Osmanlı saray nakkaşları, mensup oldukları sarayın Harem dairesini gözleyip tasvir etmeyi akıllarından bile geçirmemiş gibidir. Burası “mahrem/korunan” bir alandı ve saraylı kadınların tasvirine dair günümüze çok az minyatür ulaştı. Levnî Abdülcelil Çelebi bunların kurgusal versiyonlarını çizmiş. Ancak sokak minyatürcüleri için Harem’i görmek hayal dahi değildi; içini düşlemek ise serbestti.
Harem kelimesi, Akkadca “örtmek, gizlemek, tecrit etmek” manasına gelen “haramu”dan geliyor. Arapçada “korunan, mukaddes, saygın” anlamları kazanmış. Batılı elçilerin ve onların anlattıklarına dayanan oryantalistlerin Harem tasvirlerinin tamamına yakını hayal ve fantezi olarak anılıyor. Osmanlı minyatürü ise bütün detaylardan soyunmuş bilindik gerçekçiliğiyle, kaçamak bir bakışla da olsa Harem’e bakmayı başarabilmiş. Elbette daha çok sokakta çizim yapan minyatür ustalarının, yani çarşı ressamlarının eliyle.
Çarşı ressamları, Metin And’ın tanımlamasıyla, atölyeleri ve müşterileri sarayın dışında bulunan, sipariş üzerine çizim yaparak herhangi bir metne dayanmayan tasvirler üreten insanlardı ve ilkin 17. yüzyılda görünmüşlerdi. Saray nakkaşlarından ayrıldıkları temel nokta, daha yalın olmaları ve tarih, savaşlar gibi alışılmış konuların yerine gündelik hayata odaklanmalarıydı. Bunun dışında elbette ortak bir İslâmi tasvir kültürünü paylaşıyorlardı. Meraklı Batılı ziyaretçiler hem görmediklerini görebilmek hem de tanık olduklarının hatırasını saklamak için bu çarşı ressamlarına padişahı, kadınları, sokak satıcılarını ve tabii “masalsı” Haremi tasvir ettirdiler. Onlar da muhakkak ki, girilmesi ve bakılması yasak olan bu mekânı ve insanlarını hayalî veya işittiklerine dayanarak betimlediler. Belki bazılarının geveze Harem Ağası dostları vardı, kim bilir? Saray nakkaşlarının çoğu, böyle bir fikre “haşa ve kella” diyecek adamlar olsalar da birkaçı padişahı kadınıyla birlikte çizmeye cesaret edebilmiştir.