Geçen sene, Börklüce isyanının 600. yılı dolayısıyla düzenlenen sempozyumda sunulan bildiriler, kapsamlı bir kitap haline getirildi. Şeyh Bedreddin ve dönemindeki kalkışmaları anlamak yolunda yapılan çalışmalar; henüz merkezileşmemiş bir imparatorlukta, mezheplerarası belirsizliklerin sürdüğü bir ortamda meydana gelen hadiseleri aydınlatmayı amaçlıyor.
Börklüce isyanının 600. yılı vesilesiyle yerli-yabancı akademisyenlerin yanısıra konu hakkında çalışan herkese açık, pek de geleneksel olmayan bir sempozyum düzenlemiş Akdeniz Akademisi.
1416’de Karaburun’da patlak veren bu isyan hakkında bilinmeyenlerin bilinenlerden fazla olması, katılımcılara bir fetih duygusu vermiş. Çok sınırlı kaynakların farklı okumaları ve bunların başka kaynaklarla bezenmesiyle, çok bilindiği sanılan bu konu hakkında yeni ve daha derli toplu sorular üretilmiş.
Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu adlı kapsamlı eser, bu etkinlik dolayısıyla sunulan bildirileri biraraya getiriyor. Önsözde belirtildiği üzere “geçen altı yüz yıla rağmen ayaklanmanın günümüz kültür, folklor, edebiyat ve siyasetinde süregelen muhalif, isyancı ve devrimci mirası” Börklüce’yi ve aslında onun şahsında, “huruç eden” onbinlerin mücadelesini güncel kılıyor.
Şeyh Bedreddin’in adıyla anılan ve onun müridi olarak takdim edilen Börklüce Mustafa ile devamında Manisa’da Torlak Kemal isyanı ile ilgili birinci elden iki tarihsel kaynak var. İlki, 14. yüzyıl başlarında Foça’da Venedikliler adına çalışan ünlü Bizans tarihçisi Dukas’ın aktardığı gözlemler. İkincisi ise Şeyh Bedreddin’in öldürülmesinden kırk yıl sonra torunu Halil b. İsmâil’in dedesini “aklamak” için yazmakla birlikte, Bedreddin hakkında eşsiz bilgiler sunan (örneğin Yunus Emre şiirleri ile ilişkisi gibi) Menâkıbnâme.
Ancak bu toplumsal hareketler sadece bu iki kaynak çerçevesinde açıklanmaya çalışıldığında, insanların yaşadıkları dünyayı ve onların özlemlerini anlamak oldukça zorlaşıyor. “Musa Çelebi ile Mehmet Çelebi arasındaki bir taht kavgası esnasında yenilmeye mahkûm olanların bir tür bozgunculuğu” olarak tarif edilen bu hareket, elbette çok daha geniş siyasi-toplumsal analizleri hakediyor. İzmir-Karaburun’da köylülerin isyanı, aynı dönemde Avrupa’da benzer taleplerle ortaya çıkan köylü isyanlarının yanısıra Küçük Asya ve İran gibi coğrafyalarda farklı bir dünya tahayyüllü hareketlerle birlikte ele alındığında, dar “taht kavgaları anlatımı”nın ne kadar eksik kaldığı görülmekte.
Sempozyum konuyla ilgili bilinenlerden çok, bilinmeyenlerin daha fazla olduğunu açıkça ortaya koymakta. Eski bilgileri tazelerken, farklı bakışaçılarıyla bu bilgilerin geleneksel kullanımının ötesine geçen; bu sınırlı kaynakları yeniden değerlendiren, yorumlayan açılar, katkılar sunuyor. Öte yandan yeni bilgi-bulgular da sempozyum ve kitabın değerini arttırıyor.
Dukas “…mülkiyetsizlik vaazedip; kadınlar hariç, yemekler, elbiseler, tarlalar her şeyin ortak olduğunu ilan etmiş… Bu imana tüm hoyratları kandırmış; üstelik Hıristiyanlarla arkadaşlık için de çaba sarf ediyormuş” diye takdim eder Börklüce Mustafa’yı. Şeyh Bedreddin öne çıksa da isyanın toplumsal ve siyasal yönü açısından Börklüce’ye maledilen sözleri; basit bir tepkinin ötesine geçen toplumsal hareketlilik; başkaldıran insanların mezhepsel ve toplumsal karmaşık bileşimi; Karaburun’daki hadiseye özel bir önem kazandırıyor. Nâzım Hikmet’in, Şerafettin Yaltkaya’nın 1924’teki Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin kitabından hareketle yazdığı olağanüstü şiiri, Şeyh Bedrettin ve müritlerini tarihin unutturulmuşları arasından çekip çıkarmıştı. Literatürde ise Börklüce ve hele Torlak Kemal hakkında bilinenler neredeyse yok derecesinde. Oysa Osmanlı tarihi açısından görmezden gelinen temel bir unsurun, özne olarak köylülüğün en belirgin biçimde ortaya çıkışında bu iki ismin özel bir yeri var. Sempozyumun işlediği konu çerçevesinde, ayaklanan onbinlerce köylünün (Börklüce kentte çarmıha gerildiğine göre buralarda da taraftarı vardı) hangi saiklerle biraraya geldiğini anlamaya çalışmak, taht kavgalarından çok daha hayati bir mesele olarak günümüze taşınmakta. Tek başına ele alınabilen nedenlerle açıklanamayacak olan bu ayaklanma (ve benzerleri), belli ki tarihten silinmeye çalışılmıştır. Sultan I. Mehmed’in 100 bin kişilik bir orduyla bastırabildiği, bu harekattan önce iki kez ordularının yenildiği gözönüne alınırsa, en azından bölgede yaşayan halkın benimsediği bir isyandan sözedildiği anlaşılır.
