Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’da, Türk kırsalındaki yurttaşları ve ilişkileri, yeni cumhuriyetin çağdaş hedefleri seviyesine taşıyabilmek amacıyla kuruldu. Sadece açık oldukları dönemde değil, kapandıklarında bile birçok tartışma yarattılar. Ozan Sağdıç bu eğitim kurumlarını, yetiştirdiği yazarları ve sanatçıları anlatıyor. Mahmut Makal ve Mehmet Başaran…
Nisan ayı, Cumhuriyet tarihimizin iki önemli açılışının tanıklığını taşıyan bir zaman dilimi. Bunlardan birisi elbette Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920 tarihindeki açılışıdır. Biz onu Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlamaktayız. Diğeri ise artık günden güne hafızalardan silinmeye yüz tutmuş Köy Enstitülerinin kuruluş günü olarak kabul edilen 17 Nisan 1940 tarihidir.
Köy Enstitüleri eğitim tarihimizde çok önemli bir girişimdir. İlber Ortaylı köy liderlerini köy çocuklarını köyünde yetiştirmek gibi az çok benzer bir projenin ilk kez Bulgaristan’da denenmiş olduğuna işaret etmişse de Enstitüler Türkiye’ye özgü ve çok başarılı ama ne yazık ki, sürdürülememiş bir girişimdi.
Kısa bir zaman sonra eğitim alanında yapılan köklü reform girişimlerine karşın, kırsal kesimde okul yaşındaki çocukların ancak yüzde 25’i ders görme olanağına sahip olabilmişti.
Köy Enstitülü yazar Mehmet Başaran 1956-57 döneminde Laleli’de Sağdıç’la ortak olarak tuttuğu evde oturmuş şiir yazıyor.
Yazı devrimi sırasında Millet Mektepleri uygulaması söz konusu olmuştu. Asıl problem köylülerin uyandırılması, onlardaki okuryazarlığın artırılması, bilgi ve beceri sahibi olmaları, böylelikle üretime katkılarının büyümesi ve refah düzeylerinin yükseltilmeleri, başı dik vatandaşlar haline gelmeleri konusuydu.
Projeye göre köylerden sınavla yetenekli çocuklar seçilecek, bu çocuklara beşer yıl süreyle hem kültür eğitimi hem iş eğitimi verilecekti. İlk ağızda 20 bin köy öğretmeni yetiştirilecek ve kendi köylerine 20 yıl hizmet zorunluluğu ile gönderilecekti. Amacı sadece okur yazar olup bilgi aktaran eğiticiler yetiştirmek değil, aynı zamanda yaşamsal pratiklere alışkanlıklar aşılamak olan bu kurumlara artık okul denilemezdi. Adlarını Enstitü koydular. Buralarda tarımla ilgili ne varsa bizzat yaparak öğretiliyordu. Tarımla ilintili hayvancılık, arıcılık gibi uygulamalar da vardı. Kendisine yarar sağlayacak, çevresine de örnek olacak biçimde demircilik, nalbantlık, marangozluk, duvarcılık, tavukçuluk, arıcılık gibi zanaatlar tatbiki olarak gösteriliyor, bu yolla beceri kazandırılıyordu. Her öğrenci, bağlama, mandolin, keman, hatta piyano çalmayı öğrenmek, klasiklerden belli sayıda kitap okumuş olmak zorundaydı. Bu konularda alışkanlık edininceye kadar.
Annemin köyünde doğduğum için kendimi yarı köylü saydığımdan mıdır nedir, Enstitüleri duyar duymaz meraka kapıldım. İzmir’de Buca Ortaokulu’nda yatılı öğrenciydim. Enstitülerin birisi Kızılçullu’da. Buca ile Kızılçullu’nun arası 3 kilometre kadar. Buca’dan İzmir’e giden banliyö treninin ilk durağı orası. Merakımı gidermek üzere bizim okulun yarım gün tatil olduğu bir zaman orayı ziyarete gittim. Yıl 1946-47 olmalı. Yaş 12-13 olsa gerek. Kapıda kapıcıya benzer bir adam “Hayrola?” dedi. “Merak ettim, geldim” dedim. “Git işine kardeşim” demedi. Beni hoca ya da yönetici olan birisine havale etti. O da meraklı bir çocuk buldu ya, Enstitü’nün ne olduğunu, ıcığını cıcığını anlattı. Üstelik kampüsü de bir güzel gezdirerek. Ana bina taştan yapılmış kale gibi bir yapıydı. Meğer burası kurtuluştan önce Amerikan kolejiymiş, Daha çok azınlıklara ve İzmir’de pek çok bulunan Levanten çocuklarına eğitim verirmiş. Tabii, bir misyoner okulu. O bina o zamandan kalmaymış. Cumhuriyete geçiş sürecinde ya kendileri kapatmışlar, ya da kapatılmış. Arazide çeşitli amaçlarla kullanılan daha birçok tek katlı bina vardı ki, onlar bizzat öğrencilerin kendi gayretleri ile inşa edilmiş. Bizzat tanığı oldum, bir yandan hâlâ kerpiç döken, duvar ören çocuklar vardı.
