Kimi spor markalarının reklamlarında sık sık tekrarlanan kışkırtıcı bir iddia vardır: Sadece birinciler hatırlanır! Halbuki spor tarihinde bu iddiayı yalanlayanlar da var. Eşsiz yetenekleri, büyük mücadele azimleri, olağanüstü centilmenlikleri ve görkemli kariyerleriyle kaybederken kazananlar, adlarını spor tarihine “gümüş harfler”le yazdıranlar…
Tarih hep kazananları mı yazar? Elbette hayır. Hele bazıları var ki yenilseler de asla unutulmuyor. O günün kazananları kitaplarda anılırken, ikinciler veya kaybedenler hafızalarda, hatıralarda yaşamaya devam ediyor. Spor tarihinde böylesine özel bir yere sahip olan büyük sporculardan akla ilk gelenlerinden biri, bisiklet dünyasından: Raymond Poulidor.
Muhteşem kaybedenlerin belki de en unutulmazıydı Raymond Poulidor. Çok yakın tarihte, henüz 13 Kasım 2019’da 83’ündeyken son nefesini veren sporcu, bisiklet dünyasının “ebedi ikinci”si olarak anılıyor (Muhteşem Kaybedenler: Mert Aydın’ın 2013’te ntvspor.net’te yayımlanan yazısı).
Çiftçi bir ailenin oğlu olarak 1936’da dünyaya gelen “Poupou”, istemeye istemeye 14’ünde okulu bırakmıştı. Çiftlikte çalışması gerekiyordu. Yine aynı sene kendisine hediye edilen bisiklet, alınyazısı oluyordu. Tutkusunu annesinden gizliyor, giderek pedalları daha hızlı çevirmeye başlıyordu. İlk yarışına katılan bisikletçi, en yakın rakibine 6 dakika fark atmıştı. Daha sonra ikinci geldiği bir organizasyonda ödül olarak aldığı tutar, çiftlikte altı yılda kazandığından daha fazlaydı. 1960’ta profesyonel olan Poulidor, ertesi yıl klasiklerden Milan-San Remo yarışını kazanmıştı ve artık geleceğe umutla bakıyordu. İlk Fransa Bisiklet Turu’nu 1962’de katılan sporcu, üçüncü olmuştu (Tesadüf bu ya, 1976’da 40’ındayken katıldığı 14. ve kariyerinin son Fransa Bisiklet Turu’nu da aynı sırada bitirecekti).
Kariyerinin ilk senelerinde bile, ünlü bisikletçi Jacques Anquetil ile düelloları tüm ülkede konuşuluyordu. Kuzey Fransa’dan gelen rakibi, şık, mesafeli, kontrol delisi biriydi. O ise heyecanlıydı, acar bir delikanlıydı.
Poulidor 1964’te o zamanlar ilkbaharda yapılan Vuelta’yı (İspanya Bisiklet Turu) kazanmayı başarmıştı. Ancak bu, büyük bir bisiklet turunda kariyerindeki tek zafer olacaktı. Poulidor, yaklaşık iki ay sonra koşulan Fransa Bisiklet Turu’nda neredeyse ezeli rakibi Anquetil’i devirecekti. Puy de Dome Dağı’nın yamaçlarındaki düello tarihe geçiyordu. O ikonik etabı kazanan Poulidor rakibiyke arasındaki zaman farkını azaltsa da, iki gün sonra Anquetil beşinci defa zafere ulaşmayı başarmıştı.
İlk ve tek zafer anı
“Pou-Pou”, tek büyük tur zaferini 16 Mayıs 1964’te İspanya Bisiklet Turu Vuelta’da kazanmıştı, fakat sonrası hep şerefli ikincilikler oldu.
İkili bir daha bisikletin zirvesinde buluşamadı. Ancak Poulidor’un kariyerinin ilerleyen yıllarında bu sefer daha da çetin ceviz bir rakibi vardı: Eddy Merckx. Belçikalı bisikletçi yarışları domine ederken, Poulidor da mücadeleye devam ediyordu. 1973 Fransa Bisiklet Turu’nda geçirdiği kazada ölümden dönen azim abidesi ertesi yıl ikinci olmuş, Merckx ise Anquetil gibi beşinci defa taçlanmıştı.
1977’de emekliye ayrılan Poulidor, katıldığı tüm yarışların genel klasmanda bir gün bile en önde yer almayı başaramamış; haliyle sarı mayoyu asla taşıyamamıştı. Buna rağmen adını tarihe yazdırmış, katıldığı 14 Fransa Bisiklet Turu’nun 8’sinde ilk üçte yer alarak en fazla podyum gören sporcu olmuştu.
