Fâtih’in ölümünü izleyen bir kapıkulu anarşisinde tahta oturdu. 31 yıl sonra oğlu Selim’in (Yavuz) darbesiyle ölüm yolculuğuna çıktı. Saltanatının başında Cem Sultan sorunuyla, sonra ayaklanmalarla, İstanbul depremiyle, ciddi problemlerle uğraştı. Halk, “uğursuz” padişah dedi, oysa yüksek performans göstermiş bir Osmanlı sultanıydı.
Türk tarihiyle ilgilenenler okul sıralarından beri, Fâtih’in iki oğlundan Bâyezid’e pasif, taht için yetersiz; Cem’e akıllı atak, tahta layık diye gelmişlerdir. Cem için, kısa yaşamının (1459-1595) son 13 yılını Frengistan’da tutsak geçirmesi nedeniyle yaygın bir rikkat de söz konusudur. Benim, 1951’de Hürriyet gazetesinde yayınlanan Cem Sultan tefrikasıyla başlayan bugüne kadar vazgeçemediğim, Cem’e ve annesi çilekeş Çiçek Hatun’a dair kitap-doküman toplama merakım vardır. Şimdilerde yaşlı bir araştırmacı gözüyle baktığımda, Bâyezid’in padişahlığı başarılı, kardeşine karşı tutumu insaflı ve sabırlı görünüyor. Oysa Cem’in, “Kudüs’te otur!” diyerek kendisine yaşama güvencesi veren ağabeyine önerisi “devleti bölüşelim” olmuştu.
Tarihlerin Sultan Bâyezid Hân-ı Sanî, Bâyezid-i Velî, Sôfî/Sofu Bâyezid diye andığı, Osmanoğullarının bu 8. padişahı, Fâtih’in üç oğlunun ilki veya ikincisiydi. Annesi, Arnavut veya Fransız asıllı bir câriye, saray haremindeki adı da Gülbahar’dı. Doğumunu 1447, 1448, 1451 veren kaynaklar vardır. İstanbul’da tahta çıkan (1481), İstanbul’da tahttan indirilen (1512) ilk padişahtır. Cülusu evresinde de tahttan indirilişinde de kapıkullarının kıyam ve gulgulesi yaşanmıştır.
Sulhatü’l Ahbar adlı minyatürlü yazmada baba oğul torun üçlüsü: II. Murad, II. Mehmed, II. Bâyezid (altta). II. Bâyezid, tahta geçtiği yıllarda (sağda). Lokman’ın betimi (altta)
İyi eğitimli şehzade
Fâtih ‘in diğer şehzadesi Mustafa ölünce (1474) taht adaylığı Bâyezid’le Cem’e kalmıştı ama veliahtlık konusunda bir hanedan kuralı yoktu. Fâtih’ten sonra ikisinden biri tahta geçecekti. Henüz çocukken 1454’te babasının onayıyla hocaları ve bir sancakbeyi kadrosuyla Edirne sarayından Amasya sancağına gönderilen şehzade Bâyezid, rekor sayılacak bir süre, 27 yıl aralıksız orada oturdu. Eğitimini orada tamamladı, giderek sancak yönetimi yanında Farsça, Arapça, hatta Uygurca- Çağatayca öğrendi. Fâtih’in kimi seferlerine sancağı, askeriyle katıldı. Çevresindeki aydınlar Amasyalı Nacizâde, Çandarlızâde İbrahim Çelebi, Hamza Beyzâde Mustafa Paşa, hattat Şeyh Hamdullah ve diğerleriydi. Bunlarla dostluğu sayesinde çok yönlü kültür edindi.
Rumiye-i Suğra’yı (Sivas-Tokat-Amasya) yönetirken Fâtih Kanunnâmesi’nin kimi ağır hükümlerini gözardı ederek ahaliyi gözetti. Diğer yandan Amasya sarayında her gün buluştuğu arkadaşlarıyla yarı mistik, yarı şairane bir yaşama alıştı, afyon müptelası belki ayyaş da oldu. Oğlunun bu durumunu öğrenen Fatih, onu sefahate alıştıran Ahi Evran oğlu Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi’nin öldürülmesini emrettiğinde ise Bâyezid bu dostunu uzaklara kaçırtarak kurtarmıştı. Otlukbeli Savaşı’ndaki (1473) beceriksizliğini eleştiren babasına yazdığı mektupta da hakkındaki dedikoduların asılsızlığını, iştah kesici macunlar kullandığını bildirmişti. Taht konusunda, kendisinden sekiz-on yaş genç üvey kardeşi Cem karşısında umutsuz, yazgının sürprizinden de habersizdi.
