itibarıyla Eyüp’ü kapsayan beşinci bölgenin ardından Hasköy’ün gelmesi gerekiyordu; fakat Paris’in en etkin belediye birimi olan “sixième arrondissement”dan (altıncı ilçe) esinle bu sıra atlanarak Beyoğlu’na geçildi. Yapımı 1871’de tamamlanan Altıncı Daire Konağı’nın bulunduğu bölgenin adı da yine altıncı daire anlamına gelen “Şeş Hane”den söylene söylene Şişhane’ye dönüştü.
1857’den önce noterlik ve mahkeme hizmetleriyle birlikte belediyenin hizmet alanına giren işler de kadılar tarafından yapılıyordu. Zaten bu dönemde şehirden çok fazla çöp çıkmıyor; geceleri herkes kendi feneriyle geziyor; altyapı ihtiyaçları da vakıflar tarafından karşılanıyordu. Belediyeyle birlikte ise ilk kez tabelalar çakılmaya, caddeler temizlenmeye, sokaklar gazyağıyla aydınlatılmaya ve çöpler toplanmaya başlandı.
İstanbul’un en eski belediye binası olan Altıncı Daire, İtalyan mimar Barborini tarafından neo-klasik tarzda tasarlanmış. Eski binanın üzerine yapılan ilave kat, yakın zamanda yapılan başarılı bir restorasyonla yapının özgün mimarisinden yalıtılmış modern bir eke dönüştürülmüş. Bina bugün de Beyoğlu Belediye Başkanlığı olarak kullanılıyor.
5 – NARMANLI HANI
Gıcır gıcır bir tarihî bina!
Tünel bölgesinde hemen her mimari üsluptan örnek var. Türk neo-klasiği, art-nouveau, sanayi binaları, Avrupa neo-klasiği… Dev pilastrları, dorik başlıklarıyla Rus neo-klasiği üslubunun çok tipik bir örneği de Narmanlı Hanı’nda görülebilir. İstiklal Caddesi 388-390 numarada bulunan han, başlangıçta Rus elçiliği binası olarak kullanılmış; 1843’te karşı sıradaki Rus Sefareti’nin inşaına kadar da konsolosluk işleri burada yürütülmüş. 1930’larda boşalan hanı, isimlerini Erzurum’un Narman ilçesinden alan Narmanlı kardeşler satın almış. Avrupa’dan getirilen pek çok mal ilk defa burada görücüye çıkmış. Ulus gazetesi gibi meşhur gazetelerden Aliye Berger, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Burhan Uygur gibi sanatçıların ev ve atölyelerine, Narmanlı Hanı’nın basın ve sanat tarihindeki önemi oldukça büyük.
Yakın tarihte tartışmalı bir restorasyondan geçen ve ikinci derece tarihî eser olan hanın iç avlusu daha önce Arnavut kaldırımı dediğimiz taşlarla, duvarları sarmaşıklarla kaplıydı.