Efsane bisikletçi hep kaybetse de gönüllerin şampiyonuydu. O kadar popülerdi ki sadece 1974’te hakkında 4000’den fazla makale kaleme alınmıştı. L’Equipe’in kelime oyunu yaparak onun için attığı manşet her şeyi anlatıyordu: Poupoularité!
Fransa Bisiklet Turu’nda üç ikincilik, beş de üçüncülük kazanan, bir kez bile sarı mayo giyemeyen “ebedi ikinci” Poulidor’dan sonra, spor tarihindeki diğer “muhteşem kaybedenler”e bakalım.
Hollanda: İki final, sıfır kupa
1960’larda Amsterdam’da yazılmaya başlanan bir manifesto, yeryüzünün dörtbir köşesini büyülüyordu. Yeşil sahaların gördüğü en büyük düşünürlerden Rinus Michels, belli bir dizilişin değil, her oyuncusun yeteneklerinin maksimize edildiği, “kazma” bir bekin bile pozisyon icabı orta sahanın en ilerisinde de bulunabileceği, hatta çıkıp gol atabileceği bir anlayışın peşine düşmüştü. Ünlü futbol adamı toplu savunma, toplu hücum şeklinde özetlenebilecek “total futbol”u önce Hollanda’da vizyona çıkarttı, ardından tüm Avrupa’da.
Üstüste üç defa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanan Ajax, bir döneme damgasını vurmuştu. “Sarı fare” Johan Cruyff’un önderliğinde 1974 Dünya Kupası’na favori olarak gelen Portakallar, son dönemece kadar doludizgin gitmişlerse de finalde Federal Almanya’ya boyun eğmişlerdi.
Dört yıl sonra Arjantin’e “47 ayın sultanı” için gittiklerinde, bu sefer kolları kanatları kırıktı. Teknik direktörlük koltuğunda Michels’in yerine Ernst Happel otururken, orkestra şefleri Cruyff yoktu. Kimileri Sarı Fare’nin Dünya Kupası’nın evsahibi olan ülkedeki askerî cuntayı protesto ettiğini diilendirse de, yıllar sonra Barcelona’da evine giren birilerinin kendisini ve ailesini kaçırmaya çalışmasının kararında rol oynadığını söyleyecekti.
Onun yokluğunda turnuvaya tutuk başlayan Portakallar giderek ısınacak, finalde karşılarında dört yıl önce olduğu gibi yine bir evsahibi takımı bulacaktı. 90. dakikada skor 1-1 iken, Rob Rensenbrink’in vuruşu direkten dönünce uzatmalara gidilmiş, ekstra yarım saatin sonunda Mario Kempes’in sürüklediği Tangocular zafere ulaşmıştı. Hollanda, şüphesiz futbolda Dünya Kupası’nın taçsız kralıydı.
Dorando Pietri: Gönüllerin şampiyonu
1908 Londra Olimpiyat Oyunları’nda maraton, her zamanki gibi kendi kahramanını yaratmıştı. O günün unutulmazı, Dorando Pietri’ydi. Evsahibi ülkenin sporcularıyla Amerikalıların rekabetinden sıyrılan 1.59 boyundaki atlet adeta devleşmişti. Stadyuma önde giren İtalyan sporcu, yorgunluktan bitmişti. Yarışın stadda koşulan son metrelerinde defalarca sendeledi, hattâ yanlış istikamete koşmaya başladı. Hakemlerin yardımıyla yönünü bulabilse de, bitiş çizgisine ulaşmadan yere yığıldı. Pietri’yi çılgınca destekleyen izleyiciler, onun ayağa kaldırılmasını istiyordu. Ancak bu, diskalifiye edilmesi demekti. Pietri, hakemlerin yardımıyla ipi göğüsledi.
Amerikalıların itirazıyla diskalifiye edildiyse de, ertesi gün İngiliz Kraliyet Ailesi’nin isteğiyle kendisine özel bir madalya verildi. Olağanüstü çabası, maraton ruhunun ta kendisiydi. Spor tarihinin unutulmazları arasında yerini alan Pietri, Irving Berlin’in Dorando adlı bestesiyle taçlandırılırken, altın madalya ABD’den Johnny Hayes’e gitmişti. O koşunun haberini yapan Sherlock Holmes’ün yazarı Arthur Conan Doyle, atlete yardım eden hakemlerden Michael Bulger’la karıştırılmıştı. Oysa birbirlerine pek de benzemiyorlardı. Büyük yazar, İtalyan sporcu için sonradan yine kaleme sarılmış; onun yaşadığı kasabada açmak istediği fırın için 300 Sterlin toplanmasına önayak olmuştu.
