Osmanoğulları fetih ve istila seferlerinden zaferle ve yüklü ganimetlerle İstanbul’a döndüğünde bu refahtan hiç değilse belirli kesimler payını alırdı. Ancak karakışların bastırdığı, rüşvetçi memurların, sahtekar sarrafların, fırsatçı esnafın asayiş ve güven eksikliğinden faydalandığı; krizlerin pençesinde halkın açlıktan kıvrandığı dönemler de çoktu. Osmanlı İstanbul’undan 1550-1800 arasındaki 250 yıllık dönemin arz /talep, para/fiyat iniş-çıkışlarına örnekler…
Geçen yüzyıllarda her ülkenin bakır, gümüş altın paraları, ayarı ve tartısı saptanarak dünyanın her tarafında o yerin aynı metal paraları ile serbestçe değiştirilebilir, yani “konvertibl” idi. Günümüzde ise metal para sadece küsurat ödemelerde kullanılıyor. Değerli sandığımız bugünün Türk lirasının ve döviz dediğimiz değeri üstünde yazılı kağıt banknotların ise sonu yakın gibi görünüyor. Olasılıkla ele avuca alınmaz; cüzdana, kasaya, hele yastık altına hiç konulamaz “sanal/muhayyel” yazılım icadı para dünyası kapıda.
Artan dünya nüfusuna koşut bir para mahşeri yaşanıyor. Enflasyon canavarının eseri kağıt para destelerini, bunların tepeleme yığıldığı bankaların kasa odalarını TV ekranlarında izliyoruz. “Pul olmuş” banknotları artık, hızlı makineler sayıyor, balyalıyor, bankadan bankaya zırhlı araçlar taşıyor. Yarı yüzyıl öncesine kadar bu manzaralar hayal bile edilmezdi.
Bir de eski zamanlara bakalım. Büyük kentlerde her gün türlü çeşitli binlerce ve binlerce altın, gümüş para el değiştirir; aşınmış, ezik-bozuk, tağşiş edilmiş paralar darphanelerde eritilip “çil” denen yeni altın, gümüş paralar basılırmış. Daha eskilerde ise -hiç değilse bizim dünyamızda- banka bile yoktu. Yerli ve yabancı paralar arasındaki değer farkını piyasa cambazları, gayrimüslim bankerler, kuyruklu sarraflar belirliyordu. Alışverişler kesede, koyun cebinde taşınan, değeri metalinden ibaret paralarla yapılıyordu.
Son 150 yılın paraları ise kağıttandı. Ama ulusal para kuponları ABD, Almanya ve İngiltere gibi zengin devletlerin “döviz” denen itibarlı paraları karşısındaki değeriyle işlem görüyordu. Bu dövizlerin itibarını elimiz ve gözümüz seçebiliyor. “Dolar, Euro, Sterlin, Türk lirası fark etmez; hepsi kâğıt desek” de Türk parası buruşturulup cebe sokuluyor ama döviz denenlere gözler bir başka bakıyor, eller öyle kolay buruşturmuyor.
Ganimet için savaş
Tarih denen bütün bir mazide nüfus artışı olmasa; arz/talep, yani üretim ile tüketim dengelense, savaşların pek çoğu yaşanmayacak; tarih kitapları ana konusu olan doymak ve esenlik gerekçeli savaşlardan mahrum kalacaktı. Serdarların peşlerine taktıkları ordulara verdikleri söz, “Ganimete boğulacak, zengin olacaksınız” idi. Hz. Ömer’in İran’a gönderdiği gazâ ordusunun Medine’ye getirdiği ganimetler ortaya yığıldığında güneşi gölgeleyen bir tepe oluşmuş; bunu paylaşarak zenginleşenler, zevk ü sefaya yönelmişlerdi. Gazneli Mahmud’un Hindistan seferlerinin amacı, oradan Turan’a, Afgan’a, İran’a servet taşımaktı. Ordusunu fillerle takviye ederek Anadolu’yu istilaya gelen Timur’un amacı Yıldırım’ın ordusuna gözdağı vermek, ama asıl, Helenistik çağda Anadolu topraklarına gömülen altın hazinelerini bulup Semerkant’a taşımaktı.