Doğu seferine çıkan Fâtih, ilk menzil olan Gebze’de hastalanıp beklenmedik bir anda ölünce (3 Mayıs 1481), şans rüzgârı Bâyezid’e dönüverdi. Gerçi veziriazam Karamanî Mehmed Paşa’nın yaptığı hesaba göre, Konya Valisi Şehzade Cem’e giden ulak, taht müjdesini, Amasya’ya Bâyezid’e gidenden iki gün önce ulaştıracaktı ama, öyle olmadı. Ulak Kütahya’da tuzağa düşürülünce şans dönüverdi. Fâtih’in ölümünü ordudan gizleyerek cenazeyle ivedi olarak İstanbul’a dönen Veziriazam Karamanî Mehmed Paşa’yı korkunç bir ölüm bekliyordu! Üsküdar’dan İstanbul’a geçince iki yaka arasındaki deniz ulaşımını yasakladı. Amacı, padişahın ölümünün neden olacağı olayları önlemek ve Bursa-Mudanya-Marmara kestirmesinden gelmesini beklediği Cem’i de tahta oturtmaktı.
Takdir tedbiri bozdu: Fatih’in öldüğünü öğrenen Yeniçeriler, yağma ve katliam başlattılar. Karamanî’yi parçalayıp başını mızrağa geçirdiler. Yahudi mahallelerini, yabancı mağazalarını yağmaladılar. Olanlara bir süre seyirci kalan İshak ve Sinan Paşalar, duruma el koyarak ayaklanmacıları sindirdiler. Bâyezid’in İstanbul’daki oğlu Şehzade Korkud, babası gelesiye tahta oturtuldu.
Bâyezid, 21 Mayıs 1481’de dört bin süvariyle Üsküdar’a ulaştı. Halkın ve askerin tezahüratı arasında limandan İstanbul’a girişi görkemli oldu. Matem işareti olarak siyah giyinmiş, atının başına siyah sorguç taktırmıştı. Kent zenginleri, bir kâbustan kurtulmanın sevinciyle yeni hükümdarın önüne taslarla altın akçe serptiler. İskeleden saraya kadar yollara sırma işlemeli serendaz halılar döşenmişti. 22 Mayıs günü babasının cenaze törenine katılıp tabutunu taşıyan Bâyezid, aynı gün Topkapı Sarayı’ndaki cülûs töreniyle tahta oturdu. Kapıkullarına cülûs bahşişi dağıttırdı, gündeliklerine de terakki (zam) verdi.
Kardeşlerin taht kavgası
Konya Valisi Cem’e gelince: Hayatta kalmak ve saltanat hakkı savıyla Konya askerleriyle İnegöl’e geldi. Bâyezid de Ayas Paşa’nın komutasında iki bin yeniçeriyi ona karşı gönderdi. Cem adına Gedik Nasuh Bey’in komuta ettiği tümen, 28 Mayıs günü Bursa yakınında yapılan savaşı kazanarak Ayas Paşa’yı tutsak aldı. Cem de halkın coşkulu gösterileri arasında Bursa’ya girerek atalarının bu başkentinde sultanlığını duyurdu. Adına sikke kestirip hutbe okutturdu. Bursa’da 23 gün, “Cem Sultan” değil “Sultan Cem” sanıyla hükümdarlık etti.
Bursa’da oturan hanedan büyüğü, Çelebi Mehmed’in kızı “Ulu Hala” Selçuk Hatun’u, Mevlâna İlyas, tarihçi Şükrullah eşliğinde, Rumeli ve Anadolu topraklarını bölüşmek önerisiyle İstanbul’a elçi gönderdi. Ulu Hala’nın bu önerisini II. Bâyezid, merhamet ve kardeşliğin hükümdarlar arasında söz konusu olmayacağını, memleketin parçalanmayacağını vurgulayarak reddetti. Vakit yitirmeden Cem sorununu çözmek için de Kapıkulu ordusuyla Anadolu yakasına geçti.
20 Haziran 1481’de Yenişehir Ovasında yedi saat süren savaşta Cem’in birlikleri bozguna uğradı. Bursa’daki saltanatı yitiren bahtsız şehzade, yaralar bereler içinde Konya’ya, oradan Suriye’ye, Mısır’a giderek Memlûk Sultanı Kayıtbay’a sığındı. Karamanoğlu Kasım Bey ise Bâyezid-Cem mücadelesini fırsat bilip Varsak ve Turgutlu Türkmen boylarıyla Konya’yı kuşattı ama Gedik Ahmed Paşa’nın gelmesi üzerine Toros dağlarına çekildi.
