Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Gün gelir zorbalar kalmaz gider Yepyeni bir hayat gelir her yerde

ABD’de dine ya da ırka dayalı ayrımcılık, resmî olarak kınansa da bir seviyede sürmeli ki hiçbir zaman özür dilenmeyen, hatta bırakın özürü, ortamlarda müsebbibi olmakla övünülen başka bir temel ayrım yani sınıfsal ayrımcılık gözden kaçmaya, yoksayılmaya devam etsin. Tarihlerimiz 1886’yı gösterirken Chicago’da 80 bin işçi, pek kıymetli bir kardeşimiz olan Albert Parsons öncülüğünde sokağa iniyor. İşte tarihin ilk 1 Mayıs korteji bu. Sonrasında ise bombalar, cinayetler ve idamlar gelecek…

Binlerce yıllık insan­lık tarihini düşünecek olursak, yeni kurulmuş, gıcır gıcır bir ülke olan Ameri­ka Birleşik Devletleri’nde dün­ya tarihi denildiğinde akla ilk gelen şey Roma Cumhuriyeti ve İmparatorluğu’nun tarihi. Zaten aklımda kaldığı kada­rıyla onlardan önce İtalyanlar dahil hiç kimse koskoca dün­ya tarihini Roma Tarihi olarak değerlendirmeyi düşünmemiş.

Amerikalılar kendi kuru­luşlarından öncesini bu şekil­de hallettikten sonra da ken­di tarihlerini -işte filmlerden dizilerden de biliyoruz- ken­di belirledikleri temel dönüm noktaları üzerinden inşa et­mişler. Nedir efendim, bağım­sızlık savaşları, İçsavaş, Ala­mo vs. Tabii her ülke gibi ta­rihlerinin görmezden gelmeyi tercih ettikleri, yokmuş gibi davrandıkları, fazla üzerinde durmadıkları dönüm noktala­rı da var.

Çoğu ülkenin aksine Amerika’nın görmezden gelme tercihleri, ülkenin “kurucu babaları”nın ve onları takip edenlerin etnik ve dinî ayrım­cılıkları değil. Bilakis Birle­şik Devletler az da olsa, geç de olsa; gemilerle getirip köle olarak çalıştırdığı Afrika kö­kenlilerden; demiryolların­da neredeyse kürek mahkumu olarak çalıştırdığı Çinlilerden; kömür madenlerinde ölümüne çalıştırdığı kıtlıktan kaçarak gelmiş İrlandalı Katolikler­den; 2. Dünya Savaşı’nda top­lama kamplarına kapattıkları Japonlardan resmî olarak özür dilemeye çekinmiyor. Tabii bunlar benim aklıma gelenler; gördüğünüz gibi arkadaşların özür dilemediği millet kalma­mış.

Bu elbette günümüz Ame­rika’sında ırkçılık ve ayrımcı­lığın hâlâ varolduğu gerçeği­ni değiştirmiyor ama mesele de zaten biraz bununla ilgili: Dine ya da ırka dayalı ayrım­cılık resmî olarak kınansa da bir seviyede sürmeli ki Birle­şik Devletler’in hiçbir zaman özür dilemediği, bırakın özür dilemeyi ortamlarda müseb­bibi olmakla göğsünü gere ge­re övündüğü başka bir temel ayrım yani sınıfsal ayrımcılık gözden kaçmaya, yoksayılma­ya devam etsin. Hatta o kadar etsin ki, endüstriyel işçi sını­fının handiyse doğduğu top­raklar diyebileceğimiz ülkede “Amerikan işçi sınıfı” dendi­ğinde sanki bir oksimorondan bahsediyormuşuz gibi kaşlar kalksın.

