Kasım
sayımız çıktı

İşgal ve esaretin acılı başkentleri

Tarihte kaldırımları düşman çizmesi altında çiğnenmeyen büyük başkent bulmak zordur. Paris, Brüksel, Viyana, Berlin, Roma, Varşova, Madrid, Lizbon, İstanbul, Pekin, Tokyo… Bu başkentlerin hepsi geçmişlerinin bir döneminde işgal acısını tattılar, buralardaki insanlar özgürlüklerine yeniden kavuşmak uğruna ağır bedeller ödediler.

Norman istilasından beri işgal edilmeyen Londra, büyük başkentler içerisinde işgal acısı yaşamayan tek kenttir. Zaten Normanlar da işgal ettikleri topraklarda kalıp İngiltere halkının bir parçası olmuşlardı. Bunun dışında işgale uğramamış bazı küçük ve yeni başkentler vardır. Napoléon işgalinden sonra fiili başkent olan Bern gibi, İngiliz işgali sona erince başkent olan Dublin gibi… Ancak Dublin zaten işgal yönetiminin merkeziydi. Yani aslında onlar da işgal acısını çok iyi bilir. Tüm bunlar, dünyanın mevcut siyasi yapısının son derece yeni ve kırılgan olduğunu hatırlatır: İstikrar, hiçbir zaman garanti değildir.

Kül olan zafer: Napoléon, Moskova’ya girdiğinde kent valisinin emriyle yakılan yitik şehir ile karşılaştı.

Yüz yıl sonra dünyanın süper güçlerine başkentlik yapacak olan Moskova ve Washington’un ikisi de 1812 savaşlarında (birincisi savaşın başında, diğeri sonlarına doğru) işgal edildiler. Bunlar ayrı, ancak birbirleriyle bağlantılı savaşlardı; şöyle ki her ikisi de İngiltere’nin Napoléon’a karşı kıta Avrupa’sına koyduğu ambargo nedeniyle çıkmıştı. Rus çarı Alexander İngilizlerin denizden koyduğu ambargoya karşı Napoléon’un kıtadaki İngiliz ticaretini yasaklamasından rahatsızdı. Nihayet gerilim tırmandı ve 1812 yılında Napoléon “Grande Armée”(Büyük Ordu) denilen yarım milyondan fazla askerle Rusya’ya yürüdü. 22 Haziran’da Niemen Nehri’ni geçerek uçsuz bucaksız bu ülkeye girdi.

129 yıl sonra Hitler de aynı gün aynı kadere yürüyecekti. Ne var ki 1941 kışında Moskova’ya ancak tramvay hattının banliyödeki son istasyonuna kadar yaklaşabilecek, Alman askerleri uzaktan parıldayan kubbelerini gördükleri Kremlin’e ulaşamayacaklardı.

Rusların antlaşmaya yanaşmamasıyla geri çekilen Fransız ordusu, 10 askerinden 9’unu soğuk ve tifüs nedeniyle kaybetti (en üstte)

Moskova 1812: İşgalden hezimete

Ruslar 1812’de “yanmış toprak” politikası uygulayarak çekildiler. Yol boyunca tek bir çuval buğday, tek bir canlı hayvan bırakmadılar. Sadece Borodino’da büyük bir muharebe yaptılar. İki taraf da muazzam kayıp verdi ama, ertesi gün Rus ordusu bütünlüğü bozulmadan çekildi. Eylül ayında Napoléon Moskova’ya girdi ama onu karşılayan yoktu. Terkedilmiş kentte boşaltılan hapishanelerden çıkan mahkumlar ve kenti yakmaya hazırlanan ajanların dışında tek tük yoksullar kalmıştı.