Napoli Krallığı, Gedik Ahmed Paşa’nın işgal ettiği Otranto liman-kalesini geri aldı. Bâyezid-Cem sorunundan Venedikliler de yararlandı: Ocak 1482’de imzaladıkları yeni antlaşmayla Osmanlı Devleti’ne ödedikleri yıllık on bin duka altın haraçtan kurtuldular.
Mısır’da iken hacca giden Cem, bu manevî güçle şansını son bir kez daha denemek için Türkmen beylerinin çağırısına uyarak Memlûk sultanının yanına kattığı “Şam Askeri” ile Anadolu’ya yöneldi. Konya’yı, sonra Ankara’yı kuşattı ama alamadı. Ordugâhını Aydos’ta kuran II. Bâyezid’in Kudüs’te oturması önerisini geri çevirdi. Ağabeyine yazdığı manzum mektubunda, “Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan / Ben kül döşenem külhan-ı mihnetde sebeb ne?” diyerek yazgıya boyun eğmeyeceğini bildirdi. Bâyezid, kardeşinin manzum mektubuna aynı uyakta yanıt verdi: “Haccü’l-Haremeynim deyü da’va edersin/ Ya saltanat-ı dünya içün bunca talep ne?”. Gedik Ahmed Paşa kumandasında sevk ettiği ordu da Çukur Çimen’de Cem’i ve Karamanoğlu Kasım Bey’i mağlup etti.
Taşeli dağlarına kaçan Cem’in, o yılın Temmuz ayında Rodos Şövalyelerine sığınması nedeniyle konu, II. Bâyezid açısından, saltanat sorunu olmaktan çıktı, önemli bir dış sorun oldu ve 1495’e değin Rodos Şövalyelerine, Papalığa, Napoli ve Fransa krallıklarına karşı ödüncü politikalar izlemek zorunda kaldı. İlkin 1483’te Rodos Şövalyelerinin üstad-ı azamı Pierre d’Aubusson ile bir antlaşma imzalayarak, kardeşinin korunması ve giderleri için her yıl 45 bin duka altın vermeyi kabul etti.. Cem’in Avrupa’daki 13 yıllık serüveni boyunca, Papalık ve Katolik dünyasında İstanbul’u yeniden Hıristiyan kenti yapma umudu uyansa da II. Bâyezid oyalayıcı bir siyasetle İstanbul’a yönelik bir Haçlı seferini önlediği gibi, Balkanlar’daki Osmanlı egemenliğini de güçlendirdi.
II. Bâyezid’in bir av partisinde ceylan vuruşu.
Cem’in İstanbul’daki rehin oğlu Oğuz Han’ı boğdurtan, Cem yanlısı Gedik Ahmed Paşa’yı idam ettirip Veziriazam İshak Paşa’nın yerine Davud Paşa’yı getiren padişah, 1483 ilkbaharında devlet erkânıyla birlikte Sofya’ya giderek Bosna Hersek sorunlarıyla ilgilendi. Hersek’i ilhak etti. Filibe’de üç gün süren bir av partisine katılıp performans gösterdi ve İstanbul’a döndü.
Ertesi yıl yeni bir sefer için Edirne’ye gitti. Sefer hazırlıkları sürerken 23 Mayıs 1484’te kendi adını taşıyacak cami ile medrese, imaret ve şifahaneden oluşan Tunca kıyısındaki Sultan Bâyezid külliyesinin temelini attı. Yangın geçiren kentin imarıyla da ilgilendi. Sonra sefere çıktı. Orduyla Tuna’yı geçip Boğdan topraklarına girdi. Karadan ve denizden Kili kuşatması dokuz gün sürdü. 15 Temmuz’da kale teslim alındı. Prut nehrinin ağzındaki Akkirman, Bâyezid’in kuşatmasına altı gün dayanabildi, 11 Ağustos’ta düştü. Bir süvari ordusuyla Osmanlı kuvvetlerine katılan Kırım Hanı Mengli Giray’a sırmalı üsküf giydiren padişah, Edirne’ye dönerek 1485 kışını burada geçirdi. Macar, Mısır, Hint elçilik heyetleri, Edirne Sarayında huzuruna çıkarak nâme ve hediyelerini sundular.
