Kasım
sayımız çıktı

Hep hatırlayacağız onları silinmez izler bırakanları

İlerde hiç de anmak istemeyeceğimiz 2016 senesi, yitirdiğimiz insanlar bakımından da büyük üzüntülere yol açtı. Sanat, edebiyat, siyaset ve akademi camiasının birçok önemli ismi, arkalarında unutulmayacak eserler bırakarak bu dünyadan göçtüler. Ozan Sağdıç’ın fotoğraflarında yaşayan ve hep yaşayacak olan kıymetler… 

Geçen sene, gerek sanatçı dostlardan gerek kamu görevlileri ve siyaset âleminin ünlüleri ve iş dünyasından pek çok kaybımızın olduğu bir yıldı. Anımsayamadıklarımız bir yana, bir çırpıda aklımıza geliveren, geçen yılın kayıp bilançosu şöyle: 

Kültür dünyamızın kalemiyle geçinen şair, yazar, gazeteci grubundan kayıplarımız: Ocak ayında Tahsin Yücel; Mart’ta Kurtul Altuğ, Ahmet Oktay Börtücene; Haziran’da Hakkı Devrim, Metin Yalman; Ağustos’ta Vedat Türkali; Ekim’de Altemur Kılıç, Nail Güreli; Kasım’da Mete Akyol; ve Aralık’ta Bertan Onaran. 

Gerek klâsik müzik, gerek popüler müzik alanına topluca göz attığımızda, Türk popuna imza atanlardan Ergüder Yoldaş Ocak ayında, Attilâ Özdemiroğlu ise Nisan’da. Mayıs’ta hem soprano hem sınır aşan dansözümüz Romalı Perihan; Haziran’da yine Türkiye’den çok dışarda ünlenen Gitarist Asım; Temmuz’da opera sanatçımız Atilla Manizade, pop şarkıcı Işıl German; Ağustos’ta şarkılarını kendi yazan Naşide Göktürk; Eylül’de soprano Leylâ Demiriş; Ekim’e Türk sanat müziği bestecisi Ömer Sami Güpgüp. Son olarak da Kasım ayında besteci İlhan Baran. 

Sahne ve beyazperde sanatçılarımızdan kayıplarımıza gelince… Nisan ayında oyuncu ve yönetmen Çetin İpekkaya; Mayıs’ta ilk renkli filmimizin yıldızı Heyecan Başaran, Oya Aydoğan; Haziran’da Tanju Gürsu, Nezih Tuncay; Temmuz’da Leylâ Sayar; Eylül’de Tarık Akan; Ekim’de Deniz Tanyeli; Kasım’da Gönül Ülkü, Mete Dönmezer ve Erdal Tosun. 

Siyasetçilerden sporculara… 

Geçen yıl plastik sanatlarla uğraşan sanatçılarımızdan pek kaybımız olmadı çok şükür. Ağustos’ta yitirdiğimiz İstanbul Operasının baş dekoratörü Acar Başkut kayda değer. Bu arada yaşamlarını Ankara’da sürdürmüş iki meslektaşım, fotoğraf sanatçısını anmak gerekir: Haziran’da Sıtkı Fırat, Ağustos’ta Dursunali Sarıkoç. 

Akademik camiadan kayıplar ise: Şubat ayında Sabancı Üniversitesi eski rektörlerinden Matematik profesörü Tosun Terzioğlu; Haziran’da İlâhiyat profesörü Yaşar Nuri Öztürk, sanat felsefesi, estetiği ve sosyolojisi üzerine değerli eserler bırakmış olan Sıtkı Erinç Hoca; Temmuz’da çok değerli tarih profesörümüz Halil İnalcık, bir zamanlar TRT Genel Müdürlüğü de yapmış olan iktisat profesörü Nevzat Yalçıntaş. 

Siyasilerden Ocak ayında yitirdiğimiz Kamer Genç ile şu satırların yazıldığı sıralarda vefat eden Sayın İsmet Sezgin’i sayabiliriz. 