Moskova o dönemde ağırlıkla ahşap binalardan oluşuyordu. Kentin valisi Fyodor Rostopçin’in emriyle hazırlanmış kundaklar tutuşturuldu. Evlerin üçte ikisi, kiliselerin üçte birinden fazlası yandı. Napoléon bile alevlerden zor kurtuldu. Napoléon için tek çare çekilmekti, çünkü Ruslar antlaşmaya yanaşmayacaklarını kendi başkentlerini ateşe vererek en net şekilde anlatmışlardı. Napoléon, gene de basireti bağlanarak birkaç hafta bekledi. Çekilme emri verdiği zaman soğuklar başlamıştı. Grande Armée’yi, her on askerden dokuzunun yok olacağı korkunç bir ölüm yürüyüşü bekliyordu. Bu ricat imparatorluğun sonu oldu. Napoléon ertesi yıl bir ordu daha topladı ama, artık dünya onu tasfiye etmeye karar vermişti. Önce Leipzig, sonra Waterloo ile bitti. Moskova’ya gelince, yangın, kentin yeniden inşa edilmesine olanak sağladı.

Tolstoy’un kaleminden 1812 Moskova işgali

Dünya klasikleri arasında olan Harp ve Sulh romanında, 1812 Savaşı’nın tarihî çerçevesi içerisinde Moskova’nın işgaline yüzlerce sayfa ayrılmıştır. İlgili bölümde Napoléon’un Moskova’ya girmeden önce kentin temsilcilerini bekleyip durması, maiyetin kentin terkedildiğini ona anlatamama sıkıntısı ifade edilir. Majesteleri nihayet beklemekten bunalır ve kente girme emri verir. “O sırada Moskova boştu. Gerçi içinde daha insan vardı, halkın ellide biri hâlâ oradaydı; ama kent boştu. Tıpkı arı beyini elden kaçırmış, ölmeye mahkum bir arı kovanı gibi boştu… Bakımsız kalmış, kirlenmiş kovanın içinde amaçsız, cansız, yarı ölü ya da tamamen ölmüş arılar, uzatılan eli sokmaya bile mecali kalmamış arılar vardı…

Fransızların yağmaladıkları kentten çıkıp gitmeleri de şöyle anlatılır: “Hepsinin amacı artık Moskova’ya girişte olduğu gibi fethetmek değildi. Sadece ele geçeni yitirmemekti. Bir maymun, boynu dar bir testinin dibine elini daldırıp da bir avuç fındık aldığı vakit, avucuna aldığını elden kaçırmamak için nasıl yumruğunu bir türlü açmazsa, belliydi ki Fransızlar da Moskova’dan çıkarken aynı şekilde soyduklarını birlikte götürmeden yapamıyorlardı, bu yüzden mahvolmaya mahkumdular”

(Tercüme: Leyla Soykut).

Washington 1812: Başkent düşüşü

Gelelim Atlantik’in öte yakasına… Orada da Amerikalılar İngiliz ambargosundan son derece rahatsızdı. Dahası, İngilizler Amerikan gemilerine el koyuyor, tuttukları kişileri de zorla donanmada hizmete sokuyorlardı. İngilizler henüz kırkını çıkarmamış genç cumhuriyetin ilk savaş gemilerine saldırınca, çatışmanın resmen savaşa dökülmesi kaçınılmaz oldu. Amerikalılar da aslında bunu bir fırsat olarak gördüler. Şöyle ki, Kanada’nın denizden uzak, yani İngiliz donanmasının yardıma gelemeyeceği iç bölgelerini işgal ederek, ülkelerini büyütme hırsına kapıldılar. 1812 Savaşı böyle başladı.

Beyaz Saray yanıyor: 1814’deki Bladensburg muharebesini kazanan İngiliz general Robert Ross başkenti işgal etmiş ve diğer kamu binalarıyla birlikte Beyaz Saray’ı da ateşe vermişti.

Ne var ki İngilizler bu kez daha hazırlıklı idi. Ayrıca, ABD’nin bağımsızlığından sonra Kanada’ya sürülmüş olan İngiltere’ye sadık ahali, bir kez daha evlerini ve topraklarını ABD’lilere kaptırmamak için canla başla savaşacaklardı. Savaş karada, denizde, göllerde ve nehirlerde sürdü. Napoléon Elbe Adası’na sürülünce İngilizler yeni birlikler de getirdiler. 1814’te Amerikalılar bir dizi yenilgiye rağmen New York’u kurtardılar ama Washington’un düşmesini engelleyemediler. İngiliz birlikleri genç başkente girince Kongre’yi, Beyaz Saray’ı ve kamu binalarının çoğunu ateşe verdiler. 1814 Aralık ayında yapılan Ghent Antlaşması ile ABD ile Kanada arasındaki günümüzdeki sınır belirlenmiş oldu.