Öncelikle, henüz tam olarak merkezileşmemiş bir imparatorlukta, mezheplerarası belirsizliklerin sürdüğü bir ortamda bulunuyoruz. Bu bakımdan sonraki ve bugünkü ayrımlara göre bir değerlendirme eksik kalmaya mahkum. Ayaklanmaya katılanlar arasında Hıristiyan ve Yahudilerin de bulunduğu gözönüne alındığında, bu mistik de olsa “dinsel” olmayan bir tahayyül peşinde koşan, çok farklı etkileşimler içindeki “köylü” kitlesinin açıkça bir alternatif dünya, bir “alternatif toplum tasavvuru”na sahip olduğu çoğu defa atlanmakta. Üstelik bu alternatif tasavvurun hem bu coğrafyada hem çevre toplumlarda da bir geçmişi var. Dolayısıyla bu hareketleri kabaca “isyan” ile sınırlamak mümkün değil. Mülkiyet ortaklığının bir gelecek tasavvuru kadar, insanların yakın geçmişinde de -hele o dönem- varolan bir arayış-hatırlayış olduğu da hesaba katılmalı. Bu hareketlerin siyasetten azade sadece bir sosyal tepki olarak görülmesi, siyasetin özellikle devlet katında icra edilebileceği yanılgısından kaynaklanmakta. Devletin yaptığı siyasetse ona karşı yapılan da siyasettir.
Ahmet Arslan’ın açılış oturumunda “Osmanlı İmparatorluğu demode bir imparatorluktur” diye özetlenebilecek sunumu ise, kuruluş dönemi üzerine yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Sempozyum bağlamında, tasavvuf ehlinin bu dönemde toplumdaki önemli rolüne değiniliyor. Yani isyancıların söylemi, ahaliye hiç de yabancı bir söylem değildi.
Ahmet Yaşar Ocak, konar göçer Kızılbaş Türkler’in ihtilalci mehdilik hareketlerine dikkati çekerken, İran’da resmî dinleri Zerdüştlük olan Sâsâniler’in eziyet ettiği Nüniheistlerin bir kısmının Anadolu’ya gelip Hıristiyanlıkla ilişkilenmeleri sonucu Pavlikanlar’ın ortaya çıktığını ve buradan Avrupa’ya uzayan bir zincirde ortaklaşmacı diyebileceğimiz akımların devam ettiğini belirtir. Yani Sünnî olmayan tasavvuf erbabının “yerel” kaynakları arasında, İran’dan esen rüzgarların izleri silinmemişti.
Âşıkpaşazâde’nin Börklüce’nin “ayin” yaptığına dair bir ibaresi ise, ayaklananların dinî inançlarının pek de kesin olmadığının bir göstergesi olarak not edilmekte. Börklüce Mustafa’nın çarmıha gerilmiş olması ve ölürken söylediği Hıristiyan geleneğindeki “yetişin efendimiz”e karşılık düşen “Dede Sultan eriş” sözleri de buna eklenmeli.
Ancak Ahmet Arslan’ın sözüyle “Tasavvuf, akıl ile nakil arasındaki tartışmadan bıkan, kaçan adamların sığındıkları bir alandır… Onunla dünya inşa edemezsiniz”. Londra Üniversitesi’nden Yure Stoyanov ise ilginç bir yaklaşımla, Bedreddin’in de Börklüce’nin de “sürmekte olan ayaklanmacı hareketlere elebaşı olarak değil de katılımcı olarak eklemlenmiş” olup olmadıklarına dair önemli bir soru ile karşımıza çakmakta. Öte yandan kayıtlara göre de iki isyan arasında (Bedreddin ve Börklüce) hem toplumsal taban hem amaç bakımından bir örtüşme olup olmadığı da tartışmalı. Börklüce isyanının uluslararası tarih yazımında 19. yüzyılda başlayan yolculuğu, bu sempozyumun da gösterdiği üzere tükenecek gibi değil. Kitap, geçen sene gerçekleşen bu önemli sempozyumdaki bildirileri biraraya getiriyor.