Türkiye’nin ilk sanayicilerinden Bezmenler’in 1939 doğumlu üyesi Halil Bezmen, 30 yıl boyunca aile şirketi Mensucat Santral’de yöneticilik yaptı. Ardından özellikle nadir koleksiyon eserleri ve sonraki yıllarda yazdığı kitaplarla adını duyuran Bezmen, geç Osmanlı döneminden bugüne uzanan aile, iş, sanat ve tarih serüvenini anlattı.
Atalarınız nereden göç etmişler ve iş alanları nelerdi ?
Bana kalırsa bütün Türklerin Atatürk’le bir bağı vardır. Kimisinin daha az, kimisinin daha çok. Bezmenlerin Türkiye’nin ilk ve en büyük sanayicilerinden biri olmalarının sebebi Atatürk’tür. Atatürk ve ağababam Halil Ali (babanın babasına ağababa, annenin babasına dede deriz biz) Selanik’ten tanışırlardı. İkisi de ünlü Şemsi Efendi’nin ortaokuluna gitmişlerdi. Bir gün ağababama “Bezmenlerin sanayici olma zamanı geldi” demiş. Bunun üzerine Halil Ali büyük oğlu Refik’i hemen İtalya’ya göndermiş ve nasıl bir fabrika kurmanın doğru olacağını araştırmasını istemiş.
Aile o güne kadar mensucat mallarının ticaretini yapıyormuş. İngiltere ve İtalya’da ürettirdikleri kumaşları Osmanlı topraklarında satıyorlarmış. Selanik, Sofya, İstanbul, İzmir, Samsun ve Mersin’de satış elemanları ve depoları varmış. Gerek dağıtım gerek tahsilat çok zor şartlarda yani katır sırtında gerçekleştirilirmiş. Gece hayvanlarla birlikte hanlarda kalınırmış. Herkes okumak için mumunu cebinde taşırmış. Hem ağababam hem dedem Fransızcayı bu şartlarda öğrenmişler.
Atatürk’le ağababamın görüşmesi hakkında ayrıntılı bilgim yok. Amcam “Atatürk’ün emriyle …” diye anlatır ama o zamanlar Atatürk “Kahvem şekerli olsun lütfen” diye rica ettiği zaman bile bu bir emir olarak kabul edilirmiş.
Mensucat Santral nasıl kuruldu?
Amcamın incelemeleri 2 yıl sürmüş ve sonuçta İstanbul’un Yedikule surlarının dibinde küçük bir iplik boyama fabrikası kurmuşlar. İki de Yahudi ortakları varmış. Müşteriler ham iplik getiriyormuş bizimkiler de boyuyorlarmış. İşletmenin adı “Mensucat Santralı” olmuş.
1929’da kurulmuş ve 1931’de yanmış, yokolmuş. Babam Fuat Bey bu felakete o kadar üzülmüş, öyle derin bir bunalıma girmiş ki, ağababam alelacele ailenin her şeyini seferber edip komşu arsada yenisini kurmuş. Tabii bu kadar hızlı yeni bir fabrika kurmalarının sebebi 20 yaşındaki babamın fabrikaya olan aşkı mıydı, yoksa Atatürk’ün gözünde beceriksiz bir aile gibi gözükmeme gayreti miydi, bilemeyiz.
O devirde Türklere ait fabrika yok gibiydi. Fabrikaların çoğu yabancılara aitti. Küçük sanayi ve ticaret de gayrimüslimlerin elindeydi. Kısacası iş dünyasına onlar hakimdi. Belki bu yüzden gayrimüslim iki ortak almışızdır. Yahudiler sağlamdı, çünkü onların henüz İsrail’e taşınma merakları yoktu ve Türk vatandaşı olarak davranıyorlardı. Sadakatleri Türkiye Cumhuriyeti’neydi. Rumlar ve Ermeniler ise sadakatleri bazen bize, bazen dışarıya olduğu için dramatik bir ikilem içinde yaşıyorlardı.
Bir gün “Bu küçük işletmeye neden atölye değil de fabrika deniyor?” diye amcama sorduğumda “Boya kazanlarındaki suyu kaynatmak için bir küçük buhar kazanımız vardı da ondan” dedi. Suyu kaynatabilmek, fabrika olmak için yeterliymiş! Ailede “Kıtlıkta şeytan sinek yakalayarak karnını doyurur” diye bir söz vardı. Yoklukta boya yaptığımız tahta fıçılara kazan, atölyeye de fabrika deniyordu.