Cem sorunu nedeniyle sefer ve savaşlara ara veren II. Bâyezid, Türk akıncıların Boğdan’a, Malkoçoğlu Bali Bey’in akınlarına onay vermesi üzerine de Polonya topraklarına girmesiyle Lehistan-Osmanlı ilişkilerini bozdu. Batıda akıncı sorunu giderek büyürken, Malatya ve Divriği ileri karakollarını elinde tutan Memlûk Sultanlığı ile de sınır savaşları başladı. Hicaz su yolları sorunu, Memlûk sultanının Rodos Şövalyelerine sığınan Şehzâde Cem’in Mısır’daki ailesini himaye etmesi, Dulkadirli, Ramazan ve Karaman beyliklerinin sınır ihlalleri, zaman zaman şiddetlenen savaşlarda Osmanlı kuvvetlerinin yenik düşmesi 1491’e kadar sürdü. Adana ve Tarsus Memlûklara bırakılarak barış sağlandı.
Endülüs’teki (İspanya) Müslüman Beni Ahmer Devleti’nin İstanbul’a gelen elçisi, sunduğu Arapça manzum istimdatnâmede (yardım mektubu), İspanya’daki Müslüman Arapların soykırımdan kurtarılması isteniyordu. II. Bâyezid, Kemal Reis’i bir filo ile Batı Akdeniz’e gönderdi. Kraliçe Isabella’nın 31 Mart 1492 tarihinde Yahudileri de kovma fermanı üzerine padişah Sefaradlara da kucak açarken, Anadolu ve Rumeli beylerbeylerine hükümler yazarak bölgelerine gelecek Müslümanlara ve Yahudilere yerleşim yerleri sağlanmasını bildirdi. Kemal Reis’in filosu Müslüman Arap göçmenleri ve Yahudileri İspanya katliamından kurtarıp Türkiye’ye getirdi. Çoklukla İstanbul, Edirne ve Selanik’e göçen Sefaradlar mahalleler kurup, cemaatler oluşturdular. Bir bölümü İstanbul’a gelen Araplarsa, Galata’nın Haliç kıyısına yerleşti. Burada 1475’te Galata Camii adıyla camiye çevrilmiş olan San Domenico kilisesi zamanla Arap Camii adını almıştır.
1492’de Arnavutluk ve Macaristan seferleri için Edirne’ye, oradan Sofya’ya giden II. Bâyezid, Belgrad kuşatması için Hadım Süleyman Paşa’yı görevlendirerek yerel ayaklanmaları sindirmek üzere Arnavutluk’a yöneldi. Akıncı kolları da Erdel (Transilvanya), Hırvatistan topraklarına girdi. Belgrad kuşatmasında Macar baskınları nedeniyle ağır kayıplar verildi. Akıncı beyi Mihaloğlu Ali Bey ve yüzlerce akıncı öldü. Süleyman Paşa kuşatmayı çözerek geri çekildi.
Diğer yandan 1492 seferlerinden sonra Macaristan, Lehistan ve Venedik’le imzalanan antlaşmalarla yürürlüğe giren barış süreci 1498’e değin uzatıldı.
II. Bayezid vezirleriyle kardeşi Cem sorununu görüşüyor (Topkapı Sarayı Müzesi).
Venedik’le savaş ve barış
Venedik’in 1498’de Fransa ile anlaşması üzerine İstanbul’daki Venedikliler tutuklanarak mallarına el konuldu ve ertesi yıl da Venedik’e savaş açıldı. II. Bâyezid ilkbaharda sefere çıkarak Mora’ya indi. Osmanlı donanması Sapienza adası açıklarında Venedik donanmasını bozguna uğrattı. İnebahtı kalesi fethedildi. Bunu Modon, Koron ve Navarin kalelerinin alınması izledi.
Padişahın İstanbul’a dönmesine karşın Venedik’le savaş durumu dört yıl sürdü ve 14 Aralık 1502’de ateşkes imzalandı. 20 Mayıs 1503’te yenilenen antlaşma ile de Venedik Cumhuriyeti, eskiden olduğu gibi yılda 10 bin duka vergi ödemek karşılığında Türk karasularındaki ticaret ayrıcalıklarını yeniden elde etti. İstanbul’daki Venedik balyosunun her yıl yerine, üç yılda bir değişmesi de antlaşmada yer aldı. Balyos olarak İstanbul’a gelen ve daha sonra Venedik doçu olan Andrea Gritti’nin iyi ilişkiler kurduğu II. Bâyezid’in, İspanya’daki gelişmelere müdahalesi kadar Akdeniz havzasında barış öngörmesi de İstanbul’un sosyal ve ekonomik yaşamını olumlu etkileyen sonuçlar verdi.
