2. Abdülhamid’in Kıbrıs’ın yönetimini 1878’de İngilizlere devreden antlaşmanın üzerine eklettiği “Hukuk-ı Şahane’me asla halel gelmemek şartıyla tasdik ederim” cümlesi, kimileri tarafından Kıbrıs’ın Osmanlı döneminde kaybedilmediğinin ıspatı sayılıyor. Oysa belgeler ve uygulamalar, bunun bir masaldan ibaret olduğunu kanıtlıyor.
Osmanlı Devleti’nin yenilgiyle ayrıldığı 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sonrasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması, yıkıcı sonuçlar doğurmuştu. Rusya’nın Anadolu’ya yönelik askerî müdahalesine karşı Osmanlı-İngiliz ittifakını sağlamak üzere, Kıbrıs’ın yönetimi 4 Haziran 1878 tarihli 2 maddelik antlaşmayla, “geçici” kaydı düşülerek İngiltere’ye terkedildi. İngiltere aksi durumda Berlin Kongresi’nde Osmanlı Devleti’ni savunamayacağı ve Bismark’ın Yunanistan’a verilmesini istediği bölgelere itiraz edemeyeceği tehdidini savurmuştu.
Osmanlı Devleti, antlaşmanın çok aceleye getirildiği gerekçesiyle, daha ayrıntılı bazı hususları içeren 6 maddelik ilave bir metni de 1 Temmuz’da imzaladı. Bu 2 antlaşma sırasında Berlin Kongresi başlamış ve 13 Temmuz 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nı yürürlükten kaldıran Berlin Antlaşması da imzalanmıştır.
Sultan 2. Abdülhamid’in 4 Haziran’daki antlaşma imzalandıktan sonra, o sırada İstanbul’da görevli İngiliz Elçisi Layard aracılığıyla İngiltere’den ricası ve kabulü ile, 1 Temmuz antlaşmasının üzerine yazılan “Hukuk-ı Şahane’me asla halel gelmemek şartıyla muahedeyi tasdik ederim” cümlesi; son yıllarda gelişen “tarihe ideolojik bakış anlayışı” çerçevesinde “ikonik” bir cümle hâline getirildi. Kıbrıs gibi önemli bir vatan toprağı, o zamana kadar görülmemiş bir şekilde, deniziyle, karasıyla, içinde yaşayan halkıyla bir başka ülkeye devredilmişti! Ancak bu cümle sayesinde, her ne kadar devredilmiş olsa da Osmanlıların elinden hiçbir zaman çıkmamış sayılır oldu! Hatta 1923’te Lozan’da, sanki bizimmiş gibi İngilizlere peşkeş çekildiği iddia edildi. Bu “2. Abdülhamid yanlısı” çevreler, 1959 tarihli Zürih ve Londra Antlaşmaları’nda Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Türkiye’yi garantör ülke olarak kabul ettirebilmesinin de o cümle sayesinde mümkün olduğunu ifade ettiler!
Kıbrıs’ı İngilizlere devrettiğimiz İttifak Antlaşması’ndan hemen sonra imzalanan Berlin Antlaşması ile Bosna-Hersek ve Bulgaristan’ın elden gitmesi ve 1881’de Tunus’un Fransızlar, 1882’de Mısır’ın yine İngilizler tarafından işgal edilmesi konusunda ise ortalıkta derin bir sessizlik var nedense. Bu kayıplara dair anlaşma metinlerinde, belli ki 2. Abdülhamid’in “Hukuk-ı Şahane’me asla halel gelmemek…” kalıbıyla başlayan bir cümlesi yok!
