Kasım
sayımız çıktı

Irk değil, dil-din değil; milleti millet yapan nedir?

Ernest Renan’ın 1882’de sorduğu “Millet Nedir?” sorusu bugün de güncelliğini koruyor. Renan ve ardıllarında “millet”i tanımlamak, varolan dünya hâllerini izah etme çabasıydı. Dünden bugüne “emperyalist” bir durakta tıkanan evrensel görüşler; folklorik özellikler ve efsaneler; “halk”a çok yakın bir anlam taşımakla birlikte devletle de haşır neşir olan “millet”; dil, ekonomi gibi nesnel kriterlerin ötesinde millî kimlik, millî kültür ve millî bir siyasal hareket…

Ernest Renan bundan 140 yıl önce 11 Mart 1882’de, Sorbonne’da “Millet Ne­dir?” başlıklı bir konferans ver­di. Milletin ne olduğunu tanım­lama konusunda ilk derli toplu girişim olarak tarihe geçecek konferans, henüz ne Cemiyet-i Akvam’ın ne Birleşmiş Millet­ler’in ortaya çıktığı bir dönem­de verilmişti; fakat milletlerin doğum tarihi tartışmalı olsa da o dönemde de birbirlerini boğaz­layacak kadar gerçek oldukları muhakkaktı.

Dönemin allamesi sayılan, şarkiyatçı, dilbilimci ve tarih­çi Renan, birinci cildi “İsa’nın Hayatı” olan 7 ciltlik Hıristi­yanlığın Tarihi eserini tamam­ladığında; İsa’nın biyografisini herhangi bir insanın biyografisi olarak ele aldığı, İncil’in de diğer tarihsel belgeler gibi eleştirel bir okumaya tabi tutulması gerekti­ğini belirttiği için Katolik Kilise­si’nin öfkesini çekmişti. 1870’de Fransa’nın Prusya’ya karşı mağ­lup olup Alsace-Lorraine böl­gesini kaybetmesinden sonra, özellikle Almanların “milletin ırkın bir ürünü olması gerektiği” görüşünden radikal bir biçimde farklı bir millet tanımı arıyordu.

Renan, konuşmasına tem­kinli bir giriş yaparak önceden dinleyicilerini ikaz etti:

“Sizinle birlikte, görünüşte açık olmakla beraber en tehli­keli yanlış anlamalara meydan veren bir fikri incelemek istiyo­rum. İnsan cemiyetinin şekilleri çok değişiktir: Çin, Mısır ve es­ki Babil tarzında insan toplu­lukları; İbrani ve Arap tarzında kabile; Atina ve İsparta tarzın­da site; Akamanişlar, Roma ve Carlovingien imparatorlukları gibi türlü ülkelerden müteşekkil topluluklar; Yahudi ve Parsî ce­maatleri gibi din bağının muha­faza ettiği cemaatler; Fransa, İn­giltere gibi milletler ve bugünkü muhtar Avrupa topluluklarının çoğu; İsviçre, Amerika tarzında konfederasyonlar; türlü Cermen -ve Slav- kolları arasında ırkın veya daha ziyade dilin kurduğu neviden yakınlıklar… Zamanı­mızda ise daha ağır bir hata işle­niyor: Irk ile millet birbiriyle ka­rıştırılıyor; ırk veya daha ziyade dil üzerine kurulmuş topluluk­lara, gerçekten varolan millet­lerinkine benzer bir egemenlik hakkı tanınıyor. Başlangıçta ke­limelerin anlamının azıcık bir­biriyle karıştırılması yüzünden neticede en kaçınılmaz hatala­ra düşülmesi mümkün olan bu güç meselelerde açık sonuçlara iş naziktir, hemen hemen canlı yaratık üzerinde teşrih (derinle­mesine inceleme) yapmaktır”.

Ernest Renan, 1823’te doğduğu yer olan Fransa’nın Tréguier kasabasında, arkasında bilgelik tanrıçası Athena ile tasvir edilmiş.