Osmanoğulları’nın fetih ve istila seferlerinde de zaferle ve yüklü ganimetlerle İstanbul’a dönüldüğü olmuştu. Ancak İstanbul’a getirilenlerden taşra toplumlarına da aktarım yapıldığı söylenemez. Taşradan toplanan “arus” (gelin) vergisinin, kovan vergisinin, değirmen vergisinin, daha onlarca ve onlarca verginin hep İstanbul’a taşındığını; teba, reaya denen kitlelere yoksulluk içinde, kıt kanaat yaşama şansı tanındığını da belirtelim. Osmanlı taşra dünyasındaki geçim zorluğunu, güvensizliği, yaşama koşullarını öğrenmek isteyenlere de (merhum) Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi’ni okumalarını önerelim.
Belgeler ve kaynaklar, para ve piyasa durumunu Payitaht İstanbul özelinde daha güvenilir gösterdiğinden 1550-1800 arasındaki 250 yıllık dönemin arz /talep, para/fiyat iniş çıkışlarına kısa örnekleri de İstanbul’dan verelim…
26 AĞUSTOS 1553
Avusturya elçisinin çarşı-pazar gözlemleri
Sultan Süleyman Doğu seferinde olduğundan Veziriazam Rüstem Paşa’nın huzuruna çıkan Avusturya elçilik heyeti dışarı çıktıklarında küme küme askerler peşlerine takılıp sırnaşarak hediye ve bahşiş istemişlerdi. İstanbul’daki paşaları “hırsız” olarak niteleyen elçi, Tavuk Pazarı’ndaki Elçi hanında ikameti sırasında kenti gezdiğini, evlerin kalitesiz malzemeden, gösterişsiz ve tek katlı olduğunu, İstanbul’da balın okkasının 4.5, şekerin 17 akçeye, Galata fırınlarında pişirilen beyaz sandviçlerin 1 akçeye satıldığını yazmıştı. Elçinin gözlemine göre, Türkler en çok soğanla kavrulan koyun eti yiyor; pirinç çorbası, pilav, etli pilav, tavuk kızartması, patlıcan, kabak, havuç dolması, yaprak sarması, sütlaç muhallebi, omlet gibi yemekler yapıyordu. Sebze ve meyvelerin bir kısmını padişahın İstanbul ve çevresindeki has bahçe ve bostanlarında acemi oğlanların yetiştirdiğini, bunların Eminönü’nde pazarlandığını, kentin her köşesinde manav çardakları bulunduğunu yazması da önemliydi.
1572-1575
Kar yağmaya başladı Kapıkulu gulgulesi patladı
Kış aylarında şiddetli soğuklar, kar ve fırtınalar nedeniyle İstanbul’da kıtlık yaşandı. Zahire getiren gemiler kesildi. Bir-iki gün kar yağdığında bile fırıncılar narh istemeyi âdet edindiklerinden fırınları kapattılar. Ağır kışlarda buğday satmayarak karaborsacılık yapmak da zahirecilerin âdetiydi. Saraydan veya divandan İstanbul kadısına etkisi olmayan buyruklar yazılıyordu. Bu dönemde rüşvet ve yolsuzluk yaygındı; üstelik yüksek enflasyon vardı. Kapıkulları da saraya ve Sultan 3. Murad’a (1574-1595) dönük eylemler başlattılar.
Önlemlere karşın hayat pahalılığı artarken narhlara ve rayiçlere ilişkin buyruklara uyan yoktu. Piyasa, ayarı ve ağırlığı ile oynanmış sözde gümüş akçeler yüzünden güvensiz, pahalılık ileri düzeydeydi. İstanbul kadısına yazılan hükümlerde 1 altın liranın 60 akçe, 1 gümüş kuruşun 40 akçe düzeyinde tutulması istendi. Halis gümüşün israf edilmemesi istense de para darlığı, bu tür hükümleri geçersiz kıldığından çarşı-pazar kalpazanların kontrolüne girmişti.
Asıl bunalım, 11 Ocak 1575 günü Ulufe Divanı’nda yaşandı. O gün Kafes Kasrı’ndan Divan-ı Âli’deki oturumu bir süre izleyen 3. Murad arz odasına geçtiğinde, avlularda Kapıkulu gulgulesi başlamıştı. Askerler seslerini yükselterek “Bölük ağalarımız bize ulufemizi kusur (eksik) üzere ve terakkilerimizi (artışları) eksik vermek isterler. Bunun aslı nedür?” deyip eyleme geçtiler. Noksan dağıtılan ulufeler dağıtılarak olay yatıştırıldı.
