Kasım
sayımız çıktı

KÂTİP ÇELEBİ: Dünya çapında bir 17. yüzyıl Osmanlı aydını

Dinî ayrılıkların yol açtığı kavga-gürültü içindeki Osmanlı toplumunda yaşayan Katip Çelebi, sadece 48 yıllık ömrünün ardından, referans değeri taşıyan önemli eserler bıraktı. O devirde bir “kalem memuru” olduğu halde, nüfuzu ve ağırlığı tartışılmaz ulemanın, sufilerin, cedelcilerin arasından sıyrıldı. Kısacık ömründe herhangi bir taraf olmak yerine, bilginin ve bilimin peşinden gitti. 

Kâtip Çelebi’nin 400. doğum yıldönümü olan 2009 yılı, UNESCO tarafından Kâtip Çelebi’yi Anma Yılı ilan edilmişti. Aradan sekiz yıl geçti. O yıl liseye başlayanlar, şimdi üniversite mezunu oldular. Özellikle yeni hayata atılan bu genç nesil arasında kısa bir soruşturma yapıldığında görülecek ki Kâtip Çelebi’ye yönelik derin bir cehalet hâkim. 

Gönül isterdi ki 2009’da yakalanan ivme devam etsin ve nadiren içimizden çıkan evrensel çapta bir âlimin, her neslin bireyleri tarafından hakkıyla tanınması sağlansın. Eğitim meselesi geniş ve sorunları bitmek tükenmek bilmez bir mesele. Yıllardır yap-boza dönen müfredat içerisinde kendine yer bulamayan o kadar hayatî, acil ve gerekli konu var ki… Belki de Kâtip Çelebi gibi değerlerin tanıtılmasındaki eksikliğin farkına bile varılmıyor. 

Kültürlü, entelektüel Osmanlı beyefendilerine 17. yüzyılda “çelebi” lakabı veriliyordu. Osmanlı dünyasında o asırda ortaya çıkan iki çelebi zat günümüzde de tüm dünyayı kendilerine hayran bırakmaktadır. Biri Evliya Çelebi, diğeri Kâtip Çelebi. Evliya Çelebi, sadece Seyahatnâme’siyle bu hayranlığı ve ilgiyi sağlamış. Kâtip Çelebi ise yirmiden fazla eseriyle çağını yakalamış nadir bir Osmanlı olarak günümüzde artarak süren bir ilginin odağındadır. 

İkisi de gerçek isimleri ile tanınmazlar. Hatta Evliya Çelebi’nin gerçek ismi halen tespit edilememiştir. Kâtip Çelebi açısından oldukça şanslıyız. Süllemü’l-Vusûl ve Mizanü’l-Hak adlı kitaplarına yazdığı ayrıntılı biyografisini bizlere bırakmıştır. Asıl adı Mustafa, baba adı Abdullah’tır. Ulema arasında Kâtip Çelebi demekle bilinir, kâtipler arasında Hacı Halife lakabıyla meşhurdur. 

Şubat 1609’da İstanbul’da doğdu. Babası Enderun’dan, Silahtar zümresinden, dindar, okur-yazar bir adamdı. Askerî seferlere katılır, ilim ve sohbet meclislerine devam ederdi. Oğlunun okuması için özel hocalar tutabilecek kadar meraklıydı. Küçük Mustafa, klasik Osmanlı eğitim sistemindeki Kuran, Arapça, hüsn-i hat gibi dersleri iyi bir şekilde tahsil ettikten sonra, 14 yaşında mâliye kalemlerinden Anadolu Muhasebesi Kalemi’ne girdi. Stajyer öğrenci statüsünde uzun süre çalışıp mesleğin inceliklerini ve öğrenilmesi zor siyakat yazısını öğrendi. Bu sırada açılan bazı savaşlara birlikte katıldığı babası ve amcası o seferlerde, gurbette öldüler. İstanbul’a dönünce Süvari Mukabelesi Kalemi’ne girdi. Ailesinden kalan yüklü mirasın büyük miktarını kitaplara yatırdı. Bir kısmıyla da Fatih’teki baba evini tamir ettirip evlendi. 