Büyük sanayi kuruluşu sahiplerinden Ocak ayında Halis Toprak, Mustafa Koç; Mayıs’ta da İbrahim Bodur; Ağustos sonunda yitirdiğimiz Kavaklıdere Şarapları Yönetim Kurulu Başkanı olmakla birlikte daha çok Sevda Cenap And Vakfı başkanlığıyla anılan Mehmet Başman. 

Ve spor dünyamızdan millî güreşçi Müzahir Sille’yi Mayıs’ta, millî kalecimiz Turgay Şeren’i Temmuz’da yitirmişiz. 

Fotografik hafıza bakımından, foto muhabirlerinin tuhaf bir kaderi var. En azından benim için öyle… Kimi zaman beş on dakikalığına karşınıza çıkan biri olur; hemen kameranıza davranıp fotoğrafını çekersiniz, arşivinize girer. Bazen de yıllarca birlikte olduğunuz bir kişinin varlığına öylesine alışırsınız ki, çok yakın bir dostluğunuz olsa bile, o hep öyle mevcut olacakmış gibi fotoğrafını çekmeyi ihmâl eder, ertelersiniz. Ve bir gün elinizin altından kayıverir, yazıklanır durursunuz. Bu sayfalarda fotoğrafını çekmiş olabildiğim kişileri anlattım. Hepsi de güzel, önemli ve iz bırakan insanlardı. Rahmetle, saygıyla anıyoruz. 

TAHSİN YÜCEL

Dillerin ustası hakiki bir aydın 

Prof. Dr. Tahsin Yücel, roman ve öykü türünde yazıları, eleştirileri ve tercümeleriyle, akademik kişiliğinin çok ötesinde ürünler vermiş bir aydındı. Galatasaray Lisesi’nde öğrenmeye başladığı ve daha sonra İÜ Edebiyat Fakültesi Filoloji bölümünde geliştirdiği Fransızca, onu bu dilin ardındaki kültüre yaklaştırmıştı. Fransızcadan yaptığı çeviriler dağlar gibi. Ayrıca araştırmaları, akademik tezleri, bildirileri, makaleleri o kadar çok ki… 

Ya özgün yerli Türkçe yapıtları, romanları, öyküleri ve aldığı sayısız ulusal, uluslararası ödül… O kadar çok ki, yazmaya bir ömür, listesini yapmaya sayfalar yetmez. 

Onunla birkaç kez karşılaşmış, birkaç söyleşisinde, katıldığı panelde, fuarlarda izlemiştim. Çektiğim fotoğrafı yedi sekiz yıl önce, bir zamanlar Ankara’nın gözbebeklerinden Kare Kitabevinin periyodik imza günlerindeki söyleşisinden sonraki sohbet sırasında çekmiştim. Kendisini 22 Ocak’ta yitirdik. 

ATİLLA MANİZADE

Muhteşem sesli unutulmaz sanatçı 

Atillâ Manizade, İstanbul Operasının çok değerli baslarından biriydi. Kıbrıs kökenli, muhteşem bir ses. Devlet sanatçısı. 1998 yılı Devlet Sanatçıları arasında aynı listedeydik. Onu da 11 Temmuz’da yitirdik. 

İTÜ’de mimarlık okumuştu, ama o mesleğini opera sanatçısı olarak sürdürmeyi yeğledi. Belediye Konservatuvarına devam etmişti. Sanatını Almanya’da geliştirdi. Sonraları da, İstanbul Devlet Opera ve Balesindeki aktif sanatçı ve yönetici görevlerinin yanı sıra konservatuvarda dersler vermeyi sürdürmüştü. 

Onunla ilk kez 1970’li yıllarda Topkapı Sarayı Bab-ı Hümayun’da sahneye konulmuş olan Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operasının ilk icrası sırasında tanışmıştık. Gerek İstanbul, gerek Ankara Devlet Operasında onu kimbilir kaç kez alkışlamıştık. Adnan Saygun’un heykelinin açılış töreninde yanyanaydık. Hiçbir zaman sıcak ilgisini esirgemeyen, beyefendi bir sanatçıydı. 