Bu gelişmelere karşın II. Bâyezid’in, uzun hükümdarlığında halkın kendisini “uğursuz” saymasına neden olacak bir dizi felaket şiddetli sağanaklar, yangın ve fırtınalar, iki büyük deprem, salgın ve kıtlıklar da yaşandı. 1488’de aralıklarla iki ay süren depremde İstanbul önemli ölçüde hasar gördü. 1490’da korkunç bir fırtına çıktı. Atmeydanı’ndaki baruthaneye yıldırım düştü. Çevredeki mahalleler yandı. O yılki depremde minareler yıkıldı. Kente gelen yabancıların gözlemlerine göre, İstanbul yine de görkemli surlarla çevrili, bakımlı ve güzel bir şehirdi.
Oğlu Selim tarafından tahttan indirilen II. Bâyezid’in Dimetoka’ya gitmek üzere İstanbul’dan arabayla ayrılışı. Minyatürde, Yavuz’un (atlı ve sorguçlu) arabanın yanında babasına eşlik ettiği görülüyor (sağda).
1494 ve 1502’de Avrupa’dan yayılan ve yıllarca süren iki veba salgını, Osmanlı ülkelerinde de binlerce insanın ölümüne neden oldu. Buna kıtlık da eklendi. Rumeli topraklarına birkaç yıl yağmur düşmediğinden ürün alınamadı. “50 dirhem ekmek bir altına!”, “Fukara aç, zengin muhtaç!” o yılların tarihe geçen sözleridir.
Asıl büyük felaket 1509 depremi oldu. 11 Eylül’de başlayan sarsıntılar aralıklarla birbuçuk ay sürdü. İstanbul ve Marmara bölgesinin bu en büyük felaketi, halkın tanımlamasıyla “Kıyamet-i suğra” (Küçük kıyamet) denerek tarihlere yazılmıştır. Kaynaklardaki sayılara göre İstanbul’da 109 cami, 1070 ev yerle bir oldu. Eğrikapı-Yedikule-İshakpaşa surları yıkıldı. Fatih Külliyesi, saray binaları ve surları büyük hasar gördü. Yeni yapılmış olan Bayezit Camiinin kubbesi çöktü. Kent çevresindeki su bentleri, kemerler, Bozdoğan Kemerinin bir bölümü yıkıldığından çevresi bataklığa döndü. Tahminen beş bin kişinin öldüğü kentte yaşam umudu kalmadığından ahali köylere kırlara dağıldı. II. Bâyezid bir süre saray bahçesinde yapılan ahşap bir barakada oturduktan sonra 23 Ekim 1509’da Edirne’ye gitmek zorunda kaldı.
İlk kentsel dönüşüm
Hareketi sırasında bir ayak divanı toplayarak İstanbul’un imarı konusunda hazırlık yapılmasını, usta, ırgat, taş ve kireç temin edilmesini istedi. Bu divanda, her 20 haneden bir kişinin yükümlü olarak istenmesi, hane başına 22 akçelik avârız yazılması, cerahor denen ücretli işçilerin getirtilmesi kararlaştırıldı. Yapılan hesaplar ve düzenlenen defterler uyarınca Anadolu’dan 37.000, Rumeli’den 29.000 işçi ırgat çağırıldı. Kısa sürede İstanbul’da 77.000 işçi, 3.000 usta toplandı.
Gittiği Edirne’de de deprem olunca halkın “uğursuz padişah” dediği II. Bayezid alınganlık göstererek İstanbul’a döndü. İmar çalışmalarıyla yakından ilgilendi. Mimar Hayreddin’in sorumluluğundaki çalışmalar, Topkapı Sarayı, surlar, Galata Kulesi ve surları, Kız Kulesi, Çekmece köprüleri, Rumeli ve Anadolu hisarları ile büyük camilerde yoğunlaştırıldı. Pek çok yapı, yeni baştan yapılırcasına onarıldı.
Saltanatının son yıllarını yorgun ve durağan geçiren II. Bâyezid, şehzadeliğindeki uzun Amasya valiliğinin deneyimlerine karşın, Anadolu’ya ve Doğu’ya dönük başarılı bir politika izleyemedi. Bunda etkinliğini artıran medrese ortamlarının, devşirme kökenli yöneticilerin rolü vardı. Fatih döneminde gelişme olanağı bulan ve medrese muhitinde güçlenen ulema sınıfı, Sünnilik dışı mezhep ve tarikatların yaygın olduğu Anadolu’ya olumsuz bakmaktaydı. Alevî-Bektaşi toplulukları, Türk oluşlarıyla da İstanbul’daki kozmopolit kadroların tepkisini çekmekteydiler. Bu nedenlerle İstanbul-Anadolu kültürel ve sosyal farklılaşması, II. Bâyezid’in saltanatı boyunca belirginleşti.