Tuhfetü’l-Kibar kitabının İbrahim Müteferrika baskısında dünya haritası 

Ayrılık devrinde bir Osmanlı bilgini

O devirde dinî ayrılıkların yol açtığı kavga-gürültü içindeki Osmanlı toplumunun bağnaz hocalarından Kadızade Mehmed Efendi’nin derslerine devam etti. “Kadızadeliler” adıyla anılan grup kendilerini bu hocaya nispet etmektedirler. Karşı tarafta da “Sivasiler” adıyla Halveti Şeyhi Abdülmecid Sivasi’nin taraftarları yer aldı. Bunların kürsüden birbirlerine laf atmalarla başladıkları mücadeleyi; taraftarları bıçaklı, sopalı şiddet eylemlerine döktüler. Uzun yıllar asayişin ihlal edildiği ortam, Köprülü Mehmed Paşa’nın acımasız yöntemlerle aşırılıkları bastırdığı ana kadar sürecektir. Toplumda dinî tartışma ve çatışma konusu olan maddelerin açıklandığı ve Kâtip Çelebi’nin en çok tanınan, yayılan Mizanü’l-Hak fi İhtiyari’l-Ehakk adlı eseri, şahitlik ettiği olaylar ve tartışmaların tam içinde olduğu sıralarda kaleme alınmıştır. 

Üniversitelerimizde de yeterince araştırılmamış, ne söylediği dikkate alınmamış, eserlerinin tamamı günümüz okuruna ulaştırılamamış bir durumdayken, söyleyeceklerimizde tekrara düşme endişesini hiç taşımıyorum. Çünkü Kâtip Çelebi’nin 17. yüzyılın kafası karıştırılıp zihni bulandırılmış orta halli Müslümanı için kaleme aldığı Mizanü’l-Hakk’ın değindiği konuların/soru ve sorunların çok daha basitlerinin, her yıl bilhassa Ramazan ayında canlı yayınlarda her kanalda bıkıp usanılmadan dile getirildiğine, toplumun her kademesinde son yıllarda daha da yaygınlaştığına şahit oluyoruz. Demek ki aradan geçen 350 yılda bu toplum tekrara düşme endişesini hiç yaşamadı; tekrar tekrar sorduğu soruların cevabını bile merak etmeden nesilden nesile taşıdı. 

1656’da kaleme alınan bu eserdeki yirmi bir başlık, tamamen dinî ihtilaf ve çatışma konusu halindeki meselere açıklama getirme iddiasındadır. Hızır’ın yaşayıp yaşamadığı, müzik, raks, tütün, kahve, afyon, Hz. Muhammed’in ana babasının küfr veya iman üzere ölüp ölmediği, Firavun’un son nefeste iman edip etmediği, Muhyiddin Arabî, Yezid’e lanet okuma, bid’at kavramının içeriği, kabir ziyareti, kandil geceleri, millet, rüşvet gibi tartışma konusu olan kavramlar irdelenir.

O devirden günümüze bu maddeler halen tartışma ve ayrışma konusudur. Özünde birlik, beraberlik, dayanışma ve uygarlık içeren “din” kavramının bizatihi kendisinin çatışma ve ayrışmaya sebep olmaması gerekir. Teorisinde de buna uygun bir zemin yoktur çünkü. Kâtip Çelebi’nin yaşadığı devirde Osmanlı toplumunun sıkıntıları çeşitlenirken, devlet düzenindeki kargaşa ve ekonomik zorlukların yıpratıcı etkisi arasında kalan kitleler bir tarafa meyletme ihtiyacını daha derinden hissediyordu. Kutuplaşmadan beslenen cephelerin böylesi ortamlarda insan kaynağı hiç kesilmiyor. Yine de müfrit cephelerin kendi aralarındaki çatışmadan en az zararla kurtulmaya çalışan kitleler daima var; ama çileli hayatlarını sürdürme mücadelesinde yapayalnızlar. 