Bu savaşın diğer önemli bir sonucu da, İngilizlerle birlikte savaşan Kızılderililerin çok kayıp vermesi, böylece Amerika’nın orta-batısında kurulması düşünülen bir Kızılderili ülkesinin olanak dışı kalmasıydı. Amerikalılar savaştan sonra Washington’u hızla yeniden inşa ettiler.

Madrid 1808: Yaşasın ölüm!

Dünyada en çok başkent işgal eden kişilerden birinin Napoléon olduğu bilinir. Moskova’yı işgalinin aslında büyük bir yenilgi olduğu ve sonunu getirdiği haklı bir görüştür. Ama, Moskova’dan önce Lizbon ve Madrid’i işgali, onu çok daha fazla yıpratmıştı.

Fransız ordusu 1807’de İspanyolların desteği ile Lizbon’a girdi. 1808’de ise Napoléon İspanya’yı da imparatorluğuna katmak için harekete geçti. 24 Mart’ta bir Fransız ordusu Madride girdi, ancak kısa süre içerisinde kentte çok kanlı ayaklanmalar başgösterdi. Müthiş bir vahşet yaşandı ki, bu Goya’nın tablolarında çok canlı bir şekilde resmedilmiştir.

İspanyollar zorbalara karşı: Goya, kurşuna dizilen İspanyolları gösteren ünlü tablosu “Madrid’de Mayıs’ın 3’ü” (El 3 de mayo en Madrid) için “Avrupa’nın zorbalarına karşı giriştiğimiz şerefli ayaklanmanın olağanüstü ve kahramanca hareketlerini fırça darbeleri ile ebedileştirmek” yorumunu yapacaktı.

Napoléon, kardeşi Joseph Bonaparte’ı İspanya’ya kral yaptı, ancak bu direnişi daha da artırdı. Yıl sonunda imparatorun kendisi büyük bir orduyla Madrid’e girdi ama artık Fransa, İspanya batağına saplanmıştı.

Bundan sonra altı yıl boyunca, Wellington Dükü komutasında İberik yarımadasına çıkan İngiliz ordusunun etkili desteği ile İspanyol direnişi Fransa’nın kaynaklarını tüketti. Gerilla sözcüğü de bu tarihte askerî literatüre girdi. Yüz binlerce Fransız askeri, İspanyol kentlerinde garnizon görevinde kaldı, konvoyları yollarda pusuya düşürüldü. Napoléon kıtada sıkıştıkça İspanya’dan asker çekti, kalan askerler uzun bir çekilme sonrasında Pirenelerden Fransa içlerine kadar takip edildiler. Bu sırada Moskova’dan dönmüş olan Napoléon son barutunu kullanıyordu.

Paris 1871 / 1940: Alman çizmesi

I.Napoléon, sefil St. Helena adasında sürgünde öldükten 27 yıl sonra, maceracı yeğeni Louis Napoléon 1848’de önce ikinci Fransız Cumhuriyeti’nin seçilmiş cumhurbaşkanı, dört yıl sonra da ikinci imparatorluk döneminin ilk ve tek imparatoru oldu. Muazzam bir baskı ve sansür uygulayarak muhalifleri sindirdi. Victor Hugo, o gidinceye kadar sürgünde kaldı ve özel afla dönmesi için yapılan teklifi kabul etmedi. O çok sevdiği Paris’ten uzakta sürgündeyken, yeğen Napoléon, Baron Hausmann’a Paris’i yeniden inşa ettiriyor, geniş bulvarlar açtırıyordu. Böylece 1789, 1830 ve 1848 İhtilallerinde olduğu gibi barikat kurmak artık daha zorolacaktı.

Napoléon 1870’de Almanya’ya meydan okuyunca, Moltke’nin yeni ordusu imparatorun birliklerini göz açıp kapayıncaya kadar dağıtıp Paris’e ulaşacaktı. Kuşatılan kent 28 Ocak 1871 tarihinde teslim oldu. 17 Şubat günü muzaffer Alman birlikleri kentte bir zafer geçidi yaptılar (Bunu 69 yıl sonra, 2.Dünya Savaşı sırasında tekrarlayacaklardı).