1582
Ayşe Sultan düğün yaptı rüşvet skandalı patladı
Sıkıntılar sürerken 10 nisanda Mihrümah Sultan’la Rüstem Paşa çiftinin kızları Ayşe Sultan’ın Nişancı Feridun Bey’le düğünü bir pahalılık dalgasına daha yolaçtı. Düğün ertesinde İstanbul, 3. Murad’la ilgili rüşvet haberleriyle çalkandı. Padişahın yanından ayrılmayan saray cücesi Nasuh’un “taşra halkıyla eli olduğu”, çevirdiği dalavereler ortaya saçıldı. Sözde soruşturma başlatıldı, cüce hapsedildi. Kimi eyalet valileri azledildi. Defterdarların, saraya akıtılan rüşvetlerden aldıkları payları, sarayın odun ambarında odun yığınlarının altına sakladıkları saptandı.
1593
Yiyecek fiyatları arttı baş isteyen sipahi odunla kovalandı
26 Ocak günü ulufe divanında, sipahiler üç aylıklarının eksik olduğu savıyla Divanhane’ye yürüdüler. Çavuş ve kapıcılarla aralarında kavga çıktı. Asker, vezirlere taş yağdırdı. Veziriazam Siyavuş Paşa’nın Başdefterdar Emin Paşa’nın, Harem kethüdası Canfeda Kadı’nın başları istendi. Sarayın alay ve adalet meydanları mahşere döndü. Sipahiler ek ödeme önerisini de reddettiler. Bir kazasker, askerleri yatıştırmak için kâfir olursunuz dendiğinde, “Biz çoktan kâfir olduk. Bize defterdarın ve Kethüda kadının başlarını getirin” yanıtını verdiler.
Başdefterdarın seyyid (Hz. Ali soyundan) olduğu, şer’an idam edilemeyeceği hatırlatılınca “İsterse Hasan ve Hüseyin olsun!” diye bağırdılar. Bostancılar ile Baltacılar’ın silahlanarak gelmeleri, Yeniçeri Ağası’nın da yeniçeri bölükleriyle saray dışını tutması üzerine Sipahiler, dikbaşlılığı bırakıp korkuya kapıldılar. Kapıcılar kaçmaya yeltenenleri odun ambarından aldıkları odunlarla kovaladı. Kaçış sırasında ezilip ölenler oldu. Kapılar kapatılıp içeride katliam başlatıldı. Mutfaklara koğuşlara sığınan sipahiler öldürüldü. Dışarı çıkabilenleri de yeniçeri ağası değneklerle haklattı. Ertesi gün saray avluları ve çevresinden toplanan sipahi cesetleri denize atıldı.
Siyavuş Paşa ve defterdar azledildi ama aşırı enflasyon koşullarında gümüş paranın değeriyle sürekli oynandığından yiyecek fiyatları artmıştı. 600 dirhem gümüşten 400 akçe kesilmesi gerekirken 800 akçe kesilmekteydi ki bu, %100’lük enflasyon demekti. Ücretlilerin alım gücü yarıya düşmüştü. Asker ayaklanması da bundandı.
İstanbul nüfusunun iyice arttığı o yıllarda ülkenin her tarafından başkente göçler sürmekteydi. Özellikle Anadolu’da mal ve can güvenliği kalmadığı gibi fahiş gümrük vergisi yüzünden eski bolluk ve kalite kalmamış, gümrük işleri Yahudi mültezimlerin tekeline geçmişti. Müslüman tüccarlarsa Yahudi mültezimlere vergi ödemek günah bahanesiyle hileli yollardan ve rüşvetle iş görmeyi tercih ediyorlardı.