Renan, ırklardan farklı ola­rak, ulusların ortak bir geçmişe sahip bireylerin gönüllü birlik­teliği temelinde oluşturuldu­ğunu öne sürerek ırk ve ulusu ayırt etmeye çalışmıştı: Bir ulu­su oluşturan şey, aynı dili ko­nuşmak ya da ortak bir etnog­rafik gruba ait olmak değildir; “birlikte harika şeyler yapmış olmak, gelecekte daha fazlasını yapmayı istemek”tir. Bu söylem, çoğu defa, sözleşmeye dayalı bir ulus modeli lehine, Alman tipi ırkçı milliyetçiliğin reddi olarak yorumlanmıştır. Bununla bir­likte, Renan’ın ulusu manevi bir ilke olarak kavrayışı, ırksal bir boyuttan muaf değildi. Renan’ın savunduğu “gündelik plebisit”, “sadece ortak bir geçmişe sahip olanları, yani aynı köklere sahip olanları ilgilendirmektedir.”

Öte yandan Ernest Renan “Millet Nedir?” derken, aslın­da milletleri de bugün bile geçer akçe olan medeniyet skalasına vurarak, sömürgeciliği ırkçı bir fikirle haklı çıkarıyordu: “Geniş ölçekte sömürgeleştirme, birin­ci dereceden siyasi bir zorun­luluktur. Sömürgeleştirmeyen bir ulus, geri dönülmez biçim­de sosyalizme, zenginle yoksu­lun savaşına mahkumdur. Aşağı ırktan bir ülkenin üstün bir ırk tarafından fethedilmesidir” (Er­nest Renan, Entelektüel ve Ahla­ki Reform, 1871).

Renan’ın 3. Napoléon gibi bir serdengeçtinin liberal ka­nadına yakın olduğu gözönüne alınırsa, “millet” tanımının Al­man rekabetiyle malul olduğu, sömürgecilik konusundaki gö­rüşlerinin ise “millet” tanımın­da aradığı evrenselliğin “emper­yalist” bir durakta tıkanmasıyla oluştuğu görülür.

Ernest Renan, 11 Mart 1882’de Sorbonne’da yaptığı konuşmada milletin oluşumunda ırk, dil, din, çıkar birliği ve coğrafya gibi ölçütlere değinmiş ve hiçbirini yeterli bulmamıştır. Ona göre millet, her gün yapılan bir plebisittir

1776’da İnsan Hakları Ev­rensel Bildirgesi’nde “Bütün insanlar eşit yaratılmıştır” den­dikten 1 asır sonra, ırkı milletin temeli olarak görmediğini söy­leyip sömürgeciliği “medeniyet” bile değil “ırk” açısından meş­rulaştıran bir görüşün zamana direnmesi pek mümkün olmadı. Millet üzerine yapılan tanımla­maların sürekli bir dizi istisna ile çelmelenmesi, herhangi bir bilimsel tanım yapılamayacağı­na yönelik kanaatin güçlenme­sine neden oldu.

Renan her ne kadar ortak manevi değerlere vurgu yapmış­sa da “geçmiş”i buna eklemekte de bir mahsur görmemişti. Böy­le olunca millet gibi modern bir kavrama anında folklorik özel­likler, efsaneler gibi ezeli ve ebe­di bir boyut eklenmişti.

Bölünmez bütün

Adı sanı belli milletlerin, koca koca devletlerin ve dolayısıy­la savaşların gerçek olduğu bir dönemde tanım peşinde koşma ihtiyacı, insan topluluklarının geçirdiği evreleri sınıflandırma gayretinin de ürünüydü.

Öte yandan Fransız Devri­mi gibi yeni kavramların üretil­mesini gerektiren bir hadiseden sonra, “halkların baharı” denen 1848 Devrimleri sırasında, mil­letin bir bütün olduğundan ne kadar sözedilebilirdi? 1871’de kısa süren Paris Komünü dene­yimi gibi “milleti bölen” (Prus­ya karşısında yenilgiye uğrayan yönetim Paris’i boşaltınca halk kendi kendine yönetmeye ve iş­gale direnmeye karar vermiştir) bir içsavaştan sonra, bütün hâ­linde bir millet kavramı üretme­ye çalışmak da biraz paradoksal­dı. Üstelik 1871 Paris Komünü, mücadeleye katılan yabancılara da yurttaşlık vermekle kalmıyor, onları en üst yönetim kademele­rine seçiyordu. Zaten 1793 Ana­yasası yurttaşlık hakkını yurt­taşlık zihniyetine sahip ve dev­rime bağlı olanlara tanıyordu. Ancak Renan bu tür “bozguncu­luklar”ın ve daha önceki dinsel katliamların unutulmuş olması gerektiğine inanıyordu. Millet olmanın bir gereği de bazı şeyle­ri hatırlamamaktı!