Olgunun ilk büyük eylemi 1511’deki Şahkulu/Şeytankulu ayaklanması oldu. Şah İsmail Safevi’nin Anadolu’daki tarikat propagandasının bir sonucu olan bu ayaklanmayı, Karabıyıkoğlu da denilen Şahkulu Baba Tekeli ile babası Hasan başlattılar. Bunlar, “zühd ve takva ehlinden” görünseler de Şah İsmail’in halifeleriydi. Şahkulu, onbin dolayındaki müridiyle Antalya yöresinde ayaklandı. Üzerine gelen Anadolu Beylerbeyi Karagöz Paşa’yı tutsak alarak kazığa oturttu. Kütahya’yı kuşattı.
Bir dizi muharebeden sonra Veziriazam Hadım Ali Paşa, Çukurova’da sıkıştırdığı Şahkulu’nu öldürterek isyanı söndürdü. Ancak Anadolu eyaletlerine İstanbul’dan atanan vali ve sancak beylerine, kadılara duyulan tepki, yeni ayaklanmalara yol açabilecek boyuttaydı. Timar sistemindeki değişiklikler, arazilerin vakfa dönüştürülmesi, toplumsal hoşnutsuzluklar, İstanbul’a göçler, yeni ayaklanmaları kabartırken devşirme yöntemi, esir ticareti, Yahudi göçleri, yeni haklar elde eden azınlıklar… giderek artan kozmopolit İstanbul nüfusunu da güçlendirmekteydi.
Yaşlanmak ve ölüme gitmek
Sultan Bâyezid, babası Fatih’in merkez ve taşra yönetimleri için öngördüğü ödünsüz tutumu izleyemediği gibi, saltanatının son yıllarında, olgunluk çağına gelmiş oğullarının başlattıkları taht mücadelesine de seyirci kaldı. Şehzadelerin, İstanbul’daki nüfuzlu kesimlerle yeniçerileri kazanma girişimleri, padişahın otoritesini büsbütün sarstı. Ocaklıların, vezirlerin, diğer kesimlerin hangi şehzadeleri tuttuğu bilinmediğinden güvensiz bir ortam doğdu. Âciz babanın, kırklı yaşlardaki şehzadeleri Selim, Ahmed ve Korkud’la uzlaşma yolları araması boşunaydı.
Selim’in, 1511’de İstanbul’a yürüyüşü ve Karıştıran civarındaki Uğraşlı’da babasıyla savaşmayı göze alması, Amasya Valisi Şehzade Ahmed’in Maltepe’ye gelmesi, yeniçerilerin eyleme geçmelerine neden oldu. Ahmed, Divan-ı Hümayundan kendi lehine bir karar çıkartamadan Amasya’ya döndü. Kapıkulları, Ahmed yanlısı vezirlerin konaklarını, Tacizâde Cafer Çelebi’nin, Müeyyedzâde’nin evlerini yağmalayıp deniz ulaşımını kestiler.
Gizlice İstanbul’a gelen Şehzade Korkud, kışlalarına konuk olduğu Yeniçerilerden beklediği desteği alamazken, bu desteği sağlayan Şehzade Selim, babası tarafından İstanbul’a davet edildi. Beş bin Yeniçerinin gösteriler yaparak kent dışında karşıladığı taht adayı Selim, 19 Nisan 1512’de Topkapı’dan İstanbul’a girdi. Yeniçerilerin Yenibahçe’de kurduğu ordugâhta beş gün boyunca gelişmeleri izledi. Kardeşi Korkud gizlice İstanbul’dan ayrıldı. 24 Nisan 1512 günü, kapıkullarının da hazır bulunduğu Topkapı Sarayındaki ayak divanında Sultan Bâyezid tahtı Selim’e bıraktı. Osmanlı tarihinde bu biçimde bir saltanat devri bir daha olmamıştır.
31 yıllık sorunlu saltanatın hayli yıprattığı padişaha son darbe oğlu Selim’den oldu.
Dimetoka’ya gitmeyi seçen Bayezid, Mayıs ayı başında Çorlu’ya ulaştı. 10 Haziran 1512’de konakladığı Abalar köyünde öldü. Bu son konağı Çekmece, Sazlıdere, Söğütlü veya Havsa, ölüm gününü de 26 Mayıs veren kaynaklar vardır. Târih-i Cenâbî’de ve başka kaynaklarda zehirlendiği, Yahudi bir tabip aracılığıyla “ecel şerbeti” (zehir) içirtildiği, Çekmece’deki molada abdest alırken sakalının top top avucuna gelmesinden zehirlendiğini anlayarak, oğlu Selim’e, “Kılıcın keskin olsun ömrün kasîr (kısa)” diye beddua ettiği yazılıdır.