TURGAY ŞEREN

Türk sporunun yıkılmaz kalesi

Millî futbolcumuz, Galatasaray kulübünün efsane kalecisi Turgay Şeren’i 7 Temmuz’da yitirdik. Onun spor alanındaki başarılarını öğrencilik yıllarımızdan beri hayranlıkla, gururla izlemiştik. 1932 doğumlu Turgay’ın adını, yaver yardımcısı babasının ricası üzerine Atatürk “Türkay” olarak koymuş. Ancak söyleniş zorluğu dikkate alınarak, nüfusa Turgay olarak kaydedilmiş. Kendisi hakkında en dikkate değer hadiselerden biri, 1951’de Batı Almanya ile karşılaştığımız millî maçta yaptığı olağanüstü kurtarışlarından dolayı kendisine “Berlin Panteri” lakabının yakıştırılmış olmasıdır. 

Aslında futbol delisi değilimdir, bu bakımdan pek az maça gitmişimdir. Ama gazetecilik gereği, ya çok önemli lig derbileri ya da millî maçlar olunca, uzağında kalınamıyor. Turgay Şeren’in bu fotoğrafını, Ankara 19 Mayıs Stadyumunda kaptanlık görevini de üstlendiği yine bir Türkiye – Federal Almanya millî maçında, kaptanların selamlaşma ve bayrak değişimi sırasında çekmiştim. O maçı galiba 1-0 galibiyetle bitirmiştik. 

Turgay futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlük, sonrasında Milliyet gazetesi ile bazı televizyonlarda yorumculuk yaptı, hizmete devam etti. 

KURTUL ALTUĞ

Gözüpek gazeteci

Gazeteciliğe hemen hemen benimle aynı tarihte ve Son Posta gazetesinde başlamıştı. Çok geçmeden Akis dergisinin kadrosuna alındı. Akis, Amerikan Time dergisinden örnek alınmış, redaktörlüğünü sahibi Metin Toker’in yaptığı, DP hükümetine muhalif bir siyasi dergiydi. Kurtul, Metin Toker’in en yakın elemanı, dahası o genç yaşında derginin yazı işleri müdürü olmuştu. 

DP, tam basın özgürlüğü vaadi ile iktidara gelmişti. Ancak 1954’den itibaren, Adnan Menderes hükümetinin kendi ekonomik ve siyasi yanlışları yüzünden ülkeyi soktuğu sıkıntılar dillendirilmeye başlanınca, basına yönelik tutum giderek sertleşmişti. 1954’te ve 1956’da “kötü niyete matuf” yayınlara kısıtlama ve cezalar getirilmiş, gazete kâğıdı ithali ve dağıtımı devlet tekeline alınmıştı. Dergi 300. sayıya ulaşmışken Metin Toker ve Kurtul Altuğ hapse atılmıştı. Onun ilk fotoğrafını, 27 Mayıs sonrası özgürlüğe kavuşan gazetecilerden biri olarak, tahliye edildiğinin hemen ertesi günü Akis dergisinin Rüzgârlı Sokak’taki yönetim yerinde, 301. sayının hazırlık çalışmaları sırasında çektim. Ve o günden itibaren arkadaş olduk. 

MEHMET BAŞMAN

Kavaklıdere’den içilen bir müzik

Cenap And, bir Rumeli göçmenidir. Ankara’da ilk şarap üreticisi. Şimdi üzerinde ünlü bir AVM’nin, uluslararası büyük bir otelin ve bazı apartmanların yükselmiş olduğu arazi bomboşken, Kavaklıdere’de bir bağ, bir de şaraphane kurar. Bu arazinin eteğine de Filibe’deki baba evinden esinlenilmiş hoş bir villa yaptırtır. Eşi de bu araziye doğru uzanan ünlü caddeye adını veren Tunalı Hilmi Bey’in kızı Sevda Hanım’dır. Klasik müziğe gönül vermiş bu çift, evlerini sanatçılara da açmıştı. 1940’ta kurulan “Ses ve Tel Birliği”nin oda konserlerine ve ünlü solistlerimizin resitallerine yıllarca ev sahipliği etmiş, bir sanat yuvası haline gelmişti bu şirin ev. 