1617-1621
1. Ahmed’in ölümü ‘uğursuzluk’ getirdi
Padişah 1. Ahmed 22 Kasım 1617’de ölmüş, kardeşi 1. Mustafa tahta çıkınca, cülus bahşişi dağı- tılmıştı. 1. Mustafa 3 ay sonra indirilince yeğeni 2. Osman’ın cülusunda bir bahşiş daha dağıtılmıştı. Toplam 3 bin kese bahşişin ardından hazine boşaldı. İstanbullular ağır kışı, genç ve dindar Sultan Ahmed’in ölümünü, meczup kardeşinin tahta çıkışını, ardından 14 yaşındaki 2. Osman’ın cülusunu izleyen yangınları, kıtlık ve pahalılığı uğursuzluğa yordular. İlkbahara doğru başlayan sağanaklarda mahalleler sele suya boğuldu. Yaza doğru bu kez “tâ‘ûn-ı ekber” (büyük veba) salgını başladı. 1621 kışında ise hepsi yetmezmiş gibi Haliç dondu. Boğaz’ı buz kütleleri kapladı. Zahire gemileri çalışmadığından yine kıtlık başladı. 75 dirhemlik (250 gr) ekmek 1 akçeye, etin okkası 15 akçeye çıktı.
8 ŞUBAT 1640
Sultan İbrahim sikke bastırdı, ecnebi paralar değer kazandı
İstan bullular, kış süre ken 4 Murad ınölümün ,k ardeşi İbra im’i cül sunud u ursuzluk saydı ar. Çün ü k tlıkve karabor sa vardı. Veziriazama gönderdiği buyrukta: “İstanbul’da kıtlık vardır deyü söylenir, Kadıya muhkem tembih eyle. Narh işine ziyade dikkat etsin. Gezsin dolaşsın yoksa kendisi bilür” diye yazan yeni padişah İbrahim, kendi adına sikke basılmasını istedi. Bunun için 1641’de tedavüldeki eski paralar toplatılınca kıtlık ve pahalılık büsbütün arttı. Kuruş 125, altın 250 akçe iken İbrahim adına kesilen sikkelerden kuruş 80 akçeye, altın 160 akçeye düştü. Ecnebi paraları değer kazandı. Emtia fiyatları yükseldi. 4. Murad döneminde (1623- 1640) 1 kuruşa 11 okka (27 kg) et alınırken artık 8 okka (17 kg) alınabilir oldu. 1643’te Sultan İbrahim, karaborsacıların çarşı ortasında dayağa yatırmalarını, hatta boğdurmalarını, halkı korkutmak için zindandaki müebbet mahkumlardan birer ikişer kişinin meydanlarda astırılmasını isteyecekti.
MART 1656
Vak’a-i Vakvakiye ayaklanması
İstanbullular, 1656 Mart aylarının ilk günlerinde terör ve kıtlık kabusu yaşadılar. Sipahiler ve Acemi oğlanlardan sonra çarşı esnafı da gümüş paraların düşük ayarda basılması nedeniyle Çınar Vak’ası/Vak’a-i Vakvakiye denen ayaklanmayı başlattı. Olayın arkasında, ocak ağalarıyla saray ağalarının iktidar çekişmesi vardı. Sarayın alay köşkünü kuşatan isyancılar, züyuf akçe denen (değeri düşük neredeyse kızıl bakır) etekler dolusu akçeyi yere döktüler. Kimi ağalar ve elebaşılar At Meydanı’nda ulu çınar ağacının dallarına asılarak idam edildi.
1695
Ayarıyla oynanmış altınlar gitti yerine Cedid Altun getirildi
17. yüzyılın sonuna gelindiğinde ahali yaşam koşullarından memnun değildi. İstanbul’da hayat yine pahalı, para kaçakçılığı ise ayrı bir sorundu. Mısır tüccarları, İstanbul Darphanesi’nde kesilen altın ve gümüş paraları toplayıp götürmekte, İstanbul piyasasına ayarıyla oynanmış paralar sürmekteydiler. Bu da fiyatları yükseltiyordu. Bunun önüne geçmek için 2. Mustafa’nın tuğrasıyla Cedid Altun basımına geçildi. Sürümdeki paralar toplatılıp eritilerek Tuğralı’ya dönüştürüldü. 300 akçe değerindeki bu yeni altının ülke genelinde geçerli olması için eyalet valilerine buyruklar yazıldı.
1763
Törpü ve dedikoduyla altından altın kazanmak
Sultan 3. Mustafa (1757-1774) 1763’te yerli ve yabancı paraların piyasa değerini dengelemek için bir girişimde bulundu. O yıllarda tedavüldeki Osmanlı altın sikkeleri şunlardı: Fındık altını, İstanbul zincirlisi, Zer-i Mahbub, Mısır Zincirlisi, Mısır Tuğralısı ve bunlar kadar, hatta bunlardan daha değerli sayılan ecnebi paraları Yaldızlı Venedik ve Macar altını denen altın paralar.