Hitler, Eyfel Kulesinde: Hitler ve kurmayları Fransa’nın teslim olduğu gün Eyfel Kulesini ziyaret etmiş, Hitler asansörü çalışmayan kuleye merdivenden çıkmıştı.

Ancak söz konusu günlerin çok önemli bir olayı, sonbaharda Versailles’ı işgal etmiş olan Prusyalıların, burada Alman imparatorluğunun birleşmesini ve I.Willhelm’in imparatorluğunu ilan etmeleridir. Almanların bu ilan için işgal altındaki Versailles Sarayı’nı seçmeleri, I. Napoléon tarafından maruz kaldıkları aşağılanmanın intikamıydı. Olayın devamına gelince… Almanların koyduğu aşağılayıcı şartlar ve muazzam savaş tazminatı, ayaklanmaya ve 18 Mart 1871 günü Paris Komünü’ne yol açtı. Komüncüler, 21 Mayıs günü başlayan “Kanlı Hafta” boyunca Baron Hausmann’ın açtığı bulvarlardan ilerleyen ve işgalci Almanlarla işbirliği yapan Fransız ordusu tarafından katledildi. Gene bazı barikatlar vardı ama, 28 Mayıs’ta her şey bitmişti.

I. Wilhelm’den sonra tahta çıkan ikincisinin, 1914’te Paris’i tekrar almasına ramak kalmıştı ki, Fransızların yüz binlerce kayıp verdikleri muharebelerle bu önlendi. Paris’e yaklaşan Alman ordularının cephesi anlık olarak açık kalınca, buraya hücum eden Fransız birliklerinin Paris taksileriyle taşınması, bu tarihteki en ilginç hadiselerden biridir. 1. Dünya Savaşı’nı İngilizlerin, Amerikalıların ve Rusların sonsuz fedakarlıkları sayesinde muzaffer bitiren Fransızlar, 1918 sonunda Paris yakınlarında bir demiryolu vagonunda Almanlara aşağılayıcı bir ateşkes imzalattılar. 22 yıl sonra Adolf Hitler, artık savaş iradesi zayıflamış olan Fransızları bir kez daha yenip Paris’i tekrar işgal etti ve aynı vagonda kendi aşağılayıcı ateşkesini imzalattı.

Fransızlar 50 ay boyunca işgal altında yaşadılar. Amerikan 4. Tümeni ve Leclerc’in Amerikalılar tarafından donatılan 2. Zırhlı Tümen’i kente yaklaşıp Almanlar çekilince, 19 Ağustos günü Hür Fransız Kuvvetleri ayaklandı! Ama bu, Rezistans efsanesinin sahnelerinden biriydi ve Almanların Paris komutanı von Choltitz, Hitler’in bizzat verdiği “Paris’i yakın” emrini uygulamamıştı. 29 Ağustos’ta Amerikan 28 Tümen’i kentte zafer yürüyüşü yaptı. Bu günlerin en çarpıcı sahnelerinden biride, De Gaulle kurtuluş konuşması yaparken çatılardan ateş eden Alman keskin nişancılarla çatışılmasıdır.

70 yılda üç büyük savaş ve Paris’in iki, Berlin’in bir işgali sonrasında gündeme gelen Fransız-Alman barışı, bugün Avrupa Birliği’nin temelini oluşturdu.

Roma 1943: İşgalciler değişti

“İtalyanlar hiçbir savaşı girdikleri tarafta bitirmemiştir” denir. 1 Dünya Savaşı’na İttifak güçleri tarafında katılacakken, bir anda ayak değiştirip İtilaf cephesine katılmıştı. 2. Dünya Savaşı’na da Hitler’in müttefiki olarak girdiler; ama 1943’te yenilgi belli olunca ve Ağustos ayında Sicilya’yı yitirince, Mussolini’yi düşürüp Müttefiklerle görüşmelere giriştiler. Plana göre Amerikan 82. Paraşütçü Tümeni Roma’ya inerken Salerno’ya da çıkarma yapılacak ve İtalya’nın durumu son ana kadar gizli tutulacaktı. Ne var ki Almanlar durumu sezmiş, 2. Paraşütçü ve 3. Panzergranadier tümenlerini kenti her an işgal edebilecek şekilde konuşlandırmışlardı.