1958 yılında Sevda Hanım ile arkadaşı Gazi Eğitim Enstitüsü müdiresi Vedide Baha Pars evin önünden caddenin karşısına geçmeye çalışırlarken kendilerine bir araç çarpar ve ikisi de vefat eder. Eşini yitiren Cenap Bey, uzun bir süre sonra değerli eğitimcilerimizden ve Milli Eğitim Bakanlarımızdan Avni Başman’ın kızı Cevza Hanım’la evlenir. Ailenin çocukları yoktur. Şirketin yönetim kurulu başkanı, Cevza Hanım’ın kardeşi Mehmet Başman’dır. 

Başarılı olmuş aile şirketleri elbette servet sahibidir. Ama bunların arasında servetlerinin ciddi bir bölümünü vatan millet hayrına kültür ve sanata vakfedenlerin isimleri ölümsüzlüğe kavuşur. Örneğin üniversiteleri, eğitim vakıfları, müzeleriyle, sanat festivallerinin sürekli sponsorluğunu üstlenmiş Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı gibi aileler, toplumsal itibarlarını bu türden girişimlere borçludurlar. İşte böyle kurumsallaşmış yapıların Ankara’daki örneği de, Sevda-Cenap And Müzik Vakfıdır. 

Mehmet Başman makina mühendisiydi; bir çok projede çalıştıktan sonra Kavaklıdere şirketinin başına geçmişti. Başarılı bir işadamı olması yanında, her yıl bir ay kadar süren müzik festivalinin, yine her yıl bir müzisyene altın madalya verilmesi törenlerinin ve müzik yayınlarının saat gibi işlemesinin arkasındaki isimdi. Tüm bunları sevecenlikle, üstelik MEB Şura Salonunu adam ederek yürütmüştü. 

Muzip yaratılışlı, şakacı ve sevimli bir insandı. Arı gibi de çalışkandı. 22 Ağustos sabahı yüce yüreği susuverdi. 

HALİL İNALCIK

Şeyhülmüverrihin: Tarihçilerin kutbu 

Ona “Türk Tarihi’nin Herodot’u” dense yeridir. Nasıl ki Herodot’a “Tarihçilerin Babası” deniyorsa, bizim tarihçilerimiz de Halil İnalcık’ı “Şeyhülmüverrihin” (Tarihçilerin şeyhi, kutbu) olarak ilan etmişlerdi. 

Chicago Üniversitesi’nde Osmanlı tarihi kürsüsünü kurup yirmi yıl kadar da çalıştıktan sonra yine Ankara’ya dönmüş ve bu kez Bilkent Üniversitesinde tarih bölümünü kurmuştu. Ben Hoca’yı Ankara’ya bu dönüşünden sonra izlemeye başlamıştım. Türklerin tarihini yabancı gözüyle değil de bizim gözümüzle yazmayı kendisine amaç kabul ettiğini söyleyen İnalcık, özellikle Osmanlı uygarlığı merkezinde yoğunlaşan en orijinal dokümanlara ulaşarak, onları inceleyerek, tahlil ederek çok önemli eserlere, adeta bir padişah tuğrası değerinde imzasını atmış muhteşem tarihçiydi. 

Bunca eseri ortadayken, onlardan söz açmak bizim için haddini bilmezlik olur. Bu büyük tarihçimizin kendisi de, eserleri de tarihimize büyük harflerle geçmiştir. 

ALTEMUR KILIÇ

Basının duayeni, bir devrin tarihi

Altemur Kılıç, Atatürk’ün arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu, futbolcu Gündüz Kılıç’ın kardeşiydi. Gazetecilik mesleğinde muhabirlik, yazarlık, yazıişleri müdürlüğü, dergi sahipliği gibi her pozisyonda bulunmasının yanında devlet hizmetinde de Basın Yayın Genel Müdürlüğü, Washington ve Bonn Büyükelçiliklerinde basın müşavirliği, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Başmüşavirliği, Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliğinde orta elçilik gibi görevleri üstlenmişti. 