İstanbul’un ikinci Türk padişahı bu kentte doğmadığı gibi; burada da ölmedi. Eyüp’te gömülmesini, üstüne açık bir türbe yapılmasını vasiyet etmişken, Beyazıt meydanındaki camisinin kıble tarafına gömülmüş, oğlu Yavuz, kubbeli bir türbe yaptırmıştır. Hoca Saadeddin Tâcü’t-Tevarih’te, “yaşı altmış- yetmiş arasındaydı” der.
1503 tarihli rapor-mektubunda Bâyezid’i tanımlayan Venedik Balyosu Andrea Gritti, şunları yazmış: “Uzun boylu, karayağızdır. Zihnen daima meşgul ve tasalı izlenimi verir. Felsefeyle ilgilenir, kozmografya konularını çok iyi bilir. Az yemek yer, içki içmez. Camilere gidişlerinde bol sadaka dağıtır. At binmekten hoşlanır, nikris (gut) yüzünden sık sık ava gidemez”. Başka tarihçiler de okumayı sevdiği, sükûnetten hoşlandığı, savaş adamı olmaktan çok, sakin yaratılışlı, bilim-sever ve siyasetçi olduğunda birleşmişlerdir. Şah İsmail’e karşı izlediği politikayı, siyasal kombinezonları gözardı etmemesine bağlayıp diplomatik başarı diye öven satırlar da vardır. Hatibzâde ile Molla İzarî’nin etkisinde taassuba yönelmesi, pozitif bilimlerin gelişmesine olanak tanımaması, Rönesans sanatına sıcak bakmaması, dogmalara karşı çıkan açık düşünceli Molla Lütfî’nin, Hatibzâde yanlılarınca dinsizlikle suçlanıp 1494’te idam edilmesini önlememesi de eleştirilir. Matematikçi ve kozmograf Mirim Çelebi, Sahn-ı Seman medreselerinde Euclides geometrisi okutan Muzaffereddin Şirazî, fizik konularıyla ilgilenen Muslihiddin bin Sinan, ünlü hekimlerden Muhyiddin Mehmed, Hacı Hekim, Kaysunizâde Bedreddin, Edirne hastahanesi başhekimi Ahi Çelebi, koruduğu bilimadamlarıdır.
Osmanlı tarih yazıcılığı onun döneminde gelişmiş, ilk Osmanlı kaynaklarından Âşıkpaşazâde Tarihi, İdrisî’nin Heşt-Behişt’i, İbn Kemâl’in Tevarih-i Âl-i Osmân’ı, Neşrî’nin Kitab-ı Cihannüma’sı bu padişahın isteği üzerine yazılmıştır. Çağdaşı ünlü bilgin ve şairlerden birkaçı Müeyyedzâde Abdurrahman, Tâcîzâde Cafer ve Sadî’dir. Döneminde yapılan mimari eserler, Mimar Hayreddin’in ve kalfalarınındır. Ünlü hattat Şeyh Hamdullah da II. Bâyezid’in çağdaşıydı.
Türk payitahtı İstanbul’un kültür merkezi oluşunda II. Bâyezid’in imar çalışmalarının payı büyüktür. Babasının Doğu-Batı dengesi bakışına soğuk dursa da Doğulu sanatçıları, tarihçi, yazar ve şairleri himaye ettiği, bilgin ve sanatkâra yüksek aylıklar bağladığı biliniyor. Fâtih’in Bellini’ye yaptırdığı resimleri saraydan çıkarttığı doğrudur ama, Leonardo Da Vinci’ye Haliç ve Boğaz köprüleri için projeler yaptırması, aynı konuda Michalengelo’nun önerileriyle ilgilenmesi önemlidir.