İtalya’nın bu saf değiştirme durumu, ancak Amerikalılar karaya çıkıp Roma’ya doğru ilerlemeye başlayınca açıklanacaktı. Ne var ki çıkarmadan bir gün önce BBC radyolarından bu durum ilan edilince, Almanlar hemen Roma’yı işgal ettiler. Bu arada Amerikan çıkarması da kıyıya saplanıp kalmıştı. Romalılar, Müttefikler güneyden ilerleyip kenti alıncaya kadar dokuz ay boyunca çok ağır koşullarda yaşadılar.

İtalya’da ilerleyen Amerikan ordularının komutanı Mark Clark şöhrete aç, yanında gazeteci ordusuyla gezen bir subaydı. Roma fatihi olmak için yanıp tutuşuyordu. Nihayet 4 Haziran günü Roma’ya girdi ve ertesi gün 5 Haziran’da, Capitoline Tepesi’nde basın toplantısı yaptı. Ama söyledikleri daha yayınlanmadan Normandiya Çıkarması başlamış, sahnesi çalınmıştı. Clark, Amerikan tarihindeki en sevilen general olmak istiyordu; bir an önce Roma’yı almak için binlerce askerin boş yere ölmesine neden olduğu için en nefret edilen oldu.

Roma halkına gelince… “İşgalcinin değişmesi”ni gene de bayram yaparak karşıladılar. Alman Mareşal Kesselring işgalde sert davranmış, ama son anda “açık şehir” ilan ederek Roma’yı kurtarmıştı. Birkaç ay sonra von Choltitz de aynı şeyi Paris için yapacaktı. Ne var ki Doğu Avrupa başkentleri o kadar şanslı olmayacak, Varşova ve Budapeşte tarihin en büyük yıkımlarına sahne olacaktı.

Açık Şehir: 1943’te Roma’daki Nazi işgali, iki yıl sonra Rossellini’nin yönetmenliğini yaptığı “Città Aperta” (Açık Şehir) isimli filmine konu olmuştu. Filmde Roma’da yaşayan bir grup insanın, işgal sırasındaki yaşantısı ve mücadelesi anlatılıyordu.

Varşova 1939: İki kasap arasında

Polonya yakın tarihte Almanya, Avusturya ve Rusya tarafından üç kez paylaşılmıştı. Özellikle Almanya ve Rusya, Polonyalı çiftçileri toprak-sız işçi haline getirip nüfusu dağıtmak için muazzam çaba gösterirken 1 Dünya Savaşı patlak verdi ve iki ülke arasında bağımsız Polonya devleti kuruldu. Bu ne Hitler’in ne de Stalin’in kabul edebileceği bir şeydi.

Polonya’nın işgali sırasında Varşova’da iki büyük ayaklanma tarihe geçti ki, ikisi de insanlık tarihinin en acı olayları arasındadır. Bunlardan ilki Yahudilerin 1943’teki Getto direnişidir. Almanlar burada topladıkları 300 bin Yahudiyi ölüm kamplarına göndermeye başladıktan sonra 19 Nisan 1943 günü kalanlar birkaç tüfek, yüzden az tabanca ve biraz el bombasıyla direnişe başladı. Direniş 13 Mayıs günü sona erdiğinde, 13 bin kişi öldürülmüştü. Direniş sırasında Yahudiler Polonyalılardan yardım görmediler.

Ertesi yıl Rusların büyük taarruzu başladı ve Alman cephesi Vistül ve Karpatlara kadar geriledi. Varşovalılar Rusların hemen yanı başlarındaki nehre kadar geldiklerini görünce ayaklanıp kenti kendileri kurtarmak istediler. Ne var ki Ruslar Vistül’ü geçmeyip Almanların 200 bin Polonyalıyı direnişçiyi daha öldürmesini izlediler. Ruslar 17 Ocak günü Varşova’ya girdiler. Herhalde en az sevinçle karşılanan kurtuluşlardan biri oldu, çünkü % 85’i yanıp yıkılmış olan kentten bir işgalci gitmiş bir diğeri gelmişti.