Onun en çok dillendirilen yönlerinden biri son derecede dalgın ve unutkan olmasıydı. Bakanlık müşaviriyken (Nihat Kürşat’ın mı yoksa Ali İhsan Göğüş’ün bakanlığı zamanı mıydı tam olarak kestiremiyorum), bir gün Bakanla günlük konuşmasını yaptıktan sonra odadan ayrılırken kapıya kadar gitmiş, sırtı Bakana dönük, kapıyı içerden parmağıyla tıkırdatmış, bekliyor. Bakan arkasından seslenmiş: “Çıkabilirsiniz Altemur Bey”. Nur içinde yatsın. 

İLHAN BARAN

Unutulmaz eserler, öğrenciler bıraktı

Besteci İlhan Baran’ı, 1960’ta Ankara’ya yerleştikten hemen sonra tanıdım. Aralarında eşim Olcay Elderoğlu’nun da bulunduğu ve Cebeci’deki Devlet Konservatuvarında aynı yıllarda okumuş, bir-iki yıl arayla mezun olmuş bir grup öğrenciydiler: Tenor Cemil Sökmen, piyanist Filiz Ali, arpist Uğurtan Aksel, kemancılardan Atilla Işıksun, Orhan Şekeramber, kontrbasla başlayan, sonradan kompozisyon bölümüne devam eden İlhan Baran… O tarihten itibaren bizim büro İlhan’ın sık sık uğradığı bir mekân olmuştu. 

Yaşı ilerledikçe, giderek kendini izole etmeye başladı. Sanırım terketmediği tek şey, değer verdiği öğrencileriydi. Benim bildiklerim Fazıl Say, Muhittin Dürrüoğlu ve Oya Ünler. Ama elbette onun çok daha fazla kıymetli öğrencileri olmuştur. Aynı zamanda ünlü operacımız Ayhan Baran’ın kardeşiydi. Müziğin her dalında en değerli hocalardan feyz almış, çağdaş görüşle çok geniş bir yelpazede değerli öğrenciler yetiştirmiş bir müzisyen ve eğitimciydi. Cenazesinde kullanılan fotoğrafı, benim çektiğim ve onun en sevdiği fotoğrafıydı. 

İSMET SEZGİN

Sevmeyenlerinin bile abisi olmuştu

İsmet Sezgin politikaya 1952’de atılmıştı ama, biz onu 1961 seçimlerinde milletvekili seçilip Ankara’ya geldiği günlerden sonra tanıdık. 1969’da Demirel hükümeti zamanında Gençlik ve Spor Bakanlığı kuruldu. İlk bakanımız o oldu. Sonrasında çeşitli kabinelerde önemli bakanlıklarda bulundu; son olarak kendisini TBMM başkanlığı mevkiinde gördük. 

Sıcakkanlı bir insandı, herkesin derdine tek tek içtenlikle ortak olurdu. Siyaset ortamında şiddetli bir ihtirasa kapılmadan tutarlı ve yapıcı bir rol oynadı. Doğal olarak ve hakkıyla, küçük-büyük herkesin, hatta kendisiyle siyaseten çok farklı düşünen insanların bile “İsmet Abi”si oldu. 

İsmet Abi, mesleklerinde çok başarılı, soylu bir aileye mensuptu. Kardeşi Mukadder Sezgin Turizm Bakanlığı müsteşarlığı, başdanışmanlığı ve yıllarca Paris kültür ataşeliği görevlerinde bulunmuştu. Bir diğer kardeşi Özer Sezgin ile yeğeni dışişlerinde çalıştılar, Aydın Sezgin de aynı çizgide aktif görevler üstlendi. Kızı Seynan Levent başarılı bir sunucu, yeğeni Murat Karahan ise Arena di Verona’da sahne alacak kadar ünlü bir tenor oldu. Kendisini hep hayırla anacağım.