Oysa elimizdeki belgelere dayanarak, Kıbrıs’ın İngilizlere devri hadisesinde anlatılan-yazılanların büyük bir masaldan ibaret olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. 2. Abdülhamid’in hatt-ı hümayununu yazmaktaki maksadının ne olduğu, bizzat kendi kalemiyle Kraliçe Victoria’ya yazdığı mektubun müsveddesinden anlaşılmaktadır. Ayrıca Osmanlı Hariciyesi’nin İngiltere’yle yaptığı diplomatik temaslarda hatt-ı hümayundan ne anlaşılması gerektiği belirtilmiştir. Bunların hiçbirinde Kıbrıs’ın terkedilmesindeki zafiyetin giderildiğini, Osmanlıların Ada’da kağıt üstünde mevcut hükümranlık haklarının pratikte sürdüğünü iddia edemeyiz.
2. Abdülhamid ve Osmanlı Hariciye erkânının Kıbrıs’ın devrinden sonraki hamlelerinde, “hukuk-ı şahane” kavramının padişahın Ada’daki hususi mülkü olan hassa çiftlikleriyle sınırlı olduğu ortadadır. Alelacele gönderilen harita mühendislerince çiftliklerin sınırlarını belirleyen haritalar çizilmeye çalışılmış; İngilizler de bu faaliyetleri Ada’nın devrinden sonra yapılan münazaalı işlemler olması nedeniyle dikkate almamış ve bildiklerini okumaya, Kıbrıs üzerindeki tahakkümlerini sürdürmeye devam etmişlerdir.
Esasında 2. Abdülhamid’in Sadık ve Safvet Paşa’ların baskısıyla gündeme gelen antlaşmayı tasdik etmeye pek niyeti olmadığını, 23 Mayıs-15 Ağustos 1878 arasındaki gelişmelere baktığımızda apaçık görüyoruz. İngilizler tarafından yapılan teklifleri asla tek başına kabul etmemiş, sorumluluğu tek başına yüklenmemiş, Meclis-i Vükela üyelerinin fikirlerini tek tek yazılı olarak almıştır. Kendisi, Ada’nın devredilmesine muhalif olan Osmanlı devlet adamlarının azlığı karşısında, Ayastefanos Antlaşması’nın yıkıcı maddeleri yanında bir çıkış yolu bulamamanın çaresizliği içindedir. “Denize düşen yılana sarılır” deyimi, durumu tam olarak özetler. Hem önceki çeyrek asrın tahribatı hem tahta çıktığından itibaren yaptığı hatalar hem de rical-i devletin ve askerî erkânın yanlışları bu yıkımı meydana getirmiştir. O da bu umutsuz ortamda alelacele imzalanan antlaşmanın tüm sorumluluğunun üzerine yıkılmasından, hanedanına ve milletine karşı mahcup olmaktan çok tedirgindir. Bu maksatla bulabildiği tek çıkış yolu, imzalanan ama henüz padişah tarafından tasdik edilmeyen antlaşma üzerine “Hukuk-ı Şahaneme asla halel gelmemek şartıyla muahedeyi tasdik ederim” cümlesinin yazılabilmesidir. Bunu kabul ettirebilmek için kendi eliyle Kraliçe Victoria’ya bir mektup kaleme alır.
