Cumhuriyet tarihinin önde gelen sanayici aileleri, ülke ekonomisine yaptıkları ciddi katkının yanısıra, kültür ve sanat alanındaki büyük yatırımlarıyla da öncü oldular. Rahmetli Vehbi Koç, Sakıp Sabancı ve Nejat Eczacıbaşı’nın bu girişimlerinin ilk yıllarına, yazarımız Ozan Sağdıç da kamerasıyla tanıklık etmişti. Türk iş dünyasının üç büyüğü ile ilgili fotografik hatıralar…
Fotoğraflarını çekme onuruna sahip olduğum, bu nedenle de yüz yüze tanışma olanağına kavuştuğum az sayıdaki işadamından söz açmak istiyorum. Onlar ki, yaşadıkları süreç içinde köklü aile şirketleri kurarak ülke ekonomisine kalıcı etkileri olmuş, iş dünyamızda efsanevi birer yıldız gibi yer etmiş ve arkalarında kalıcı izler bırakmış kişilerdir. Onların iş terbiyeleri yanında, topluma yararlı iyi insan yetişmesine yönelik eğitim, kültür ve sanat alanlarındaki kurum ve kuruluşlara öncülük etmeleri de unutulmaz.
Yaş mı, zenginlik mi, yaygın şöhret mi? Hangi sıralama olursa olsun işadamlarımız kafilesinin en başında -herkes kabul edecektir ki- Vehbi Koç gelmektedir. O gerçek bir duayendir. 1960’ta Ankaralı olduğum o ilk zamanlar, dergimizin Ankara Bürosu, Karaoğlan Çarşısı denilen bölgedeydi. Eski Ankara’nın Ulus, Kale ve Hamamönü üçgenindeki sokakları dolaşırken, Vehbi Bey’in iş hayatındaki ilk günlerini canlandırabilirdiniz.
Onunla ilk kez yüz yüze gelişimiz, Ankara’nın o zamanlar en yüksek binası olan ve bu yüzden “gökdelen” diye adlandırılan Kızılay’daki Emek Han’ın çatısındaki bir resepsiyondaydı. Aklımda çok canlı bir anı olarak yer etmiş. Ünlü şarkıcı Behiye Aksoy şöhret merdiveninin ilk basamaklarındaydı. Kendisini Vehbi Koç’la tanıştırdıkları zaman Behiye Hanım kendisine “Biz İstanbul’a hep sizin otobüslerinizle gidip geliyoruz” demişti. Vehbi Bey de gülerek “Bizim birçok şeyimiz var hanımefendi ama otobüs şirketimiz yok. Her koç bir olmaz” diye yanıtlamıştı.
Ankaralı gazeteci arkadaşlarımdan Bekir Çiftçi’nin Koç ailesi ile bir yakınlığı vardı. Kendisi bir reklam ve tanıtım ajansı kurunca, ilk işlerinden biri Koç Holding’in tanıtım broşürlerini hazırlamak olmuştu. Holdingin genel merkezinden başlayarak, bağlı kuruluşlarındaki bütün faaliyetlerini fotoğraflamak işi de bana düşmüştü.
Genel Müdürlük merkezi o zaman İstanbul- Fındıklı’da, orta karar bir binadaydı. Binaya girince ve odadan odaya dolaştıkça göze çarpan ilk şey her elektrik düğmesinin altında bir A4 boyutunda, bazen de onun yarısı kadar bir kâğıttaki “Odayı terk ederken ışıkları söndür” ihtarıydı. Bu baş patronun tutumluluk konusundaki hassasiyetini göstermekteydi.
Rahmi Bey
Vehbi Koç’un tek oğlu Rahmi Koç, yakışıklı, genç ve neşeli bir kişilikti. Fındıklı’daki genel müdürlükte büyükçe bir odası, odasında da zengin bir kütüphanesi vardı.
Önce belli başlı bazı yöneticilerin, genel müdürlerin masabaşı fotoğraflarını çektim. Her birinin odasında bir süre oyalandım. Kendileriyle bir süre sohbet ettim. Amacım Vehbi Koç’u, ailesi fertlerini ve holdingin yapısını daha iyi tanıyabilmek, kavrayabilmekti.