Bizim Buca’daki ortaokulumuz Enstitü’de gördüklerime göre bayağı farklı ve konforlu sayılırdı. Örneğin yemekhanede masalarımız dörder kişilikti, üzerlerinde beyaz örtüler vardı. Yemeklerimizi masalarımıza aşçının yardımcıları getirirlerdi, porselen tabaklarda yerdik, suyumuzu cam sürahilerden ve cam bardaklardan içerdik…
Mahmut Makal’ın BBC stüdyolarında çekilmiş bir fotoğrafı.
Buna karşın bir gün (bamya mı neydi) yemeğimizi beğenmedik. Gürültü çıkardık ve hiçbirimiz yemedi. Resmen bir boykot hâli yani. Bana göre, ibret olsun diye daha sonra bir gün biz yatılı öğrencileri Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne götürdüler.
Oranın öğrencileri bizi misafir ettiler. Onların yemekhanesinde masalar sekiz-on kişilik uzun masalardı. Sandalye, tabure yok. Masalar boyunca uzanan arkalıksız sıralarda oturuyorlar, asker usulü karavana gibi bakır kaplarda yiyip, bakır taslarla su içiyorlardı. Mutfak hizmetlerini de kendileri görüp bulaşıklarını da kendileri yıkıyorlardı. Üstelik yiyip içtikleri malzemeyi de tarlalarda, işliklerde kendileri üretiyorlardı. Yaşamlarını köyde sürdürecekleri için, o ortamlara yabancılaşmaları istenmiyordu herhalde. Sinema salonları bile vardı. Bize film izlettiler.
Enstitülerde yetişmiş değerli yazar dostları anlatmaya geçmeden önce, kısacık ömrüne karşın sonraki yıllarda çeşitli sanat dallarında Enstitülerden ilk ateşi almış kişilerle sohbet ederek o günlerde, köy çocuklarının o ortamlardaki günlük yaşantılarının nasıl geçtiğini daha iyi anlamak isterdim. Artık günümüzde Enstitü öğrencilerinden pek kimse kalmadı. Öğrenimine Köy Enstitüleri’nde başlayıp Gazi Eğitim’de tamamlayan ve yıllarca Devlet Operası Orkestrası’nın baş kemancılığını yapmış olan değerli viyolonist Ömer Can’a soracak oldum. O Akpınar Köy Enstitüsü’nde ortak yaşama katılmıştı. O da benim anlattıklarıma benzer şeyler söyledi.
Okuldaki öğrenciler büyük bir aile gibiymişler. Her şeyi kendileri ekip biçip, kendileri pişiriyor ve yiyorlarmış. Okulun arazisinde ekin ve pancar tarlaları, sebze ve meyve bahçeleri, demir ve ağaç işleri atölyeleri, resimhane, müzikhane, kütüphane, fırın, hamam, çamaşırhane, kümesler ve arı kovanları… Buralarda üretime katkı vermek amacıyla 90 inek ve manda, 40 at ve katır, 500 kadar tavuk ve 200 petek arı yer almaktaydı. Ambarlarda, depolarda tarım aletlerinin her türlüsü mevcuttu. Tüm hizmetler haftalık nöbetler halinde ve imece usulüyle paylaşılmaktaydı.
Başaran’ın ilginç yüz hatlarını yansıtan bu portrelerini Ozan Sağdıç, Ankara’daki bürosunda çekmişti.
İlgi çekici bir ayrıntı: Hafta sonlarında öğretmen ve öğrencilerin birlikte yaptıkları sohbet toplantıları bir çeşit hesaplaşma ortamı olurmuş. Burada her türlü eleştiri ve önerinin serbestçe yapıldığı demokratik bir hava içinde rahatça hesap sorulur ve hesap verilirmiş. Amaç sistemin daha olgun ve işlevli yürümesini sağlamaktı.
Mahmut Makal ile ilk tanışmam gerçi yüzyüze değildi. Ancak bir gönül yakınlaşmasıydı. 1950 yılında liseye başlamıştım. Makal’ın Bizim Köy’ünü Varlık Yayınevi’nin bir liralık kitaplarından okumuştum. Benim kendi köyüm bir Ege köyüydü ve Makal’ın köyü gibi pek geri kalmışlığı yoktu. Ancak Anadolu’nun uzak köşelerindeki köylerin hali hiç öyle değildi. Onun anlattıkları kulağımıza masal gibi gelse de bu iç karartıcı öyküler, tanıklıklarla doluydu. Bu yüzden beni çok etkilemişti. Çok daha sonraları ben Ankaralı olunca pek çok ortamda birlikte olduk, zaman zaman sohbet ettik. Biri Sanatseverler Derneği’nde, biri de Cumhuriyet gazetesi bürosunda olmak üzere fotoğraflarını da çekmiştim. Arşivimin bir köşelerindedir.