Pek öyle filmlere konu ol­mayan bir hadise, bugün dün­yanın çoğu ülkesinde kazanıl­mış 8 saatlik çalışma hareketi mesela, esasen 18. yüzyıl so­nunda Philadelphia’daki işçi­lerin daha kısa süre çalışmak için ayaklanmasıyla başlıyor. Üstelik kardeşlerimizin tale­bi henüz 8 bile değil, 10 saat. Düşünün artık günde kaç saat çalıştırdıklarını! Tabii en bü­yük kısmı kamu kaynaklarıyla, yani bizim paramızla kotarı­lan teknolojik gelişim, üretimi hayvan gibi artırdığı hâlde biz niye hâlâ günde 8, haftada 40 saat çalışıyoruz o da bambaş­ka bir konu.

Tarihlerimiz 1886’yı gös­terirken Chicago’da işçiler da­ha önce verdikleri ültimato­mu uyguluyor ve 1 Mayıs 1886 itibarıyla genel greve gidiyor­lar. 80 bin işçi, pek kıymet­li bir kardeşimiz olan Albert Parsons öncülüğünde, günü­müzde şehrin en ünlü alışveriş caddesi olan Michigan Bulva­rı’nda yürüyor. İşte tarihin ilk 1 Mayıs korteji bu.

1 Mayıs’ta başlayan grev dalgası sürüyor ama işçilere bu en temel insani hakkı ver­memekte direten bazı fabrika­törler, parayla tuttukları Pin­kerton ajanlarını (#tarih’in 16. sayısında bu tarihin ilk detek­tiflik acentasının ne denli şe­refsiz olduğunu anlatmıştım) işçilerinin üzerine salıyor ve 3 Mayıs’ta çıkan çatışmalar­dan birinde dört işçi kardeşi­miz kayıtlara göre polis, gör­gü şahitlerine göre Pinkerton ajanları tarafından vurularak hayatını kaybediyor. Bu katli­amı protesto etmek için ertesi akşam yağmur altında birara­ya gelen ve çoğunluğu Alman kökenli anarşistlerden oluşan bir grubun düzenlediği göste­ride, polislerin ortasında ansı­zın bir bomba patlıyor ve po­lis de ateş açıyor. Sonrası kan, vahşet…

Henüz “politik doğrucu­luk”la tanışmamış ülkenin önde gelen gazeteleri işçileri suçlu ilan ederek “Tıpkı gay­ri-medeni Kızılderililer gibi bunları da öldürmeliyiz” gibi cümlelerle süslü yazılar ya­yımlıyor. Polis derhal birkaç gün önce 80 bin işçiyle yürü­yen Albert Parsons ve 8 kişiyi “kendi düzenledikleri göste­ride polise bomba atmakla” suçlayarak tutukluyor. 1.5 yıl süren yargılamanın ardından Parsons’la beraber işçi lider­lerinden üçü de son sözlerini söylemelerine izin vermeden asılıyor. Düşünürseniz, o gün orada darağacında öldürdükle­ri sadece işçi sınıfının kıymet­li insanları değil, aynı zaman­da 8 saat hareketi.

İşte hem o ültimatomun hem de sonrasında bugün Chi­cago şehrinin tam da merke­zinde yer aldığı hâlde hemen hiçbir turist rehberinde bu­lamayacağınız Samanpazarı Meydanı’nda yaşanan katli­amda ölenlerin ve sonrasında asılan işçi liderlerinin anısına, Amerikan işçi sınıfı hareketi 1 Mayıs’ı işçi bayramı olarak kutlamaya başlıyor. Üstelik 2. Enternasyonal’de bunu ulusla­rarası bir bayram olarak öne­riyorlar ve bu kabul ediliyor.

Peki Amerika bu durum­da ne yapıyor? Sırf İşçi bay­ramı, sosyalistler ve anarşist­lerle beraber anılmasın diye, Paris’te düzenlenen Sosyalist Enternasyonal toplantısından birkaç yıl sonra bayramın “her yıl Eylül ayının ilk pazartesisi” kutlanacak şekilde kabul edil­mesini sağlıyor.

Bu vesile ile ister bilgisa­yar, ister makine başında; ma­dende, fabrikada, plazada ya da ev içinde çalışan tüm işçi kardeşlerimin bayramlarını cân-ı gönülden kutlarım.