Sıra Vehbi Koç’un her biri holding bünyesinde bir görevi olan çocuklarının fotoğraflanmasına gelmişti. Vehbi Bey’in dört çocuğundan en büyüğü olan Semahat Arsel’i daha önce Abu-Dhabi’de ve Dubai’de düzenlenen bir Türk haftası dolayısıyla oradaki elçilik rezidansında daha önce tanımıştım ve hatta birkaç fotoğrafını da çekmiştim.
Rahmi Koç’un içinde değerli kitaplarla dolu zengin bir kütüphanesi vardı. Kendisi de hayli genç ve oldukça yakışıklı olduğu bir çağdaydı. Ayrıca neşesi yerinde bir insandı. Onun da ofisinin her köşesinde bol bol fotoğraflarını çektim.
Bu çalışmaları sabah saatlerinde yapmıştık. Vehbi Koç merkeze öğleden sonra gelmiş olmalı. Beni onun yanına kızı Suna Kıraç götürdü. Takdim ederken de “Baba” dedi, “fotoğrafçımız Ankara’dan özel olarak geldi” dedi. Vehbi Bey dudağını ısırır gibi yaptı ve bir hayret işareti ile “Vay be!” dedi; sonra da “Amma mesarif ha!” diye ekledi.
“Hele otur biraz, bi nefeslen” deyip bana masasının önündeki koltuklardan birini gösterdi. Oturduğum yerden sessizce onu izlemeye başlamıştım. Masasındaki sümenin üzerinde bir reçete, bir ilaç kutusu, bir miktar da para vardı. Önce reçeteyi okumaya çalıştı. Sonra kutuyu eline aldı, reçetedeki ilacın aynısı mı diye kontrol etti sanırım. Sonra fiyat etiketine baktı. Eczanenin makbuzuyla karşılaştırdı. Kağıt paraları sayıp, dikkatlice cüzdanına yerleştirdi. Sonra metal paraları da sayıp, onları da at nalı biçimindeki bozuk para çantasına koydu. Bütün bunları büyük bir dikkat ve itina ile gerçekleştirdikten sonra bana döndü. “Evet delikanlı, şimdi ne istiyorsan onu yapalım” dedi.
Birkaç masabaşı fotoğrafı çektim. Daha serbest fotoğrafları da kâh onu konuşturarak, kâh ben bir şeyler anlatarak bir söyleşi havasında çektim. Konuşma sırasında bana biraz daha ısınmıştı. Yaşımı, fotoğrafçılık deneyimimi sordu. Kendi hayatından örnekler verdi. Henry Ford’dan söz etti. Onunla ilk tanışmasında Ford ona “Ben ona buna öğüt veren bir tip değilim. Ama seni sevdim. Başarılı bir ticaret adamı olacağına inandım. Sana üç öğüt vereyim. Bir: Allah’a inanacaksın. İki: Düzgün bir aile hayatın olacak. Üç: Çok çalışacaksın”. Vehbi Bey Ford’un bu nasihatlerini hayatının ana düsturu yapmış.
Vehbi Koç
Yönetim kurulunun toplantı saati gelip çatmıştı. O salona geçtik. Hafif ovalimsi bir masanın etrafında kurul üyeleri yerlerini almışlardı. Vehbi Koç da başkan olarak en baştaki koltuktaki yerine gelip oturmuştu. Masanın fotoğrafı normal göz seviyesinden çekilecek olsa, insanların yüzleri birbirini kapatacaktı. Üstelik en yakındakilerin görüntüleri aşırı büyüklükte ve sırtlarından alınmış olacaktı. Fotoğrafın biraz uzaktan ve yüksekçe bir seviyeden çekilmesi gerekiyordu. Arkamdaki duvar boyunca bir sıra sandalye dizilmişti. Bu salondaki bütün sandalyeler klasik üsluptaydı. Oturulacak yerleri çok ince zarif desenli ipekli bir kumaşla kaplanmıştı. Ben oldum olası bağcıksız makosen tipi ayakkabı giyerim. Onları çıkarmam gerektiğinde terlik çıkarırım. Bir anda bir sandalyenin üzerine fırlayıp çıktım.
Aynı anda Vehbi Bey de heyecanla yerinden fırladı; “İyi sandalye o be, iyi sandalye” diye haykırdı. Ben de “Farkındayım Vehbi Bey, merak etmeyin çoraplarım temiz” deyip tek ayağımı kaldırıp pabuçsuz olduğunu gösterdim. Sakinleşip yerine oturdu.