Kâtip Çelebi devrinde de onun nitelemesiyle çoğunluk kavga ederken makul düşünenler azdı. “Bir grup akıllı insan -Bu hadise taassuptan doğan bir kuru kavgadır. Bunlar iki faziletli şeyhtir, ne Sivasi ne Kadızade Efendi bize cenneti garanti edemezler. Birbirlerine olan muhalefetleri bunları meşhur etti, padişah da bu sayede onları öğrendi. Onlar da yakaladıkları şöhreti iyi değerlendirdiler. İşlerini görüp dünya nimetlerinden yararlandılar. Ahmaklık edip onların davasını sürdürürsek elimize zarardan başka bir nesne geçmez-diyerek işe karışmadılar. İslam Sultanı iç çatışmaya ve bozgunculuğa yol açmaması için böyle taassup sahiplerini kahretmeli, cezalandırmalıdır. Bu ihtilafın, iki taraftan birinin galip gelmesine fırsat verilmeden sonlandırılması zorunludur. Gerek Sivasi gerekse Kadızade taraftarları ahmaktır. Âlemin düzeni insanların hadlerini aşmadan hayatlarını sürdürmeleriyle sağlanır.” 

Mizanü’l-Hak’ta yer alan bu ifadelerin ne kadar doğru teşhisler içerdiği sonraki devirlerde de yaşanılarak anlaşılmıştır. Batıl inançları yerdiği kadar, örf ve adetlerle din adına mücadele edilmesine de karşı çıkar. 

Kâtip Çelebi bir yandan okumaya, eserler vermeye devam ederken, öte yandan devlete hizmetini sürdürüyordu. Yirmi yıl çalıştığı memuriyet hayatında terfi etmesine imkân sağlamayan kalem şefine selametlik dileyip, kendini tamamen ilme adadı. Hocalık hayatı başladı. Coğrafi keşiflere, astronomiye, matematiğe olan merakı, devrindeki ulemadan farklı sahalarda da eserler vermesini sağladı. Keşfü’z-Zünun, Fezleke, Süllemü’l-Vusul, Cihannüma, Tuhfetü’l-Kibar, Takvimü’t-Tevarih, Düsturü’l-Amel, Levamiü’n-Nur gibi eserleri yanında, ihtida etmiş bir Hıristiyan olan Mehmed İhlasî’den çeviri yardımları alarak ortaya koyduğu İrşadü’l-Hayara, Tarih-i Frengî, Tarih-i Kostantaniyye gibi eserleri de vardır. 

Cihannüma ile Tuhfetü’l-Kibar İbrahim Müteferrika tarafından basılmıştır. Eksik de olsa Avrupa’da da çeşitli basımları vardır. Mizanü’l-Hakk kitabı Şinasi’nin Tasvir-i Efkâr gazetesinde 1864 yılında tefrika suretiyle yayınlandıktan sonra kitap olarak da basılmıştır. Keşfü’z Zünun ise Kâtip Çelebi’nin Avrupa’daki ününü zirveye çıkaran en önemli eseridir. Arapça olup on beş bin civarında kitap ve yaklaşık dokuz bin yazar adı içeren bu muhteşem bibliyografi derlemesi yirmi yılda yazılabilmiştir. 1835- 1858 arasında Arapça ve Latince olarak Avrupa’da da yayımandı. Türk okuru için Türkçesinin ancak 2007-2008 yılında yayınlandığını söylemeden geçmek olmaz (BKZ. bir sonraki yazıda Prof. Dr. Celal Şengör röportajı). 

Kâtip Çelebi’nin o devirde bir “kalem memuru” olduğu halde, nüfuzu ve ağırlığı tartışılmaz ulemanın, sufilerin, cedelcilerin arasından sıyrılıp, onlara karşı duruşunda, ara bulucu tavrında bir özellik aramak gereklidir. Belki de irfan noktasında yalnız bir adamdır. İçinde varolduğu çorak vadiyi yeşillendirmekle can damarlarını besleyecek kültürel iklimin zenginleşeceğinin farkındadır. Devrine göre akılcı, pozitif, bazen de liberal tavırları ağır basar. Bin civarında tarih kitabı olduğuna yönelik söylentinin doğruluğunu soran Şeyhülislam Yahya Efendi’nin, “doğrudur” diye verdiği cevaba inanmadığını görünce, ertesi gün on katıra yüklettiği üç yüz tarih kitabını konağının önüne gönderip “bundan fazla da ciltsizleri mevcut” diyerek ispata çalışması enteresan bir yaklaşımdır. 

