Patlamalarla, cinayetlerle ve başa gelebilecek neredeyse her türlü felaketlerle sarsılan Türk toplumu; sabah karanlığından akşam karanlığına çalışarak, eve dönünce dizisinin başına oturarak, telefonuyla oynayarak, “katliamlar ne kötü be birader” (İsmet Özel) diye hayıflanarak hayata devam ediyor.
Ruhen ne kadar rahatsız, hatta hasta olduğumuzu değerlendiremeyecek kadar kendimizi kaybetmiş, içimize kapanmış ve maalesef buna alışmış durumdayız. Kanlı saldırılardan sonra “teröre alışmayacağız” klişeli sosyal medya çığırtkanlığı, şehitler üzerinden stadyum şovları, “ölürüm Türkiyem” sesleriyle; samimiyetsizlik ve düşmanlıkla örmüşüz anayurdu dört baştan.
Teröre karşı seferberlik çağrısı ya -ti’ye alınıyor ya da parti binalarına saldırmak hatta Halep’e yürümek gibi “bilinçli yanlış anlama”lara zemin teşkil ediyor. Sadece psikolojik anlamda değil, gündelik olarak bölünmüş, gitmiş haldeyiz. En büyük felaketlerin getirdiği dayanışma duygusu bile, en fazla birkaç gün sürüyor. Aslında en korkunç ve acımasız teroristlere bile taş çıkartacak durumdayız: Yol vermedi diye adam öldürürüz. Şort giydi veya başı kapalı diye kadın döveriz. Turiste tecavüz, çocuğa taciz, hayvana işkence, yere düşene tekme en sevdiğimiz millî sporların başında gelir. Bunlar böyle arka arkaya sıralanınca da, “dünyanın her yerinde böyle şeyler yaşanıyor” diyerek rahatlayabilen mahluklar haline gelmişizdir.
Peki hal böyleyken, en temel konularda dahi standart bir kriz politikası uygulayamayan, misal Rus büyükelçinin başkentin orta yerinde öldürülmesinden saatler sonra bile resmî bir açıklama yapamayan devlet; seferberlik gibi ciddi bir kamu yönetimi gerektiren organizasyonu nasıl hayata geçirecek? Yine misal Türk askerlerinin yakılarak şehit edildiğini gösteren IŞİD videosu hadisesinde de (umarız yalan ve kara bir propagandadır) herhangi bir açıklama yapılmamış; devletimizin alabildiği önlem, günlerce sosyal medyayı bloke etmek, yavaşlatmak olmuştur.
Sırf muhalif kimliğinden, faaliyetinden dolayı terorist, fetöcü diye damgalanarak hapse atılan gazetecilerin, yazarların varlığı bile; diğer problemlerinin yanısıra devleti yönetenlerin ciddi bir özgüven sorunu yaşadığını da göstermektedir.
Tüm bu olumsuzluklara karşın, salt siyasi otoriteyi suçlayarak yola devam etmenin de yolu yoktur. 2017’yi öncelikle bir “ahlaki yeniden yapılanma” yılı olarak karşılamalıyız. Yine, yeniden bir millet olabilmek için bir insani seferberlik yılı.
İyi seneler…