Ernest Renan’ın tanımı ya­parken koyduğu şerhler ve el­bette geçen 150 yılda yaşananlar gözönüne alındığında bilimsel veya tatminkar bir tanım yap­mak neredeyse imkansız. Oysa ulusötesi olacağı iddia edilen kurumlara rağmen “millet ger­çeği” varolmaya devam ediyor. Üstelik kavramlar da çapraşık ve hatta sapkın ilişkiler içinde.

Alsace-Lorraine sorunu 1870’de Fransa’nın Prusya’ya karşı mağlup olup Alsace-Lorraine bölgesini kaybetmesiyle ilgili ders dinleyen öğrenciler. Bölgede ağırlıklı olarak Almanca konuşulması Renan’ı dil unsurunu geri plana atıp, ortak tarih vurgusunu öne çıkarmaya itmişti.

19. yüzyıl boyunca “millet” dendiğinde aslında bugünkü an­lamıyla millet değil toplum ve devlet kastediliyordu. Meraklısı ünlü İngiliz klasik iktisat yazarı Adam Smith’in Milletlerin Zen­ginliği kitabında kast edilen mil­letin ne olduğunu düşünebilir. “Nation” kelimesi Latince ne­tio’dan geliyor, “aynı kökenden insan grubu” anlamına da geli­yor. Roma’da Cicero ise “halk” ya da “halkın bir kısmı” anla­mında kullanmış. Günümüzde de “halk”a çok yakın bir anlam taşımakla birlikte devletle de haşır neşir.

Birleşmiş Milletler aslında “millet” dense de “devletleri” kapsıyor. Tabii kim kimi yarattı sorusuna karşı akla ilk gelen ce­vap, milletlerin bekalarını sağ­lamak için devletleri inşa ettiği yönünde. Ancak Polonya’nın mimarı Mareşal Pilsudski aksi bir kanaati savunuyor: “Milleti devlet yaratır, devleti millet de­ğil”. Hollanda, Belçika ve Lük­semburg devlet midir, millet midir?

Öte yandan, bugünkü Ve­nezuela, Kolombiya, Bolivya, Ekvator ve Peru’nun “kurucu baba”sı Simón Bolívar’ın neden tek bir devlet kuramadığı ve­ya buralarda yaşayan yerlilerin geçmişleriyle zerre kadar iliş­kisi olmayan bu devletlerce ne­den bir türlü benimsenmediği de sorgulanabilir. Yakın zamana kadar süren yerli halklar müca­delesine bakıldığında, örneğin Bolivya’da nüfusun, toplumun, milletin, halkın, nasıl denir­se densin, üçte ikisini oluştu­ran yerlilerin (üstelik “yerli” ve toprağın tarihinin köklerinden geliyor!) 90’lı yıllara kadar nere­deyse yoksayıldığı bir durum­da kavramlar havada kalmaya mahkum.

Kilisenin düşmanı olarak görülen Renan, 1867’de karikatürist André Gill tarafından La Lune’ün kapağında alevlerin üzerinde bir cadı olarak resmedilmiş.

Aranan ‘millet’ bulundu!

Kağıt üzerinde herkesin bir mil­leti var. Bu milletler şeklen ev­rensel gözükmekle birlikte so­mut duruma bakıldığında her biri nevi şahsına münhasır. Her­kesin bir milleti olabilir ancak her birinin ayrı özellikleri var.