Günümüzde orijinali mevcut olmayan bu mektubun, Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nda sadece fotoğrafı vardır. Açılımı, “Sadaret Divan-ı Hümayun Name-i Hümayun Fonu” olan “A.}DVN.NMH” kodunun 36. dosyasındadır. Buradaki belge grubunda 6 numaralı gömlekteki zarf içinde, 31 Mart Hadisesi (13 Nisan 1909) sonrasında Hareket Ordusu tarafından 2. Abdülhamid’in Yıldız Arşivi’nde bulunup Hazine-i Evrak’a teslim edilen belgeler vardır. Tamamı Kıbrıs’ın İngilizlere devrine dair senet, antlaşma, vükela anketleri ve mazbatalardan ibarettir. Zarf üzerinde orijinal belge sayısının 39 olduğu belirtilmesine karşın, sonradan eklenen yeni yazılı notta 45 belge bulunduğu yazılıdır. Aradaki fark, arşivin eski genel müdürlerinden Midhat Sertoğlu zamanında gömlek içine konulan fotoğraflardan kaynaklanır; bunlar arşive sonradan intikal etmiştir. Midhat Sertoğlu’nun 1970’te TTK’nın 7. Tarih Kongresi’ne sunduğu tebliğde hikayesi anlatılır: Deli Fuat Paşa’nın yeğeni Asaf Tugay, İbret adıyla kitaplaştırdığı jurnalleri 1970’ten önceki bir tarihte arşive bağışlamıştır. O sırada, koleksiyonunda bulunan 2. Abdülhamid’in elyazısıyla Kraliçe Victoria’ya yazdığı mektup suretiyle, antlaşmanın üzerine yazılan “hukuk-ı şahane…” hatt-ı hümayunlarının taslaklarını da Kuleli Askerî Lisesi tarih öğretmenlerinden Emekli Albay Sırrı Üçer’e (Sertoğlu’na göre Uçer) hediye etmiştir. Sırrı Üçer, Sertoğlu’na belgelerin fotoğraf suretlerini alma izni vermiş ve bunlar o sayede arşive intikal etmiştir. Orijinallerinin günümüzde nerede olduklarına dair maalesef bilgimiz yoktur.
Midhat Sertoğlu, 2. Abdülhamid’in elyazısı olduğundan şüphe etmediği mektup müsveddesinin Kraliçe Victoria’ya gönderilip gönderilmediğinden emin olamamıştır. Osmanlı Arşivi’nde bunun gönderildiğine dair bir kayıt olmadığı gibi, İngiliz arşivlerinde de bulunamadığını söylemektedir. Biz bu bilginin üzerine yeni bir not ekleyemiyoruz; ancak “BOA.YEE. 7/10” numarada bulunan ve Sefir Layard’ın tercümanı Sandison tarafından gelen 8 Ağustos 1878 tarihli bir layihanın hem önüne hem de arkasına 2. Abdülhamid’in ağzından yazılan bir not bulunmaktadır. Burada, padişahın elyazısıyla yazılan aslının Esvapçıbaşı İsmet Bey eliyle 14 Ağustos 1878’de İngiliz elçiliğine teslim edildiği kayıtlıdır. Muhtemeldir ki 2. Abdülhamid muahede üzerine yazılmasını istediği “Hukuk-ı Şahane…” şerhinin elçilikle halledilebileceğini anladıktan sonra Kraliçe Victoria’ya göndermek üzere hazırladığı müsveddenin aslını göndermemiştir. Ancak bu durumda da, mektup müsveddesinin bulunması gerektiği Yıldız Arşivi’nden devredilen 39 belgelik zarf muhtevasından veya Kıbrıs’la ilgili diğer fonlardan nasıl ayrı düştüğünü ve Asaf Tugay’ın eline nasıl geçtiğini izah edemiyoruz. Belgenin, Asaf Tugay’ın 2. Meşrutiyet sonrasında bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez kampüsü olan zamanın Harbiye Nezareti bahçesinde jurnalleri yakmakla görevli komisyonun üyesiyken elde ettiği jurnaller arasından çıkmış olması muhtemeldir. Sertoğlu Yıllarboyu Tarih dergisinin Temmuz 1979 tarihli 7. sayısında aynı mektubu neşretmişse de yeni bir bilgi eklememiştir.
Bazı kelimelerde imla hatalarıyla ve akıcı olmayan tedirgin bir üslupla yazılmış bu mektupla Kraliçe Victoria’nın dostluğuna teşekkür eden 2. Abdülhamid, daha sonra elçilikle halledeceği “hukuk-ı şahane…” cümlesinin antlaşmanın üzerine yazılmasını; hanedanı ve milleti karşısında müşkül vaziyette bırakılmamasını rica etmektedir.