Savaşın suçları:

Naziler, savaşın sonlarına doğru aralarında öğretmenler, doktorlar, profesörlerin bulunduğu Varşovalı direnişçileri katlederken, şehri kuşatmış Kızıl Ordu, Stalin’in emriyle müdahale etmedi!

Budapeşte 1944: Almanlar, sonra Ruslar

2 Dünya Savaşı’nın en uzun çatışmalarından birisi olan Budapeşte Muharebesi de 1944 sonunda başlamıştı. Savaşa Almanlarla müttefik olarak başlayan Macaristan, üç yıl süren Rusya seferinde büyük kayıplar verdikten sonra İtalya gibi savaştan çekilmeye çalıştı. Ancak Almanlar 1944 Mart’ında emrivaki ile Macaristan’a girdiler. Ekim ayında Amiral Horty ülkesinin savaştan çekildiğini açıklarken Almanlar tarafından tutuklandı ve yerine işbirlikçi faşist Ferenç Szalasi getirildi; böylece o zamana kadar fazla zarar görmemiş olan Macar Yahudilerinin imhasına girişildi.

Ruslar Budapeşte’ye girdikten sonra Alman asıllı Macarları işçi olarak Rusya’ya taşıdılar ve bunu Macarlar izledi. Zorla götürülen insanların sayısı, üçte ikisi Alman asıllı olmak üzere yarım milyondur.

Budapeşte de, kurtarıcıdan daha çok çeken bir kent oldu. Zaten kurtarılırken, kentin neredeyse tamamı harabeye dönmüş, Tuna üzerindeki tarihî köprüler bile Almanlar tarafından havaya uçurulmuştu. Bu kentte kadınlara yapılan saldırlar da dikkati çekici oranda yüksekti.

Utanç duvarı: 1961’de inşa edilen Berlin Duvarı, hem işgalin hem Soğuk Savaş’ın en kuvvetli sembolüydü. 1989’da yıkıldı ve Almanya yeniden tek devlet oldu.

Viyana 1945-55: Galibin işgali

Avrupa’da savaş sonrası düzen tartılırken, Almanya ve Berlin gibi, Avusturya ve Viyana’nın kaderine de ortak işgal düşmüştü. 1945’den 1955’e kadar on yıllık süre içerisinde ülke ve kent dört galip ülkenin yüksek komiserleri tarafından yönlendirildi, yönetildi. Bu dönem Soğuk Savaş’ın dorukta olduğu yıllardı. Ruslar, iki sistem arasında “demir-perde” adı verilen bir tecrit uygulanmışlardı. Ortak işgal bölgesi olan Viyana bir yandan yıkıntılarını kaldırıp yeniden inşa ediliyor, diğer yandan da casusların cirit attıkları bir ortak alan işlevi görüyordu.1955’te Ruslar tarafsız kalması koşuluyla Avusturya’dan çekilmeye karar verince, bu diğer müttefikler için bir şok oldu. Özellikle Berlin ve Almanya’nın ortak işgali sürerken, Konrad Adenauer’in bu oldubittiye çok kızdığı bilinir.

Berlin 1945: Ruslara acı ikram

Berlin’in Napoléon tarafından işgali Alman milliyetçiliğinin dönüm noktasıydı. Sayısız küçük devletçiğe ve prensliğe bölünmüş olan Alman ulusunun Prusya Krallığı’nın öncülüğünde inşası, bilinçli bir şekilde tam da bu işgal sonrasın-da başlamıştı. İmparatorluğun işgal altındaki Versailles’da ilanı, bu tepkinin devamıdır. 1945’te Amerikalılar Berlin’i alabilecek durumdaydı. Ancak Berlin Muharebelerinin 100 kayba neden olacağını hesaplayıp, bu işi delice hevesli olan Stalin’e bıraktılar. Oda 20 milyondan fazla kayıp veren insanlarına hiç acımadan Berlin’i alma şerefi için 100 bin insan daha harcadı.