Bu kadar nevi şahsına mün­hasır bir kavramdan çok güçlü siyasal hareketler, hatta savaşçı dürtüler peydahlanırken, dü­şünce alanında alabildiğine bir fukaralık sürüp gidiyor. 19. yüz­yıldan başlayıp günümüze kadar devam eden ezilen ulusların öz­gürlük mücadelesi ise saf mil­liyetçi olarak değil buna sosyal bir içerik kazandırdığı ölçüde farklılaşıyor. Millet konusun­da nedir, ne değildir, ne zaman başlar, ne zaman biter sorularıy­la olmadık teoriler üretilirken, milliyetçilik konusunda pek de hayırlı olmayan bir sığlık söz ko­nusu.

Milliyetçiliğin yaklaşık bir doğum tarihi var. En azından kapitalizmin gelişmesi, moder­nitenin ortaya çıkmasına denk gelen 18. yüzyılda Batı Avrupa için geçer akçe olmaya başla­mış. Ancak milletin doğum tari­hi ezelden ebede doğru uzandığı için, milliyetçilikle arasında en az 1.000 yıllık bir uçurum açıl­mış. Alanın en önemli eserle­rinden Uluslar ve Ulusçuluk’u yazan Ernest Gellner, “Milliyet­çilik, ulusların kendi özbilinç­lerine uyanma süreci değildir; ulusların varolmadığı yerde on­ları icat eder” derken çubuğu hayal ve yaratımdan uydurmaya bükme zehabına yol açar. Mil­letle milliyetçilik arasında doğ­rusal bir bağ olduğu zehabının aksine “ulusu yaratan ulusçu­luktur” der.

Latin Amerika milliyetçiliği Simón Bolívar’ın “kurucu babası” olduğu Latin Amerika ülkelerinde yerli halkların mücadelesinin yok sayılması, milliyetçilik üzerine tartışılan birçok kavramı havada kalmaya mahkum hâle getiriyor.

Hangi milliyetçilik?

18. yüzyılda modern anlamıy­la beliren milletin üzerine, 19. yüzyılda milliyetçilik siyasal ka­pışmaların merkezine yerleş­ti. 20. yüzyıl ise özellikle milli­yetçiliği dünya egemenliğinin manivelası olarak kullanmaya çalışan devletlerin ve buna kar­şı ulusal kurtuluş savaşları ve­renlerin yüzyılı olur. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi daha farklı bir yöneliş kazandığı id­diasındaki ülkelerdeki çözül­melerden sonra ortaya çıkan “milliyetçilikler” gözönüne alın­dığında, sönümlenmekten ziya­de alevlenen bir milliyetçiliğin varlığını sürdürdüğü rahatlıkla görülebilir. Hatta Eric Hobs­bawm gibi bir tarihçi “Marksist hareket ve devletler, yalnızca biçimleri bakımından millî ol­makla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani milliyetçi oldular” de­miştir.

Cezayir devriminin aktörle­rinden ve tarihçilerinden Mo­hammed Harbi, Arap milliyet­çiliği hakkında şunları söyle­miş: “… Hiçbir zaman demokrasi meselesini, dilsel, etnik ve dinî azınlıkların haklarını ya da dı­şarıdan tanımlanan ‘oyunun kuralları’na boyun eğen Arap toplumlarının çoğul gerçekliği­ni hesaba katmıyorlardı. İnan­dıklarının tersine, ulus bir veri değil, inşa edilmesi gereken bir topluluktu”.

Ulus, muhakkak ki nesnel temelleri olmakla birlikte, önce­likle ortak tarihsel bir kaderin ürünü. Bu bakımdan, geçmişle sınırlı olmayan, olmuş-bitmiş denemeyecek “devam eden bir sürecin hiç bitmeyecek ürünü (Otto Bauer)”. Böyle olunca dil, ekonomi gibi nesnel kriterlerin ötesinde millî kimlik, millî kül­tür ve millî bir siyasal hareket gibi öznel bir boyut gerekiyor ve bu faktörler de özel bazı tarihsel koşulların ürünü.

Özetle, milletin tanımlan­masında somut ölçüler belirle­yici olsaydı; aynı dili konuşan­lar tek bir millette, aynı pazar­da olanlar başka bir millette toplanırlardı. Oysa bir toplulu­ğun tarihsel bilinci, duyguları ve dürtüleri bunlardan çok daha önemlidir.