İngilizlere geçici terkin başladığı 1878’den, ilhak edildiği 1914’e kadar Kıbrıs’ın hukuken Osmanlı toprağı sayılmaya devam edilmesi “menfaatçi” İngiliz politikalarının bir sonucudur. Bu süreçte Kıbrıs’ta kanun yapma, hukukun tesisi, vergi toplama, askere alma, para basma gibi bir devletin bağımsızlık alametlerinden olan faaliyetlerin hiçbirinde Osmanlı Devleti yetki sahibi olmamıştır. Sadece Ada’daki Türk halkının dinî cemaat ve evkaf işleriyle ilgili hususlarda yetki sahibi kılınmış, ancak bu yetkisini de çoğu zaman İngilizlerin politik manevraları sebebiyle kullanamamıştır. Antlaşmanın imzalanmasından kısa süre sonra 14 Ağustos 1878’de Kraliçe Victoria adına mahkemeler tesis edilerek, İngilizlerin kanun ve mukavele yapma hukuku kabul edilmiştir. Ada’nın Müslüman ahalisinin evlilik, boşanma, miras hukuku gibi şer’i işlerde kadı mahkemelerine müracaatı haricinde, tümüyle İngiliz mahkemelerinde yargılanmasının yolu açılmıştır. Osmanlı Hariciyesi’nin sefirlerinden Rumbeyoğlu Fahrettin (Lozan’dan sonra 150’likler kategorisinde yurtdışına sürülenlerden) ile Mehmed Nabi’nin Hariciye Nezareti namına hazırladığı Kıbrıs Meselesi adlı kitapta bu husus için “İşbu mukavele ile zât-ı Hazret-i Padişahî, cezirenin işgali müddetince hukuk-ı hükümrânisini İngiltere Kraliyetine tevdi etmiş oluyor” hükmü verilerek İngiliz tezi kabul edilmiştir.
Aslında “hukuk-ı şahane…” metaforu, dezenformasyon örneği olarak ilk kez Ahmed Cevdet Paşa tarafından sıcağı sıcağına ortaya konulmuştur. Antlaşma yürürlüğe girdikten bir süre sonra, antlaşma metnindeki bağlayıcılıktan kurtulmak adına, Layard’ın ıslak imzalı metni Sava Paşa ve Karateodori Paşa’dan geri almaya çalıştığını ancak başaramadığını yazar. “Herhangi bir antlaşmanın ıslak imzalı metninin imzacı ülke tarafından geri alınması ne demektir? Örneği var mıdır? Layard, imzalı metni alabilseydi antlaşma geçersiz mi olacaktı?” sorularını cevaplamanın Cevdet Paşa açısından bir önemi yoktur (BOA.YEE. 39/6).
Bugün kamuoyunda ,Kıbrıs’ın İngilizlere kiralandığına dair de yanlış bir kanaat vardır. Aslında Ada’nın vergi hasılatından idari, mülki ve imar masrafları düşüldükten sonra kalan paradan yıllık 90 bin küsur Liralık bir meblağın Osmanlı Hazinesi’ne ödenmesi öngörülmüştü. Sonrasında bu para da gelmemiş ve Hariciye Nazırı Karateodori Paşa ile Layard arasında 3 Şubat 1879’da imzalanan ek antlaşmaya göre her türlü emlak-ı hümayun, tapu, vergi ve harç hasılatından yıllık 5.000 poundluk maktu bir vergi verilmesi kararlaştırılmıştı. Bu para da hiçbir zaman Osmanlı maliyesine intikal etmedi; çünkü Osmanlı Devleti’nin 1855’te İngiltere’den aldığı kredinin taksit ödemelerine mahsup edildi.