Tuhfetü’l-Kibar kitabında gemi resimleri ve açıklaması 

Ulamanın cahilliği 

Basitten bir derece yüksekteki mevkiine rağmen çevresinde sözü dinlenir, dikkate alınır. Devrin şeyhülislamlarından Bahaî Efendi ile sağlam bir dostluğu vardır. O devirde emekleme safhasındaki bilimin, akılcılığın ışığında aklına takılan üç soruyu fıkıh meselesi haline getirerek şeyhülislama gönderir, fetva ister. Hadislerde geçen kıyamet alametlerinden güneşin batıdan doğması meselesini astronomi bilimine uygulamanın mümkün olup olmadığı, kutuplarda namaz ve oruç ibadeti vakitlerinin nasıl ele alınacağı, Mekke’den başka yerde dört yönün kıble olup olamayacağı sorularını yöneltir. Bunlardan sadece birincisine fetva verilir ancak o da yanlıştır. Bunun üzerine kendi sorularının cevaplarını içeren İlhamü’l-Mukaddes adlı kitabı yazar. Ulemanın astronomi, matematik bilimlerindeki eksikliğinin, cahilliğinin kabul edilemez olduğunu birçok eserinde anlatır. 

Maliye Kaleminde çalışırken oluşturulan bir komisyonda, devletin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal sıkıntılara çözüm önerileri getirir ama bürokratların bunları dikkate almayacağını bildiğini de ilave eder. Neyse ki bu önerileri bize bıraktığı Düsturu’l Amel li-Islahi’l-Halel kitabından okuyabiliyoruz. İbn-i Haldun’un izlerinin açıkça görüldüğü bu eserde halk, asker ve hazinenin birbiriyle ilişkisini ele alır. İran seferinde yol üzerinde Anadolu’nun harabeye dönmüş köylerini görmüştür ama, İran köyleri mamur ve refah içerisindedir. Bunun sebebinin de işin ehli olmayan yöneticilerin, rüşvet ve kayırma yöntemleriyle tayin edildikleri Anadolu’yu adaletle yönetmedikleri, verdikleri rüşvetin kat kat fazlasını halktan çıkardıkları yetmezmiş gibi, devletin vergilerini de fazlasıyla tahsil etmeye kalkmalarının köylüyü ezip çaresiz bıraktığını belirtir. Köylüye evini barkını terk edip firar etmekten başka çare kalmaz. Böylelikle ne asker tedarik edilebilir, ne de Hazinenin açıkları kapatılabilir. 

Osmanlı tarihinin en mümtaz mevkiinde yer alan bu kültür adamının ömrü maalesef kısa oldu. 48 yaşındayken 27 Zilhicce 1068 (6 Ekim 1657) Cumartesi sabahı vefat etti. Ölümünden sonra terekesinden kitaplarını satın alan İzzetî Mehmed Efendi’nin sağlığında Kâtip Çelebi ile tanışıklığı anlaşılıyor. 

Terekeden çıkan Cihannüma’nın kapak sayfasına kendi eliyle yazdığı cümlelerde yer alan ölüm safahatına dair bilgileri de bizzat ev halkından duyduğu şüphesizdir: “Kâtip Çelebi öldüğü günün gecesi bir miktar ham karpuz yiyip sonra eşiyle birlikte olmuş. Ekim ayında soğuk su ile gusledip sabah kahvesini içerken telaşlanınca elinden fincan düşüp aniden vefat etmiş. Ölmeden önce eşine ve hizmetçilerine ‘ne acayip, birbirine muhalif işler ettik, bir zarardan Allah koruya, hiç böyle işimiz yok idi’ diyerek korkuya kapıldığını beyan etmiş”. 

İntiharını pozitivist bir deney konusu haline getiren Beşir Fuad’ı dışarıda tutmak şartıyla, son nefesinde yaşadığı ana dair akılcı, deneysel ve gözleme dayalı analiz bırakabilen bir başka Osmanlı bilmiyorum…