Gazetecilikteki ilk önemli görevim, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın doğduğu köye yapacağı ziyareti takip etmekti. O günü benim için unutulmaz kılan şey, acemiliğin verdiği cesaretle bir yanlış anlamanın birleşmesi sonucu yaptığım, meslek hayatımın en büyük gafıdır.
Hayat dergisinin 1956’da yayımlanmasına ramak kalmışken, derginin önemli ismi Hikmet Feridun Es, “Babıali tecrübesi olmayan taze bir göz arıyorduk, onu sende bulduk” diyerek beni mesleğe davet etmişti. “Taze bir göz” fiyakalı bir sözdü elbette, iltifat sayılırdı, ama bir taraftan da “alışılmış gazetecilik tecrübesi olmayan” anlamındaki bölümde de deneyimsizliğim açıkça tescil edilmiş oluyordu.
Hayat dergisi Yapı Kredi Bankası’nın bir iştirakiydi. Bankanın kurucu sahibi Kazım Taşkent, Celal Bayar’ın Atatürk zamanındaki başbakanlığı döneminde, devlet çarkının önemli kurumlarından Şeker Şirketi Umum Müdürü, bankanın kültür işleri sorumlusu Vedat Nedim Tör ise Matbuat Umum Müdürü oldukları için aralarında eski bir hukuk söz konusu olmalıydı. Taşkent, bu hukuka dayanarak, cumhurbaşkanlığı sırasında Celal Bayar’a cemile yapmak istemiş olmalı ki, onun Bursa Gemlik’e bağlı Umurbey köyünde doğduğu evi son sahibinden satın alıp restore ettirerek banka adına bir müzeye dönüştürmüştü.
Restorasyon bittikten sonra ise görüşleri alınmak üzere Bayar köye davet edilmiş, Hayat dergisinin de bu ziyaret sırasında çekilecek fotoğraflarla özel bir sayı çıkarmasına karar verilmişti. Dergiden birinin de ziyaretin bütün ayrıntılarını fotoğraflaması gerekiyordu. Bu görevi de bir acemi olmama rağmen bana verdiler. Vapurla gittiğim Yalova üzerinden Gemlik’e vardım, Umurbey’i buldum. Önce restorasyon ekibiyle tanıştım. Üç gün eski bir kaplıcada yatıp kalktım, arada köye çıkıp ekiple dostluğumu pekiştirdim. Bu arada evin dekorasyonunu yapan Kenan Özbel hoca ile ahbap olmuştuk. Ondan birçok şey öğrendim.
Üç gün sonra nihayet “Bayar geliyor” dediler. Evin önün- de köylülerle birlikte duruyorduk. Bir anda birkaç siyah araba ve cip yanaştı, içlerinden bir yığın insan indi ve en önde Bayar olmak üzere kalabalık üstümüze doğru yürümeye başladı. Acemiydim, heyecanlıydım ama paniklememeye çalışıyordum. Derken heyetin arasından bir kişi, elinde profesyonel film makinesi ile koşa koşa yanıma geldi. Heyetle gelmiş, tecrübeli bir filmci ağabey olduğunu düşündüm. Yaşına başına bakılırsa hiç kuşkusuz deneyimli biriydi, o nasıl davranırsa, ben de onu taklit ederim diye kendime hemen bir taktik çiziverdim. Üstelik filmci ağabey bana çok sevecen davranmış, “Sen neredensin kardeşim” demişti. Ben, “Hayat mecmuasındanım” yanıtı verince “Oh oh çok güzel, bizdensin yani” demesi üzerine iyice rahatlamıştım. O film çekerken, ben de fotoğraf çekmeye girişmiştim.
Filmci ağabeyin 16 mm.lik kamerası elle kurulur cinstenti. Yarı yolda kurgusu bitip yeniden kurması gerekince elini kaldırıp Bayar’a “Baba, bir dakika” diye seslenmiş, sayın Cumhurbaşkanı ve bütün heyet zınk diye durmuştu. Filmci ağabey “cırt cırt” sesleri çıkararak makinasını kurduktan sonra “Tamam baba” dedi ve bütün heyet yeniden yürümeye başladı. Ben kafamda Bayar’a nasıl hitap edeceğimi kurup duruyordum. “Muhterem Reisicumhur Hazretleri” filan deniliyordu galiba o günlerde. Ama ben o sözcüklerin yabancısıydım. Acaba sinema filmlerinden öğrendiğimiz ekselans ya da majesteleri gibi, haşmetmeap gibi bir şey mi demek gerekiyor diye düşünüyordum. İkircikli kalmıştım.