Almanya işgal bölgelerine ayrılınca Berlin bir ada olarak Rus işgal bölgesinin hayli içinde kaldı. 1948’de Berlin’de huzursuzluklar artınca Ruslar dörtlü işgal konseyinden çekildiler. Batılı ortaklar da buna karşı yeni bir para birimini devreye soktular. Ruslar, karşılığında Berlin’e giden tüm demir ve kara yollarını kestiler. Bu büyük kenti açlıkla teslim alabileceklerini düşündüler. Ne var ki hesapları tutmadı. Amerikalılar bütün dünyadan çektikleri nakliye uçaklarıyla hava köprüsü kurdular. 1948’in Haziran ayından 1949’un yazına kadar müttefikler 277.264 uçak indirip, 2.343.313 ton ihtiyaç maddesini Berlin’e ulaştırdılar. Olayın tüm dünyada prestijlerini yıktığını gören Ruslar pes edip yolları açtılar. Bu, Soğuk Savaş’ta Batı’nın en önemli zaferlerinden birisini teşkil etti.

Akabinde Batı Almanya NATO’ya alındı ve Ruslara karşı Avrupa’daki en büyük kara gücü oluşturuldu. 1953 yazında Stalin ölünce, Rus işgal bölgesindeki genel grev ve ayaklanma tanklarla bastırıldı. İnsanların sürekli olarak Batı’ya kaçmaları üzerine, 1961’de Berlin Duvarı yapıldı. Bunu izleyen yıllarda duvarı kaçak aşmak isteyen çok sayıda Doğu Alman vatandaşı öldürüldü. Nihayet 1989’da duvar yıkıldı ve iki Almanya birleşti.

Tokyo ve Mac Arthur

Douglas Mac Arthur, Amerikan generalleri içerisinde burnu en büyük olanıydı ve kendisini daima özel ve dokunulmaz bir konumda görmüştü. Eski Genelkurmay Başkanı, Filipinler komutanı, Manila’yı geri alan ve zafere büyük katkısı olan askerî lider vasıfları bulunduğu için çok da haksız sayılmazdı. Tokyo Körfezi’nde Missourri zırhlısında yapılan teslim töreninin de kıdemli komutanıydı. İşgal komutanı olarak Tokyo’ya tayini de kaçınılmaz gibiydi. Japonya’yı adeta imparator kendisiymiş gibi yönetti ama, bu süreçte imparator Hirohito ile iyi diyalog kurdu.

Mac Arthur, Japonya’yı kendi kafasındaki şekilde “demokratik bir ülke” haline getirmeyi amaçlıyordu ve bu alanda ciddi adımlar atılmıştır. Bunların en önemlileri kadınlara yüksek eğitim ve topluma katılma kapılarını açması, sendikacılık ve siyaset anlayışını değiştirmesi ve Japonya’da toprak reformu yaparak ülkenin daha hızlı gelişmesinin önünü açmasıdır. 1950’de Kore Savaşı Amerikalıları hazırlıksız yakalayınca, hızla toparlanan güçlerle çok parlak bir karşı hamle yapıp durumu tersine çevirdi. Ne var ki Çinlilerin savaşa girmesi konusunda yanılınca ve atom bombası kullanılmasını savununca çizmeyi aştı. ABD’de o kadar çok desteği vardı ki kendisini dokunulmaz sanıyordu, ama görevden alındı. Bu haber bomba etkisi yarattı ve sonunda Tokyo’dan ayrıldı. Kore savaşı Amerikan-Japon ilişkilerinde de yumuşama getirdi ve işgalin kalkma süreci başladı.

Savaşın bittiği an: Japonya’nın Dışişleri Bakanı Mamoru Shigemetsu, Mac Arthur ve temsilci heyetin önünde Japonya’nın teslimiyet belgesini imzalıyor. 23 dakika süren tören, 2. Dünya Savaşının fiilen ve hukuken bittiği andı. Başkent Tokyo da, artık Amerikan idaresine giriyordu.