İstanbul’u gülzâr yapmak
II. Bâyezid, harabe görünümünden henüz kurtulamamış olan İstanbul’u, bakımlı ve bayındır bir kent durumuna getirebilmek için çalışmıştır. Geleneksel üniteleriyle Sultan Bâyezid Külliyesi, kentin su gereksinimine cevap verecek Cebeciköy su isale yolu önemli yatırımlarıdır. Yaşanan iki büyük deprem felaketinin neden olduğu yıkıntıları onartmış, acemi oğlanlarının eğitimi için Galata Sarayı’nı tesis etmiştir. Saltanatının ilk yıllarında henüz eski Kostantinopolis görünümünü koruyan İstanbul, 1512’de bir oranda Türk kenti manzarasına kavuşmuş bulunuyordu. Bursa üslubundaki Fâtih Camii’nin 1763 depreminde yıkılıp yeniden yapıldığı dikkate alındığında, adını taşıyan Beyazıt Camii, İstanbul’daki selâtin camilerin günümüze ulaşan en eski örneğidir. Valilik yaptığı Amasya’da, Osmanlı Devletinin önceki başkentleri Bursa ve Edirne’de de adıyla anılan eserler vardır. Anayollarda konaklamak için yaptırdığı veya onarttığı hanlar, zamanla yıkılmış veya haraptır. 1486 tarihli Edirne köprüsüyle 1487’de Osmancık’ta yaptırdığı dokuz kemerli Kızılırmak, Manisa’daki 19 kemerli Gediz köprüleri de adıyla anılır.
Oğlu Sultan Selim için
yazılan Selimname’deki II.
Bâyezid’in cenaze olayını
gösteren minyatür.
Padişahın 1495 tarihli vakfiyesi, İstanbul’un mahalleleri ve yerleşim düzeni konusunda bilgiler içerir. Bu vakfiyede, her mahallenin gece bekçiliğini, semt sakinlerinin kendi aralarında nöbetleşerek yapmaları öngörülmüştü. O sırada, İstanbul nüfusunun çoğunluğu Türkler-Müslümanlar, ikinci sırada da Rumlar, Yahudiler ve Ermenilerdi. Başka dinlerden ve uluslardan da küçük topluluk ve koloniler de kaydedilmiş; İstanbul ve Galata’daki 9753 Türk, 31 Müslüman Çingene evine karşılık, 3743 Rum, 818 Ermeni, 1647 Yahudi, Galata’da ayrıca 332 Frenk evi saptanmıştır. Bu sayılara göre İstanbul, 16. yüzyıla girerken yaklaşık 16.000 haneli 80.000 nüfuslu bir kentti.
İaşe işleri Fatih döneminde belirlenen kurallara göre yürütülüyor; Eflâk ve Boğdan’dan, Tuna iskelelerinden, Trakya ve Karadeniz yalılarından, gerektiğinde doğu ve orta Anadolu’dan da hububat getirtiliyordu. Diyarbekir ve Maraş Türkmenlerinin yetiştirdiği koyun sürüleri yakın iskelelere indirilerek İstanbul’a ulaştırılmakta, Mısır’dan pirinç ithal edilmekteydi. İzmir ve Mısır’dan yüklenen gemilerin yanaştığı iskelelerdeki kapanlarda gümrüklendirme, narh işlemleri ve toptancılara dağıtım yapılıyor, Adapazarı ve İzmit’ten sebze, meyve, tavuk ve yumurta geliyordu.
II. Bâyezid’in Topkapı Sarayı arşivindeki ferman, mülknâme, berat ve mektupları, adına kaleme alınan methiyeler, kendisine sunulan lâyihalar, istihbarat belgeleri, zengin bir koleksiyon oluşturur. Bunlar, II. Bâyezid’in afyon alışkanlığından, vasiyetine dek her konuya açıklık getirmektedir. Şiirleri bir divançede toplanmıştır.
Zamanında uğursuzluğu dillendirilen bu padişahın, sağlığında ve öldükten sonra ermişliğine de inanılmıştır. Ölümüne düşürülen, “Geçdi Sultan Bâyezid-i Velî” tarih dizesindeki “velî” (ermiş) sözcüğü bunu ima eder. Hakkında efsaneler, keramet öyküleri de uydurulmuştur. Topkapı Sarayı’nda yaptırttığı Sultan Bâyezid Divanhanesi günümüze ulaşmamıştır. Sarayın Cebehane Meydanındaki 909/1503 tarihli nişan taşı, oğlu Şehzade Ahmed’in fırlattığı topuzla ilgili olup saray meydanlarındaki en eski anıtlardandır.
II. Bâyezid’in dokuz cariye eşi: Hüsnüşah (Hüsnüşad), Bülbül, Nigâr, Gülruh, Şirin, (Ayşe?) Gülbahar, Mihrinaz (Mühürnaz), Ferruhşad ve adı bilinmeyen bir diğer cariyedir. 7 şehzadesi: Yavuz Selim, Şehinşah, Ahmed, Abdullah, Âlemşah, Korkud, Mahmud; 15 kızından adları bilinenler: Hatice, Aynışah, Hundi, Ayşe, Hümaşah, Fâtıma, Şah, Selçuk sultanlardır.