Bir yıl önce memleketimi ziyaret etmiş olan Adnan Menderes’in fotoğrafını çekerken Zafer gazetesinin foto muhabiri Mehmet Sürenkök’ü izlemiştim. O zaman kendisiyle henüz tanışmadığım Mehmet ağabey donuk bir adamdı ama, Menderes ona çok samimi davranmıştı. Şimdi bu filmci abi de koskoca reisicumhura “Baba” dediğine göre, “Eee demokrasi devri, bunlar çok demokrat adamlar canım, baksana muhabir takımıyla içli dışlılar” düşüncesine kapıldım. Belki öteden beri çevresinde dolanan tanıdık biriymişim gibi davranıp kendimi kabul ettirebilirdim.
Nitekim heyet kapıdan girmeden önce, koşup avludan evin üst katına çıkan merdivenin ortalarındaki giriş kapısının tam karşısında mevzi almışken makinemde film bitmez mi! Sayın Bayar yıllar sonra, doğduğu eve adım atacak. En kritik an. Filmci ağabeyi taklit etmenin tam zamanıydı. Adeta komut verir gibi seslendim: “Baba bir dakika!” Bayar, tam arkasındaki Bursa Valisi İhsan Sabri Çağlayangil ve yanındakiler duraksadılar. Bayar bir hayli şaşkın, bana bakıyordu. O anda yine filmci ağabey imdadıma yetişti. Elini omzuma koydu, “Baba, arkadaş bizden “ dedi, “Hayat mecmuasından”. Heyet bir süre sabırla benim film değiştirmemi bekledi ve ben “Tamam” deyince kapıdan yeniden giriş yaptılar.
Ben artık “ Bizden” parolasıyla “onlardanmışım” referansını aldım ya bir kez, şımardıkça şımardım. Ev oda oda gezilirken “Baba şu senin sünnet yatağınmış, otur üstüne de bir fotoğrafını çekeyim” ya da “Şu rahlenin önüne otur da Kuran-ı Kerim’i aç” diyorum. Reisicumhur Hazretleri ne dersem yapıyor. Henüz askerlik yapmadığım için rütbelerini tam bilemediğim ve sonradan yaver olduklarını öğrendiğim subaylar Bayar’ın arkasından bana “Fazla ileri gitme” kâbilinden kaş göz ediyorlardı.
Merdiven üstü sofada pencere köşesine köylü işi yere yakın bir sedir yerleştirmişlerdi. Rahat bir köşe. Bayar’a “Baba, uzat bacaklarını, otur şuraya” deyip kapaklık bir fotoğrafını daha çektim. Bu arada filmci ağabey “Aaa, bu köşede babayla beraber ben de resim isterim” deyip Bayar’ın yanına oturdu. Bana bu kadar yardım etmiş birinin hatırını mı kıracağım. O fotoğrafı da çektim.
Evde iş bitmişti. Çıkmadan, evin restorasyonunu yapan Profesör Kenan Özbel’e “Hocam nasıl iyi sınav verebildik mi” dedim. “Mükemmel” deyip, “Turgut Bayar’ı da ilk kez tanıyorum, çok beyefendi bir insanmış” diye ekledi. “Turgut Bayar kim hocam?” diye sordum, “Bayar’ın oğlu işte” dedi. “Hay Allah, hazır buradayken babasıyla bir fotoğrafını çekseydik keşke” diye hayıflandım bu sefer. Kenan hocam “Çektin ya, yukarıda merdiven başında” demez mi… Meğer filmci ağabey sandığım kişi Bayar’ın kendi oğlu Turgut Bayar’mış!
Elindeki profesyonel bir film kamerası ile amatörce çekim yapıyormuş aslında. Babasına “Baba” demesinden daha normal ne ola? Beni görünce sevinip “Bizdensin” demesinin de bir nedeni varmış meğer. Bizim dergiyi çıkaran Tifdruk Matbaacılık Sanayii A.Ş’nin murahhas azasıymış kendisi. Yani benim patron bildiklerimin de üzerine bir pozisyona sahip bir kişi. Orada olmamdan memnun kalması ve beni sahiplenmesi bu yüzdenmiş.
Ben ne gaflar yapmış, ne çamlar devirmişim kara kara düşünürken teselli verici haber derginin neşriyat müdürü Hikmet Feridun Es’den gelmişti. Sinsi sinsi gülerek “Hadi hadi, Bayar’ın da gözüne girmişsin” deyince muzip bir insan olduğu için benimle alay ediyor san- dım önce. Meğer doğruymuş. Turgut Bayar İstanbul’a dönünce patronumuz Şevket Rado’yu aramış. “Yahu, nereden buldunuz bu harika çocuğu. Canavar gibi bir muhabiriniz var. Babamın ağzından girdi burnundan çıktı. Bu kadar medeni cesaret sahibi bir genç görmedim. Ben bizzat şahit oldum, helal olsun” demiş.