Vehbi Bey
Vehbi Koç, fotoğrafında da düzenli, sade, sakin karakterini göstermişti.
Koç Ailesi’ni fotoğraflarken, bana anlatılan hoş anekdotlardan aklımda kalan birkaçını aktarayım. Bunların çoğu Vehbi Bey’in tutumluluğu üzerineydi.
Malûm, İstanbul’daki Divan Oteli, Koç’a aittir. O zamanlar çok yeniydi. Bir yenilik olarak girişine bir döner kapı yerleştirilmişti. Bazı toplantıları orada yaparlarmış. Genel müdürlerden biri “Bu kapı bostan dolabına benziyor. Bana öyle geliyor ki Vehbi Bey bunun ucuna boru bağlamıştır. İttirdikçe bize kuyudan depoya su çektiriyordur” demiş.
O zamanlar boyacılar 25, bilemedin 50 kuruşa ayakkabı boyarlardı. Vehbi Bey genel müdürlüğün önündeki boyacıya ayakkabılarını boyattırmış ve 25 kuruş vermiş. Boyacı ona “Bu ne Vehbi Bey” demiş, “Rahmi Bey bile bana bir lira veriyor”. Vehbi Bey’in buna yanıtı şöyle olmuş: “O verir, Vehbi Koç’un oğludur verir; ben kimin oğluyum?”
Şimdi de Sakıp Sabancı’dan sözedelim. Onunla farklı mekânlarda dört-beş kez karşılaşmıştık. En önemlisi 4. Levent’teki Sabancı Holding binasının çatı katında olanıydı. Basın dünyasında en iyi anlaştığım arkadaş Mete Akyol’du. Birlikte kotardığımız pek çok iş olmuştu. Asıl örneği Reader’s Digest olan, 1950’li yıllarda Nebioğlu Yayınevi tarafından yayımlanan Bütün Dünya dergisini yeniden çıkarmak istiyordu. Bana bu işi birlikte yapmamızı önermişti. Nitekim ilk 12 sayıyı birlikte hazırlamıştık. Sakıp Sabancı’nın kardeşlerinden Şevket Sabancı, Mete Akyol ile Mersin’de Talas Koleji’nden sınıf arkadaşı imişler. Tasarlanan dergi günyüzüne çıkınca, Sabancılar Mete Akyol’a bir cemile olarak holding binasının çatı katında basın mensuplarına ve bir davetliler grubuna tanıtım toplantısı düzenlemişler. O etkinliğe derginin bir bakıma Ankara temsilcisi konumunda olduğum ben de katılmıştım.
Davetliler arasında Çetin Altan da vardı. Kalabalıkta çeşitli gruplaşmalar oluşmaya başlayınca, çekildikleri köşede en koyu sohbet Sakıp Sabancı ile Çetin Abi arasında oluşmuştu. Ben de tam karşılarındaydım. İkisi de birbirlerinden bir şekilde bilgi almaya çalışıyorlardı. Sakıp Ağa, Çetin Abi’ye karşı son derece saygılı davranıyordu.
Daha sonra arşivim için Sakıp Bey’in portrelerini çekmek için girişimde bulundum. Kat girişinde Sabancı ailesinin büyüğü Hacı Ömer ile eşinin etrafını çevrelemiş 6 evlâdını da topluca temsil eden bir büyük bir tablo vardı. Sakıp Ağa’nın geçmişi ile bağını temsil eden özelliği dolayısıyla, onun önünde çeşitli pozlarda fotoğraflarını çektim. Sempatik tavırlarıyla dikkati çeken Sabancı’nın, hani popüler sanatçılar için söylenen ‘sahne sempati’sine sahip bir karakteri vardı. Halkla ilişkiler konusunda olağanüstü bir yetenek sahibiydi. Poz vermede de üstün başarı sergiliyordu.
Sakıp Ağa
Sabancı Holding’in yönetim kurulu başkanı Sakıp Sabancı, babası Hacı Ömer Bey, annesi Sadıka Hanım ve diğer beş kardeşinin yer aldığı fotoğrafın önünde Ozan Sağdıç’a poz vermişti. Vehbi Koç’un da Sakıp Sabancı’nın da karakterleri fotoğraflarda belirmişti.