Daha önce düzenlenen üç modern olimpiyatta maraton yaklaşık 42 kilometre koşulmuştu. Londra 1908’de, günümüzde standart olan 42 kilometre 195 metre ilk defa katedilmişti. O maraton bugün bile hatırlanıyor; ama kazananı değil, kaybedeniyle.
Luz Long: 24 ayar olimpik ruh
1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’nın yıldızı şüphesiz Jesse Owens’tı. Amerikalı atlet dört altın madalya kazanırken, uzun atlama müsabakası tarihe geçmişti. Elemelerde ilk iki atlayışında faul yapan Amerikalı atlet, elenmenin eşiğine gelmişti. İşte tam bu noktada hiç ummadığı birisinden yardım geliyordu.
Bir anda yanına gelen en büyük rakibi Luz Long, Amerikalı sporcuya geriden atlamasını tavsiye ediyor, ayrıca sıçrama tahtasının yakınına havlusunu bırakıyordu. O havluyu kerteriz alan Owens rahatlıkla yoluna devam edecek ve beklendiği gibi finali de kazanacaktı. Onu ilk kutlayan da Long’du.
Alman sporcu, Hitler ve 100 bin Alman seyircinin önünde olimpiyat ruhunun ne olduğunu herkese göstermişti. O yarışmada ikinci olan Long, bir hafta sonra Leipzig’de bir gazeteye verdiği röportajda, Nasyonal Sosyalistler’i kızdırmaya devam edecekti. 11 Ağustos 1936 tarihli gazetede yer alan ifadesi aynen şöyleydi: “Renklerin savaşı bitmiştir. Siyah en iyiydi; şüphe götürmez bir şekilde en iyiydi; beyazdan 19 santimetre daha iyiydi”.
Amerikalı efsane Jesse Owens ise anılarında beraber içtikleri kahveyi, yaptıkları sohbeti uzun uzun anlatacak; onun hakkında “bugüne kadar kazandığım tüm madalya ve kupaları eritseniz, o anda Long’a karşı hissettiğim 24 karat dostluğun kaplaması bile etmez” diyecekti.
Alman atlete sonradan Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından sportmenlik madalyası verildiyse de o bunu görememişti. Zira 2. Dünya Savaşı’na katılan Long, Jesse Owens’ın vatandaşlarına karşı mücadele ederken Sicilya’da hayatını kaybedecekti.
Elgin Baylor: NBA’in mahzun şövalyesi
NBA, şüphesiz milyonlarca basketbolsever için bir tutku. Basketbolun şahikasında bir isim var ki, aradan geçen yaklaşık yarım yüzyıla rağmen asla unutulmuyor.
1958’de, o zamanlar Minneapolis şehrinin takımı olan Lakers tarafından seçilen Elgin Baylor, 14 sezonluk kariyerinde 8 NBA finali gördüyse de şampiyonluk yaşayamadı. New York Knicks potasına bir maçta 71 sayı bırakan efsane forvet, en çok dizinden çekmişti; bir de hep onları deviren Boston Celtics’ten. 1963-64 sezonunda başlayan sağlık problemleri, ertesi yıl play-off’ta zirve yapmıştı. O tarihten sonra asla eski ortalamalarını yakalamayan basketbolcu 1971’de spora veda edecekti. Bu erken ayrılık onun için çok acı olmalıydı; zira onun oynamadığı ilk sezonda Lakers, önce 33 karşılaşmayla NBA tarihinin en uzun yenilmezlik serisini yakalamış, ardından 1972’de şampiyon olmuştu.
NBA logosundaki siluetin ilhamı
BA’in logosundaki meşhur siluet, Lakers’la 8 NBA finali gören ama hiç şampiyonluk yaşayamayan Elgin Baylor’a değil, onun ayrıldığı ilk sezonda şampiyonluğu gören takım arkadaşı Jerry West’e ait.
Bugün, NBA’in resmî logosunda, başarılarla dolu kariyerine 8 final sığdıran Baylor’ın değil, onun ayrılmasından sonraki finalin kazanılmasında önemli rol oynayan takım arkadaşı Jerry West’in silueti bulunuyor. NBA yönetimi bunu asla açıkça dile getirmese de, bu gerçek konuya yabancı olmayan herkes tarafından biliniyor.