Padişah, ayarı bozuk, vezni düşük denerek düşük fiyata bozulan paraları toplatıp darphanede eritti; Yaldız ve Fındık altınları ile eşitleyip, üstünde kendi tuğrası bulunan 155 akçe değerinde yeni paralar darp ettirdi. Venedik Cumhuriyeti ise Osmanlı piyasalarından 2. Mustafa tuğralı altınları toplatıp Yaldızlı Venedik altını darp ettiriyor; Yahudi ve Hıristiyan sarraflar da “Yaldız altınının ayarı yüksek” dedikodusu yayarak düşük fiyata Fındık altını toplayıp Avrupa’da Yaldız altını ile değiştirerek “altından altın” kazanıyordu. Sarrafların geleneksel bir yöntemleri de altın ve gümüş paraları törpüleyerek “toz”dan para kazanmaktı. Hilekar 4 sarrafın idamı bu tür yolsuzlukları birkaç yıl önledi.
1774-1789
İsraf yasaklandı kimse tınmadı
1774’te tahta çıkan 1. Abdülhamid, zahire (daha sonra kullanılmak üzere saklanan tahıl) kıtlığına çözüm bulamayan İstanbul Kadısı Hayatizâde Mehmed Said Efendi’yi 1775’te azletti. Mısır’a ve başka üretim bölgelerine mübaşirler göndererek ürün ve zahire temini çözümleri aradı. Sonunda 1782’de Rusya’dan -ilk kez- buğday ithal edildi. İstanbul’un et gereksinimi her yıl Eflâk’den 160 bin, Boğdan’dan 120 bin koyun sevkiyatıyla sağlanırken ilişkiler bozulunca sevkiyat azaldı. Celeplerden rüşvet aldığı saptanan kasapbaşı idam edildi.
1776’da israfı önlemek için önlemler başladı. Önce bir nizamname ile orta hallilerin zenginlere bakıp giyim-kuşam edinmeleri yasaklandı. Saray halkına, vezirlere, sivil memurlara, askere esnafa ve halka, başka başka kıyafetler öngörüldü. 1780’lerde ise çok yaygın olan çubuk tiryakilerine imamelerin altın kakma ve cevahirle bezenmesini, bunların 3’er 5’er kuruş gibi pahalı fiyatlarla alınıp satılmasını, nisvan (kadın) taifesinin de pabuçlarına sim kabara ve sırma işletmesini yasakladı. Bu buyruklar etkili olmadı.
Sonunda 1782-1783’de, sefere çıkan ordunun erzak ve iaşesi de eklenince İstanbul’da görülmedik bir pahalılık ve yiyecek kıtlığı yaşandı. Fiyatlar üç katına çıktı. 1 okka et 6 paradan 18 paraya (%300) çıkarken evlerin biricik ışık kaynağı mumun tanesi 1 para oldu. Herkes gelecekten kaygılıydı. Padişah, sanki bir çözüm olacakmış gibi İstanbul Kaymakamı’na (sadrazam vekili) buyruklar yazıp durdu. O kıtlık evresinde bile varsıllar şenlik şamatadan geri kalmayarak kandiller dizili yalı ve sahilhane bahçelerinde şölenler düzenliyorlardı.
1789
Asayiş sağlanmadan ekmek fiyatları düşmedi
Amcası Abdülhamid’in ölümü üzerine tahta çıkan 3. Selim (1789- 1807) döneminde de durum değişmedi. Taşra halkı haydut baskınlarında, İstanbullular yiyecek kıtlığında çaresizdi. İstanbul’da ekmekler yenmez yutulmaz durumdaydı. Buğdayın İstanbulî kilesi (25 kg) 80 paradan 3 kuruşa çıkmıştı yine de karaborsa satılmaktaydı. Sık sık denetimlere çıkan genç ve duygusal Padişah, yokluktan etkilenip bir süre narhı erteleyerek Anadolu’ya ve Rumeli’ne fermanlar göndermiş, dileyenlerin İstanbul’a zahire getirip istediği fiyattan satabileceğini ilan ettirmişse de asayiş sağlanamadığı için dolandırıcıların, hırsızların, yankesicilerin mazarratından bizar olan taşralı tacirler İstanbul’a zahire ve hayvan sevk edemiyordu. İstanbul’da kalpazanlar ve ihtikâr (pahalı satmak için stokçuluk) yapanlar çoktu.