Fabrikaya dair ilk hatırladıklarınız neler?
Yeni fabrikada işi büyütmüşler ve yalnız başkalarına değil kendilerine de iplik boyayıp, kumaş dokumuşlar. Dokumacılığı öğrenince, dokudukları kumaşa baskı yapmayı da öğrenmişler. Başlangıçta el baskısı var. İlk gördüğümde 10 yaşındaydım ve renkli renkli çiçeklerin kumaşa basılmasını gizemli bulmuştum. Basma ustasına “Patronun oğlu” diye tanıştırıldım. “Basma ustalarının özelliği nedir?” diye sorduğumda, beni gezdiren Adnan Usta, küçümseyen bir gülümsemeyle “Hiçbir özellikleri yoktur, uzun kollu olmaları yeterlidir” demişti. Adnan Arabacı makine bakım ustabaşısıydı ve en zor arızaları o tamir ederdi. Yaz tatillerinde onun yanında çıraklık yaptım. Mensucat Santral’de birkaç öğretmenim oldu; ilki oydu. Emekli olduğunda 40 yıldır bizde çalışıyordu.
Dedem “Üniversiteyi ve askerliği bitirince fabrikaya gel ve herkes gibi iş iste. Bezmen olduğun için otomatik olarak işe alınacağını zannetme sakın” dedi. Doğru söylüyordu; ABD’de mühendislik okumuş olan halamın oğlunu fabrikaya almayı reddettiler. Babam onun için “Kendini patron olarak görüyor ama patron kadromuz dolu” dedi.
Eğitim ve çalışma hayatınız nasıl şekillendi?
Benim patron olmakta acelem yoktu. İyi yetişmek için çıraklık yıllarımda bıraktığım yerden işe başladım: Adnan Usta’yla makine tamir ustalığı! Zürich Teknik Üniversitesi’nden mezun bir makine mühendisi olarak tulum giyip makineleri sökmeme izin verilmişti ya, mutluydum. Makam ve ücret umurumda değildi.
Devlet fabrikalarında işe yeni başlayan mühendise 1500 TL net ücret verilirmiş ama bana 1700 vermişlerdi. Fazladan bildiğim dört yabancı dil için de 50’şer TL saymışlar.
1 yıl sonra evlenmeye karar verdim. Damat adayı olarak kızın babası bana ne iş yaptığımı sorduğunda “Makineleri tamir ediyorum” dedim. “İyi de neyin başısın?” diye sordu. “Kimsenin başı değilim; bizde tamirciler genelde tek başlarına çalışırlar ve ancak büyük arızalarda iki veya üç usta biraraya geliriz” dedim. Fuat Mirel çok nazik bir insan olmasına rağmen o kadar şaşırdı ki, bana “Mutlaka baş ol da istersen soğan başı ol evladım” dedi. Sonra bir süre de basma makinesinde çalıştım. Az maaş veriyorlardı ama o kadar çok öğrenme imkanı sağlıyordu ki, üstüne para isteseler yeriydi.
Fabrikada aynı anda hem işçi hem de patronun oğlu olmak nasıldı?
Babamın işe benim gibi bakmadığını uzun yıllar sonra farkettim. O fabrikanın sahibiydi. Zaten çoğu zaman “Fuat Bey’in fabrikası” deniyordu. Ben ise fabrikaya hizmet etmek için işe girmiştim. Sonuna kadar da bir çalışan olarak hissettim kendimi. Üçte birinin sahibi olarak uzak ara en büyük hissedar bendim ama, aslında ben ona değil o bana sahipti.
Ustalar da bana patron gibi davranmazlardı. Biraz bilgisine saygı duydukları bir mühendis olarak, biraz da ilk yıllarımda bana tecrübelerini aktararak yetiştirdikleri genç bir arkadaş olarak bakarlardı.