Üçüncü kahramanımız sayın Nejat Eczacıbaşı. 1. İstanbul Festivali ile ilgili anılarımı naklederken bir nebze değindiğim için, tekrara düşmemek adına ondan fazla söz etmeyeceğim. Ancak kesinikle gözardı edilemez.
Aileden ilk tanıştığım kişi, Kabataş Lisesi’nde okurken Babıali merakım dolayısıyla Şakir Eczacıbaşı olmuştu. Şakir Bey o zamanlar Tunç Yalman ile birlikte Vatan gazetesinin sanat sayfasını hazırlamaktaydı. Daha sonra Şakir Bey’in fotoğraf meraklısı olmasından dolayı sıkı dostlardan sayılmıştık.
Nejat F. Eczacıbaşı ile tanışıklığımızın başlangıcı Ankara’da ORAN Yapı Endüstri Merkezi’nde olmuştu. İş başında çok ciddi, ancak onun dışında çok neşeli, cana yakın bir insan tanımıştık. Gel zaman git zaman 1981 yılını bulduk. O yıla kadar turizm sezonunun açılışı Ankara’da, ilgili bakan tarafından yapılırdı. O yıl, bunu turizm bölgelerinde yapalım demişler. Kenan Evren’in de darbeci devlet başkanlığından cumhurbaşkanlığına geçiş yılı. Açılış Kapadokya’da yapılacak, sonra davetliler uçakla Antalya’ya taşınacaktı. Grubumuz Antalya’ya intikal etti, Kemer civarında bir tesise yerleştik. Sayın Eczacıbaşı da bizimle beraber. Antalya’nın ünlü “kadı kaçıran yağmurları” varmış, bir başladı mı hiç durmazmış. Biz beldeye ayak basar basmaz bir yağmur başladı, dinmek bilmiyor. Tam üç gün boyunca yerleştiğimiz turistik tesisin gazinosunda hapis hayatı yaşadık. Nasıl vakit geçireceğiz? Elbette sohbetle.
Eczacıbaşı Holding’in yöneticisi, kimya doktoru Nejat Eczacıbaşı.
Nejat Bey, yayınlanmış Eczacıbaşı ajandalarından beni az çok tanımıştı. Doğal olarak aramızda tatlı bir sohbet ortamı oluşmuştu. Ben o sıralarda Ömer Hayyam’ın rubailerinin manzum çevirilerini gerçekleştirmekle meşguldüm. Kendisine o çalışmamdan örnekler okuduğum zaman olağanüstü bir ilgi gösterdi. Her dörtlüğü okuduğumda bir kahkaha patlatıyordu. Bana “Söz ver, bu kitap çıkar çıkmaz bana bir tane göndereceksin” dedi, Ne yazık ki, benim çalışmam biraz uzun sürdü, bittikten sonra da yayımcı bulmak zaman aldı. O dörtlükleri içeren Bir Islak Ateş isimli kitabım yayınlandığında o artık ebediyete intikal etmişti.
Nejat Eczacıbaşı’nın bıraktığı yerden oğlu Bülent Eczacıbaşı, daha sessiz ve derinden ama büyük bir başarıyla işleri yürütüyor. Onda babasının coşkulu hali görülmüyor; ama nazik ve düşünceli halleri ayni asaletin ipuçlarını veriyor. Onun ilk fotoğrafını kendi evindeki masa başında çekmiştim. Sonraki karşılaşmalarımız hep İKSV ve İstanbul Modern faaliyetleri dolayısıyla olmuştu. Bunlardan ayrı olarak iftiharla söylemeliyim ki iki etkinlik benim için düzenlenmişti. Birisi 40. yıl dolayısıyla birinci festivalde çektiğim fotoğraflardan oluşan bir albümdü. Diğeri ise Şakir Eczacıbaşı’nın vefatı üzerine devam ettirilen “Türk Fotoğrafçıları dizisi” dolayısıyla olmuştu. Serinin birinci kitabı doğal olarak Şakir Eczacıbaşı kitabıydı. İkinci kitap, önlenemez şöhreti dolayısıyla Ara Güler kitabı idi. Serinin üçüncü kitabı olarak fakirin kitabını yayınlamayı düşünmüşler. Her iki kitabımın tanıtım toplantıları Şişhane’deki İKSV genel merkezinin çatısında yapılmıştı.