Padişah, tebdil-i kıyafet ederek çıktığı denetimlerde, fırınların önümde ekmek almak için toplanmış tartışan, bağırıp çağıran insanları gözlemliyor, sadrazam cephede olduğu için sadaret Kaymakamı vezire ve İstanbul Kadısı’na tehditkar buyruklar yazıyordu. Sonunda İstanbul Kadısı İsmet Efendi’yi azledip Bursa’ya sürdü. Nizam-ı Cedid’in kuruluşu da bu evreye denk geldi. Bu yeni örgütün gereksinimleri ve iaşesi için İrad-ı Cedit adıyla bir mali-askerî örgüt, İstanbul halkının gereksinimleri için de Zahire Nezareti kuruldu.
1808
Kadınlar baskın yaptı kadı efendi sofradan kaçtı
1807’de tahttan çekilen 3. Selim’in yerine tahta çıkan 4. Mustafa’nın 1 yıllık saltanatında, kış aylarında İstanbul ve Edirne’de ekmek, et ve odun kıtlıkları yaşandı. Kıtlık, asayişsizlik son kertede bir buhrandı. Karışıklık, güvensizlik, pahalılık büsbütün artınca İstanbul’da kıtlık başladı. Aylardır et yüzü görmeyen İstanbullular açlıktan, hastalıktan kırılırken İstanbul Kaymakamı Musa Paşa, sanki en önemli sorunmuş gibi “sivri kalpak” giymeyi yasaklayarak tepesi düz kalpak giyilmesini buyurdu!
13 Mayıs 1808’de İstanbul’da bir kadın eylemi yaşandı. Müslüman kadınlar bir ellerinde uzun sırıklar, diğerinde boş yemek sahanları olduğu hâlde, İstanbul Kadısı’nı konağında yemek yerken bastılar: “Papaz herif, sen böyle mükellef taam eylerken biz açlıktan ölüyor, bir ciğeri 25 paraya yiyoruz” diyerek üzerine yürüdüler. Kadı, sofrayı bırakıp hareme kaçtı. Oradan, selamlık alayının geçeceği yol üzerine gelen kadınlar 4. Mustafa’ya arzuhal sundular ve “Efendimiz, uyan ve bizi düşün! Pahalılığa dayanamıyoruz, aç kaldık!” diye bağırdılar.
MECİDİYE ALTINI
Enflasyon geldi-gitti, onun ayarı değişmedi
Tanzimat Dönemi’ne gelesiye kadar paralar, kağıt değil altın, gümüş, bakır gibi soy madendi. Her paranın değeri, doğrudan ağırlığında ve ayarındaydı. Bu, altın gümüş bakır hangi devletin parası olursa olsun her memlekette, ayarı ve gramıyla değerini korurdu. Bir bakıma altın ve gümüş paralar beynelmileldi. Ancak bu altın ve gümüş paraların aşınma ve düşük ayarlı kalıplarının piyasaya sürülmesi söz konusuydu. Bugün bile Reşad ve Ata altınları ayarı ve gramajı eşit öteki padişah liralarından daha değerli sayılır. Sultan Abdülmecid’in 1844’teki para reformunda Mecidiye Altını olarak darp edilen 7.2 gr ve 22 ayar altın para, Osmanlı maliyesinin 1 liralık para birimi olarak darp edilmişti. Mecidiye denen bu birim lira, ticaret yaşamında pahalıklar ve buhranlar yaşanmasına karşın son padişahların tuğralarıyla Sultan Vahideddin’e kadar aynı ayar ve ağırlıkta basılmıştır. Günümüzde de yine aynı ağırlık ve ayarda, halkın “Ata/ Gazi” dediği altınlar, ziynet değerinde basılıyor.
Madeni paraların taşınmasındaki zorluk nedeniyle diğer devletler gibi Osmanlı Devleti de 1860’larda İstanbul’daki Bank-ı Osmanî-i Şahane’ye, “Kaime-i mutebere-i nakdiye” denen banknot/ kâğıt para basmakla yetkili kılmıştı. Basılan kâğıt paraların karşılığı külçe veya yerli yabancı altın paralar bankada saklanıyordu. Madeni alaşımlı Türkiye Cumhuriyeti Lirası ve katmanları banknot ve madeni olarak 1927’de tedavüle çıktı.