Mehmet Başaran ile dostluğumuz hem biraz daha eski, hem de daha köklü ve uzun. O, kendisinin daha sonra “Zeytin Ülkesi” olarak tanımladığı bölgemize, yani Edremit’e gezici başöğretmen olarak atanmıştı. Ben neredeyse çocuk sayılacak kadar gençtim. Köy Enstitüleri’ne karşı yadsıma belirtilerinin – tuhaftır – ilk olarak eski öğretmenlerden geldiğine tanık olmuştum. “Onlar öğretmen değil, eğitmen” diyorlardı. Subayların erbaşlara bakış açısına benzer bir tavırdı bu. Başaran genç ve karayağız bir delikanlı gibiydi. Eşi Birsen Hanım’a Hatun diye hitap etmesini “Bizim Hanım” gibisinden bir sıfat sanmıştım. Meğer asıl adıymış. Kucaklarında üç dört yaşlarında saz benizli bir kız çocuğu vardı. Bu çocuğun “Mavi Çocuk” diye adlandırılan bir rahatsızlığı varmış. Kalbinin iki bölümü arasındaki perdede bir delik varmış. Bu çocuklar reşit olmadan ölürlermiş. Bu duyumu alınca bayağı hüzünlenmiştim. Her birinin yüzüne acıma hissiyle bakar olmuştum. Neyse ki, daha sonraki yıllarda bu türden arızaları gidermek üzere İngiltere’de geliştirilen bir kalp ameliyatı uygulaması başlamış. Böyle bir doktor canlı denek alanı olarak Türkiye’yi seçmiş, ameliyat ettiği sekiz kadar çocuktan sadece ikisi canlı olarak kurtarılabilmişti. Bunlardan birisi Başaran’ın kızı Filiz’di.
Köy Enstitülü olmak başlı başına bir çile nedeniydi. Bu olay mutlu bir şekilde sona ermişti ama Başaran’ın yaşamı boyunca çektiği çileler yüzündeki çizgilere yansıyordu. Herkesin yüz hatları enine oluşurken onun yüzüne dik hatlar da çizilmekteydi.
1956 benim Hayat dergisinde işe başladığım yıldı. Bir önceki yıl Akademi birinci yıl öğrencisi Devrim Erbil ile özel bir öğrenci yurdunda kalıyorduk. Yurdumuz kapatıldı. Biz de Bedri Rahmi Hoca’nın Tünel’deki Narmanlı Yurdu denilen yerdeki galerisini kendimize yatakhane yapmıştık. Bir sezonu böyle geçirmiştik. Gelelim ertesi yıla. Devrim’in Atatürk Yurdu’ndaki sırası gelmişti. Tesadüfen şair Mehmet Başaran Edremit’ten ressam ve resim öğretmeni olan Selahattin Taran da Kepirtepe Öğretmen Okulu’ndan İstanbul’a atanmışlar. O ilk yıllarında eşlerinin eş durumundan atamaları yapılmamıştı. Biz üç gariban Laleli semtinde bir odayı ortak olarak tuttuk. Bir yıl boyunca kader birliği yaptık. Daha doğrusu benden büyük bu iki öğretmen bana ağabeylik ettiler. Ortak anılarımız yazılara sığmaz. Dostluk hep devam etti.
Son zamanlarda Başaran iyiden iyiye Zeytin Ülkesi’ne yerleşir olmuştu. Çocukluğumun Akçay’ında bir daire edinmişti. Türkiye’nin bunalımlı yıllarında ikinci kızı Deniz’in acısını çekmiş, daha sonra sevgili eşini de yitirmişti. İlk kızı Filiz’le paylaşıyorlardı Kazdağları’nın eteğinde mitoloji kokan bu yeri. Sondan bir önceki görüşmemiz Sabahattin Ali için çekilen bir belgeselde tanıklıklarımızı birleştirmemiz üzerineydi. Kozak Yaylası’na birlikte çıkmak üzere durmadan sözleşip duruyor, ama nedense ertelemek durumunda kalıyorduk. Daha sonra hiç beklenmedik bir günde ölüm haberi geldi…
Köy Enstitüleri o kısacık sürede pek çok değerli insan yetiştirmiştir. Öğrenimlerini oralarda tamamlamış, öğretmenlikler yapmış ve ülkemizde köy edebiyatı çığırını açmış bir kuşağın yazarlarından dördüyle yakın tanışıklıklığım olmuştur. İşte onlardan ikisi, Mahmut Makal ve Mehmet Başaran… Bir sonraki yazımda ise yine Köy Enstitüsü izlenimlerimle beraber Köy Enstitülü yazarlar Talip Apaydın ve Fakir Baykurt ile anılarımı kaleme alacağım…