Gelelim, fotoğraflarını çekip arşivimize eklediğimiz bu şahıslara duyduğumuz hayranlığın nedenine. Bunlar orta halli bir yaşamdan işlerini büyüterek zenginleşmiş kişilerdi. Ancak yatırım sağlayan zenginliklerinin bir bölümünü ülkemize ve halkımıza yararlı kurum ve kuruluşlar haline dönüştürmüşlerdi. Örneğin ben Ankara’ya gelir gelmez ilk yaptığım röportajlardan biri Cebeci’de A.Ü. Tıp Fakültesi’ne bağlı Göz Bankası ile ilgiliydi. Merkez Vehbi Koç’un bağışıyla kurulmuştu. Tek kuruşun hesabını yapan Vehbi Koç’un bu iş için zamanın değerli parasıyla 1 milyon lira bağışta bulunması muhteşem bir şeydi.
Çoğuna Vehbi Koç’un bizzat hayat verdiği ve onun çizgisini izleyen Koç topluluğunun, gelecek kuşakların eğitimli, donanımlı aydın insanlar olarak yetişmesini sağlamak üzere her yıl binlerce ve binlerce öğrenciye kucak açan öğrenci yurtları… Giderek üniversiteleşmeye ulaşmış disiplinli bir eğitim politikası. Bursları, bağlı kültür kurumları… Örneğin Üniversiteye bağlı Vehbi Bey’in bağ evindeki “Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Merkezi VEKAM”, Başkent’e adair her türlü bilginin toplandığı çok yararlı bir kurum.
Vehbi Bey sağlığında Sadberk Hanım Müzesi’ni kendisi açmıştı. Yeni yeni projeler sürüp gelmekte. Şimdi yeni bir sanat odağı olmaya aday Dolapdere’de yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın sayılı çağdaş sanat müzelerinden biri olmaya aday evrensel boyutta muazzam bir bina yükselmekte. İstanbul’da Haliç’teki, Ankara’da Çengelhan ve Safranhan’daki Rahmi Koç endüstri müzeleri benzersiz örnekler. Suna ve İnan Kıraç Vakfı’na ait Pera Müzesi apayrı bir değer. Örnekler saymakla bitmiyor.
Diğer yandan Sakıp Sabancı ve ailesi fertlerinin şirketlerinde durum farklı mı? Onların da vakıfları, üniversiteleri, yurtları, bursları var. Çağdaş bir galerinin eklenmesiyle Sabancı Hat ve Resim Müzesi 1981’den itibaren hizmet vermekte. Bu müze içinde barındırdığı kalıcı eserler yanında asıl dünyanın çeşitli merkezlerinden getirdiği çok önemli koleksiyonları sergilemesiyle ününü pekiştirmede. Sabancılar şu anda çok daha görkemli bir müzenin inşaıyla ilgilenmekteler.
Hacı Ömer Sabancı Vakfı tiyatro festivali, müzik festivali yapar, çocuk tiyatrosu vardır. Kısa film ve halk dansları yarışmalarına destek sağlar. Sanat ve spor dallarında ödüller verir. Ayrıca arkeoloji alanında birçok kazıya destek olur. Sabancı ailesinin İzmir, Adana ve Malatya gibi illerde kültür merkezleri mevcut. Sabancı Kardeşler “Bu vatandan kazandıklarını, bu vatanın insanları hayrına harcamak” ülkülerini hem bir söylem hem bir eylem haline getirmişler.
Eczacıbaşı ailesine gelince… Onların faaliyet alanı içinde olan ve 1971’de Bülent Eczacıbaşı öncülüğünde kurulan İKSV’nin (İstanbul Kültür ve Sanat vakfı) faaliyetleri bile tek başına yeter de artar. Bu faaliyetler düzenli festivallar halinde klasik müzik, caz ve tiyatro festivallerini kapsar. İstanbul Modern Müzesi, Eczacıbaşı Holding’in güzel sanatlar alanında bir diğer büyük hizmeti. Yeni binasında daha geniş hizmet vereceği kuşkusuz.
Günümüzde ülkemizde kazandıkları parayı yine ülkemiz insanlarına hayırla vakfeden başka kişi ve kuruluşlar da vardır kuşkusuz. Ben bu üç örneği, zaman bakımından öncül örnekler oldukları kadar, yakın temas sağlamış olmaklığım yüzünden ele alabildim. Sayılarının artması dileğiyle…