1970’lerin başında Edirne fabrikamızı kurarken, montaj işini İstanbul fabrikasından emekli olan Veli Usta’ya verdik. Veli Usta benim çıraklık yıllarımdan kalma alışkanlığını değiştirmemiş ve benimle senli-benli konuşmaya devam etmişti. Benim genel müdürlüğe terfi etmiş olmam ve Türkiye’nin tanınmış bir kişisi olarak bilinmem onun açısından önemsizdi. Samimi tavrıyla bana “Halil Bey” değil de kısaca “Halil” derdi. Çok şaşıran olurdu ama ben mutluydum.
Mensucat Santral 1960’ların, 1970’lerin ve 1980’lerin ihracat şampiyonuydu. Aldığımız ödüller bir odada sandık sandık yığılmıştı. Bir-iki sandıkta da benim yelken yarışlarında kazandığım kupalar duruyordu.
İş hayatınızın yanısıra koleksiyonculuk da sizin için ciddi bir uğraş. Nasıl başladınız?
Rönesans’la birlikte mevcut düzeni sorgulama hakkı İtalya’dan Hollanda’ya ve sonra bütün Avrupa’ya sıçradı. Dünyada zengin çoktu ama örneğin Mediciler sanat eseri satın almıyor, topluyordu. Konutlarını güzelleştirmek için değil, biriktirmek için. Bilinçli ve seçilmiş eser toplayanlara koleksiyoncu deniyor.
Fatih Sultan Mehmet de 1478’de ressam Bellini’yi getirip ona portresini yaptırdı. Bu bir kapris değil, basbayağı bir meydan okumaydı. Resim yapmak yasakken, insan resmi yapmak mevcut düzene açıkça karşı gelmekti. “Kafanızı Batı’ya çevirin” diyor ve 3 yıl sonra ölüyor. Zehirlediler, deniyor. Ne aradığımızı bilmeyince, doğru yönde bile baksak, ne fayda? Fatih’in ölümünden sonra öyle kanlı bir taht kavgası olmuş ki, cesedini 3 gün unutmuşlar. Hatırladıklarında etler kokmuş, kemiklerden ayrılmaya başlamış. Çürüyen bölümleri elbisesine yapıştığı için tam soyamamışlar kahramanımı. Topkapı Sarayı’ndaki giysisinin sol kolu yoktur. Örneğin Türk halılarının en güzelleri Konya’dan çıkar. Bu bir rastlantı olamaz. Resim yapamayınca en güzel halıyı yaptırıyor!
Dünyaya yetişmenin ve önüne geçmenin yolu yaratıcılıktan geçiyor. Sanatı geliştirebilirsek ülkemizde yaratıcılık da yayılır. Böylece her geri kaldığımızda bizi ileri koşturacak Atatürkler aramamıza gerek kalmaz.
Yaratıcı düşünce bizi ezbercilikten korur. Ezberlenen bilgi eğer anlamayı kolaylaştırıyorsa yararlıdır. Bana çok sorulan suallerin başında, “neden sanayiciliği bıraktığım” gelir. Bilindiği gibi kendi isteğimle bırakmadım, mecbur kaldım. 30 yıl fabrika işlettikten sonra bu alanda her şeyi gördüğüme inanıyordum. Tekrarları yaşamak istemedim. Ancak yeni bir alanda yaratıcılığın tadını çıkarabilirdim. Eski ezberlerimi kullanmak sıkıcı geldi. Yazarlık, yaratıcı düşünce gerektiren bir macera türü olarak bana uygundu.
İlk koleksiyonum bir küçük Fransızca kitap koleksiyonudur: Birinci baskılar ve çok özel ciltlerden oluşur. Öğrenciyken en çok özendiğim şey, hayran olduğum yazarların eserlerini böyle şık kitaplardan okuyabilmekti. Lüks benim için buydu. Para kazanmaya başlayınca önce Paris antikacılarını dolaşıp çocukluk hayallerimi aradım. Hayaller genellikle gerçekleşmez ama ben şanslıydım; her seyahatte bir veya iki kitap bulabiliyordum. Sonra da otel odasına kapanıp saatlerce okuyordum. Bazılarının ciltçisi yazarı kadar iyi bir sanatçıydı. Böylelerini okurken yalnız aklım değil, cildi seyreden gözüm ve okşayan elim de kitabın zevkine ortak oluyordu. O zamanlar dijital teknolojiler mevcut olmadığı için baskıda mürekkep kullanılırdı ve “vélin” denilen özel kağıttaki hafif kokusu da hoşuma giderdi.