Stirling Moss: Gümüş madalya, altın kalp
Formula 1’de şampiyon olmayan pilotların en büyüğüydü Stirling Moss. Dört ikincilik, üç üçüncülük kazanan İngiliz sürücü, 1958’de de unvanı 1 puanla kaçırmış, hattâ kupayı rakibine gümüş tepside sunmuştu.
Vatandaşı Mike Hawthorn’la çekişen efsane, sezonun sondan üçüncü yarışı olan Portekiz Grand Prix’sinde rakibinin diskalifiye edilmesine karşı çıkmış; hakemlerin kararı iptal etmesinde başrol oynamıştı. O gün 6 puan alan rakibi, genel sıralamada da Moss’un 1 puan önünde zafere ulaşmıştı. Kim bilir, belki de efsane pilot, bir böbreği iflas etmiş, ikincisi de çok kötü durumda olan ve doktorların sayılı gün ömür biçtiği rakibinin kazanmasını istemişti. Gerçekten de Hawthorn üç ay sonra hayatını kaybedecekti.
Sonradan ‘sir’ unvanını alan ve Mercedes tarafından ismi bir otomobil modeline verilerek onurlandırılan yarış efsanesi, bugün 91 yaşında. Verdiği insanlık dersi ise ilelebet unutulmayacak.
Franziska van Almsick: Taçsız prenses
Havuzların gördüğü en büyük yeteneklerden biri olan Franziska van Almsick, 1978’te Berlin Duvarı’nın doğusunda dünyaya geldi. 5 yaşında keşfedildiğinde büyük bir gelecek vaadediyordu. Üzerine titreniyor, Demokratik Alman sisteminde yetiştiriliyordu.
Nam-ı diğer Franzi, Avrupa’da 19 defa altına kulaç atmış, buna karşın sadece iki defa dünya şampiyonu olabilmiş, olimpiyatlarda ise altına hiç ulaşamamıştı. Güzeller güzeli yüzücünün özgeçmişinde hiç olimpiyat altını olmasa da, onu spor tarihinde çok özel bir yere taşıyan bir istatistik bulunuyor: Kendisi modern olimpiyatlarda altın alamadan en çok madalya kazanan sporcu.
Almanya’nın birleşmesinden hemen sonra 1992’de ilk olimpiyat havuzuna girdiğinde henüz 14’ündeydi. Barcelona’dan iki gümüş, iki de bronzla dönen Franzi, dört yıl sonra Atlanta’da iki ikincilik, bir de üçüncülük almıştı. Hele dünya rekorunun da sahibi olduğu 200 metrede kazanamaması, büyük sürprizdi. 2000’de bir, 2004’te de iki bronz alan yüzücü, katıldığı dört Olimpiyat’ta dört gümüş, altı bronz almıştı. Birçoklarına göre çok daha görkemli olabilecek kariyeri, sanki bir eşiği aşamadan sakatlıkların gölgesinde sona erdi. Ancak Franzi adı, spor tarihinin unutulmazları arasında.
Helena Sukova: Talihsizliği, dev rakipleri
1980’lerin unutulmaz raketlerinden biriydi Helena Sukova. 1965’te bir tenis hanedanın ferdi olarak dünyaya gelmişti. Annesi 1962’de Wimbledon’da final görmüş ama kaybetmişti. Belki de ailenin genlerinde kaybetmek yazılıydı. Helena, federasyon başkanının kızıydı; kortlarda raket sallayan bir de erkek kardeşi vardı. Grand Slam turnuvalarında çiftlerde fırtına gibi esen Çekoslovak sporcu, toplam 14 şampiyonluğa imza atmıştı. Bu kupaların beşi karışık çiftlerde gelmiş, bunlardan üçünü de kardeşiyle kazanmıştı. İki olimpiyat gümüş madalyası da cabasıydı!
Teklere gelince… Chris Evert ile Martina Navratilova’nın kortları kasıp kavurduğu yıllara denk gelen Sukova, onların gölgesinde kalmıştı. Her iki rakibine de birer Grand Slam finali kaybeden tenisçi, onlardan sonra da Steffi Graf’a toslamıştı. Alman raketin 22 Grand Slam şampiyonluğundan ikisi ona karşıydı.
Teklerde hiç Grand Slam turnuvası kazanamayan unutulmaz raket, bugün başka bir kariyerin başarı basamaklarını zorluyor. Çalışmalarını doktora sahibi olduğu psikoloji alanında sürdürüyor.