İstanbul 1918-23: 465 yıllık başkentin sonu

İstanbul beş yıl işgal altında kaldı. İşgalden kurtulduğu zaman artık başkent değildi. Mondros Mütarekesi’nden kısa bir süre sonra 13 Kasım 1918 tarihinde başlayan işgal, 6Ekim 1923 tarihinde sona erdi. İşgal yönetimlerine yaltaklanan Türkler, Millî Mücadele’ye karşı tavır alanlar, taşkınlık yapan Rumlar ve bunlara karşı direniş örgütleyen kahramanlar, Sultanahmet mitingleri, kelle koltukta depolardaki silahları Anadolu’ya kaçıranlar iç içe yaşamıştır. Bunlara ek olarak İngiliz işkencehaneleri, Bekirağa Bölüğü’ne hapsedilen yurtseverler, ihtilalden kaçan Ruslar, İtalyan ve Fransız birlikleri, Dolmabahçe önüne demir atan Yunan zırhlısı Kılkis, Ankara ve tüm diğer merkezlerin ajanları, işbirlikçi ve yurtsever basın bu dönemin karmakarışık manzarasını artırır. 16 Mart tarihinde işgal kuvvetleri kışlaları basıp uyuyan askerleri öldürmüşler, akabinde komutanları tutuklayıp Meclisi kapatmış, bir kısım asker ve politikacıyı Malta’ya sürmüştür. Ne var ki bu süreçte Ankara yönetimi İstanbul’un ülkeyle bağlantısını giderek koparmış ,işgal altındaki yönetimi etkili şekilde tecrit etmiştir.

13 Kasım 1918: Galata Kulesi önündeki İngiliz işgal kuvvetlerini gösteren tarihi fotoğraf Temmuz 2015 sayımızda Zaman Kayması’na konu olmuştu.

Pekin, Atina, Bağdat Kabil ve diğerleri

İki dünya savaşında da, Avrupa’da tarafsız ülkeler dışında bütün başkentler işgal edildi. Kimisi teslimiyet, kimisi de direniş efsaneleriyle hatırlanıyor. Atina, Belgrad, Brüksel, Kopenhag, Oslo ve diğerleri… Elbette, kurtuluştan sonra direnişler abartılmış, şerefi kurtarmanın bir yolu olarak görülmüştür. 20 yüzyılın başında sadece Avrupalı güçlerin değil, ABD ve Japonya’nın da fiili ortak sömürgesi olan Çin’in başkenti Pekin’in, Boxer isyanı sırasında uluslararası bir güç tarafından 1900 yılında işgali “Pekin’de 55 Gün” isimli filmde anlatılmıştır. Daha sonra Çin büyük bir karmaşa ve savaş dönemine girdi. Başkent 1928’de Nanking’e taşındı. 1937’de Japonlar Pekin’i işgal ettiğinde başkent değildi ama, Japonlar orada kukla bir hükümet kurarak sözde başkent yaptılar. 1949’da Pekin tekrar başkent oldu.

Asya’da birçok kez işgal edilmiş ve her seferinde hayatı işgalcilere dar ederek çekilmelerine yol açmış bir başkent ise Kabil’dir. İngilizler 1838’de Kabil’e girdiler ama çekilmek zorunda kaldıktan sonra yolda tamamen imha edildiler. Sadece bir kişi hayatta kalabildi. İngilizler sonra tekrar geldiler ama işgal uzun sürmedi.

Yakın tarihteki Rus işgali de onları çekilmek zorunda bırakan bir direnişle sona erdi. Daha sonraki Amerikan işgali de müttefiklerine rağmen büyük sorunlar yaşadı. Bunu izleyen Bağdat’ın işgali de bu kentin bölünmesine ve son derece kanlı olaylara sahne oldu. Tabii, bu arada 2 Dünya Savaşı sırasında Tahran’ın işgalini de hatırlatmak gerekir. İkmal yolunu açık tutmak için Ruslar kuzeyden, İngilizler güneyden aniden ülkeye daldılar. Ordu savaşmakta o kadar isteksizdi ki, Rıza Şah genelkurmay başkanının kafasına bastonu indirip, elleriyle rütbelerini söktü. İngiliz yanlısı Başbakan Ali Mansur’u değiştirdi ama, kaderi değiştiremedi. İşgal üç yıl sürdü ve savaş bittikten sonra Ruslar antlaşmaya rağmen bir yıl daha ülkeden çekilmediler. Aynı dönemde komşumuz Atina’nın da işgal sırasında Almanlardan çok çektiği ve binlerce Atinalının açlıktan öldüğü hatırlanır. Türkiye Atinalılara sadece birkaç gemi yiyecek gönderebilmiştir.