Yıllar geçti, yazarlığa başladım. Bir de ne göreyim? Hayranlıkla okuduğum 19. ve 20. yüzyıl başyapıtlarını okuyamaz olmuşum. Birkaç sayfada hemen sıkılıyorum. Anlatılanlar uzadıkça uzuyor. Yazarların düşünceleri geçen zamanda güzelliklerini korumuş. Ne var ki ben çağa uyarak sabırsızlaşmışım. Bugünün okuru için kısa kısa, çabuk çabuk anlatması lazım. Özetle dünya hızlanmış. Gençlik aşkımızla anneanne olduktan sonra karşılaşınca “Tanrım, ne yaptın bu güzel kıza?” diye isyan ederiz ya (kendimizi görmeden!) galiba antika kitaplarımla öyle bir şey yaşadım.
Koleksiyonlarınız nasıl dağıldı?
Medyanın devlet yönetiminde söz sahibi olduğu yıllardı. Medya her ülkede her zaman söz sahibidir ama bizde 1990’lı yıllarda bir kartelleşme olmuştu. Bu medyayla birleşen bir iş insanı grubu sanayi şirketlerimize saldırdı ve iflas ettirildik. O arada, zengin tablo koleksiyonum kanuni yollardan yağmalandı. Küçük bir Türk halıları koleksiyonumla Fransızca kitaplarıma ilgi gösterilmedi. Herhalde yağmalanmaya değmez bulundular.
Koleksiyoncularda iki hata yaygındır. İkisi de para ve zevk ile ilgilidir. Acilen ihtiyacımız olmayacağını düşündüğümüz parayla eser almalıyız. Zira acilen satmak zorunda kalmak hem zarar ettirir hem de manen yıkıcıdır; çünkü gerçek bir koleksiyoncu eserine bağlanır. İkincisi, “ileride değer kazanır mı, bana kâr ettirir mi?” diye hesaplanarak alınan eserden koleksiyoncular para kazanamaz. Koleksiyoncu profesyonelce alım-satım yapmadığı için piyasayı bilemez ve bilmesi de gerekmez. Örneğin, ünlü bir sanatçının zayıf bir eseriyle, az tanınmış bir sanatçının başarılı eseri aynı fiyata alınabilirse ben kimin olursa olsun ve kaça olursa olsun iyi resmi alırım. Ünlü sanatçının kötü resmini her gün seyretmeye “paranla rezil olmak” denir. Esnaf ise piyasanın tanımadığı sanatçıya bir başyapıt bile olsa para vermez; onun işi farklıdır.
Çocuklarımı küçükken müzeye götürürdüm. Bir gün “Sanat bilgisi ve sevgisi ilerde meslek hayatımızda bize para kazanmaya yardımcı olacak mı?” diye sorduklarında “Kazanmaya değil akıllıca harcamaya yarar. Akıllıca harcayamayanlar hayatın tadını çıkaramaz ve paranın hamallığını yaparlar” dedim.
Eski Türkler Orta Asya’dan kalkıp, dövüşe dövüşe Mısır’a kadar geldiler. Asker olarak hayatta kalabilmek için kahramanlık yetmediğinden, teknolojik bir üstünlük geliştirdiler: Sağlam oturmak için pantolonu ve sağlam basmak için üzengiyi icat ettiler.
Bozkırda, Sibirya soğuklarında göçebe olarak hayatta kalabilmek de ayrı bir icat gerektirir. Bu icada “halı” deniyor. Yurt adı verilen çadıra soğuğun yerden ve kenarlardan geçmesini önlediği gibi at sırtında taşıdıkları eşyayı da ambalajlayacak sağlamlıktadır. Göçebenin kendi kullanımı için dokuduğu halıda içten gelen bir sıcaklık, bir tazelik, bir ezberlenmemiş yaratıcılık görülür: Yani sanattır. Diğer taraftan satmak için yapılan halı fabrikasyondur ve onda konservenin donukluğu vardır.
Türkleri küçümsemek için “Göçebe kültürü, işte bu kadar olur!” klişesi kullanıldığında gülerim. Ön Türkler, ilk Türkler girişimciydi. Peki ya bugünküler?