İslâm dünyasında geleneksel egemenlik unsuru olan Cuma hutbelerinde padişahın adının zikredilmesine, yani 2. Abdülhamid adına hutbe okutulmaya devam edilmesine bakarak da Kıbrıs’ta Osmanlı hükümranlığının sürdüğünü söyleyemeyiz. Tam anlamıyla bir İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da 2. Abdülhamid adına hutbe okutulmuş; savaştaki Osmanlı Devleti’ne yardım toplanmasına İngilizler tarafından itiraz edilmemiş; İngiliz politikalarını benimseyen “uyumlu İslâmi cemaatler”in gelişmesi desteklenmiştir. Kıbrıs’ta da eşzamanlı olarak hoca veya din adamı kimliğine bakılmadan İngiliz muhiplerini belirlemişler ve onlarla birlikte çalışmışlardır. Aynı yıllarda 2. Abdülhamid’in “Britanya Şeyhülislamı” unvanıyla İngiltere’ye tayin ettiği Abdullah Quilliam’ın padişahı halife olarak tanıyıp, İngiliz politikasına aykırı görüşler belirtmesine de İngiliz hükümeti bir şey dememiştir.
Anlaşılan odur ki, İngilizlerin politikalarını sekteye uğratacak sonuçlar doğuracağı kesin olan eylemlere yol açmadığı sürece, kişilerin veya toplulukların hayatlarında İslâmi ilkelerle donanıp-yaşamaları onlar için sorun olmamıştır. Yine de Müslümanların tamamen özgür bırakılmadıklarını, serbestliklerinin sınırlandığını söylemeliyiz. Kıbrıs özelinde de aynı durum geçerlidir. Osmanlıların geleneksel olarak gayrimüslimlere sağladığı cemaat hukukunu Kıbrıs’ın Ortodoks Rumları için geçerli sayan İngilizler; Ada’nın Müslüman Türklerine ve kurumlarına karşı olabildiğince kısıtlayıcı kurallar, yöntemler geliştirip uygulamışlardır. Kıbrıs’ın 1878-1914 arasındaki “yönetimin geçici olarak devri” statüsü zamanlarında bile Ada Türklerinin adım adım İngiliz boyunduruğuna girmelerine karşı, elinin imkanı kıt olan Osmanlı Devleti’nin uzaktan bakmakla yetindiği bir gerçektir.
Berlin Kongresi’nin sonuçlarından biri olarak Bulgaristan’ın bir kısmının prenslik ve kalanının Şarki Rumeli Vilayeti adıyla ikiye bölünmesinden sonra; bu coğrafyadaki Müslümanların başına gelenler de Kıbrıs Türklerinden farklı değildir. Vakıfları, dinî ve eğitim kurumları küçük ama etkili operasyonlarla Bulgaristan Türklerinin elinden adım adım nasıl alındıysa; Kıbrıs’taki Müslüman Türklerin asırlar boyunca ortaya konulmuş maddi ve kültürel varlıkları da benzer şekilde operasyonlara kurban gitmiştir. Bütün bu hadiseler sırasında, 2. Abdülhamid’in hüküm sürdüğü 30 yıl boyunca antlaşmanın üzerine koydurduğu “Hukuk-ı Şahane…” şerhinin esamesi okunmamış, bu hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır.
1 BELGENİN BELGESİ [15 TEMMUZ 1878]
2. ABDÜLHAMİD’TEN KRALİÇE VICTORIA’YA
‘Milletimin nezdinde beni zor durumda bırakmayın’
“Haşmetlü İngiltere Kraliçesi Hazretlerine,
Taht-ı Osmânî’ye cülûsumdan beri göstermiş oldukları muavenetinden müteşekkir olduğumu tarafımdan [b]ilhassa beyan ile bu defaki mübadele olunacak muahedenamelerine unutulmuş olan iki üç kelimelerin bâlâsına dercini rica ederim. Eğer bu suretle ta’til [tadil demek istiyor] olunmayıp hâl-i aslîsi üzerine ısrar vâkı’ olacak olur ise hânedânımın ve umum milletimin nezdinde beni azîm müşkilâtta bırakmış olacaklarını dahi ilave ederim.
Zannetmem ki memleketimin saadet ve istikbalini temin etmek niyyet-i hâlisasında bulunan bir devlet, hükümdarının hukukunu şerâit-i müteaddide ile tasdik etmeyi vazife addeder. Şu suretle muhlislerini mes’uliyet-i umumiden kurtarıp memnun etmiş olurlar.”