Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Kötü günleri atlattık sırada daha kötü günler var

Hem Türkiye’de hem de dünyada ekonomiler zor bir yılı geride bıraktı. Merkez bankaları son 40 yılın zirvesini gören enflasyon oranlarını kontrol altına alabilmek için uzun yıllardır görülmemiş faiz artırımlarına gitti, en güçlü şirketlerde bile işten çıkarmalar başladı. Türkiye’de ise Eylül 2021’den beri faizler düşürülürken enflasyon yükseliyor; cari açık büyüyor.

Arkada bıraktığımız 2022 yılı, dünya ekonomisi için sert bir yıl oldu. Bütün dünyada enflasyon yükseldi, büyüme düştü; bazı ülkeler bütçe açığı verirken, diğerlerinde cari açık yükseldi. Batı ülkelerinde son 40 yılın zirvesini gören enflasyon verilerinin ardından merkez bankaları da uzun süredir görülmemiş oranda faiz artırımlarına gitti. Şubat ayında Bank of England’la başlayan faiz artışları, Mart’ta ABD Merkez Bankası ve Haziran’da Avrupa Merkez Bankası ile devam etti. Bir önceki yılın sonundan beri yükselen enerji fiyatları ise Rusya-Ukrayna Savaşı’yla birlikte özellikle Avrupa’da rekordan rekora koştu. Öyle ki kapatılması planlanan nükleer santraller, yeniden yükselen kömür kullanma oranları tekrar gündemi meşgul etmeye başladı. Alınan önlemler enflasyon ve enerji krizi riskini henüz tamamen bertaraf etmiş olmasa da enerji fiyatları şimdilik savaş öncesi düzeye geri dönmüş, faiz artırımları ise hız kesmiş gibi görünüyor. Fakat uzmanlar Rusya’nın gaz arzını tamamen durdurabileceğini, faiz artışlarının ise küresel ekonomiyi resesyona sokabileceği konusunda uyarılarına devam ediyor.

Bütün bunlar olurken, Türkiye’de ise dünyanın geri kalanına ve ekonomi biliminin kaidelerine zıt bir “ekonomi deneyi” yürütüldü. İlk kez 1994 yılında Hazine iç borçlanma ihalelerini iptal ederek test ettiğimiz ve bedelini 1994 kriziyle ödediğimiz “Faiz neden, enflasyon sonuçtur” tezi, 2021 Eylül’ünden beri ekonomistlerin tüm uyarılarına rağmen bir kez daha deneniyor. Süreç Eylül 2021’de Merkez Bankası’nın politika faizini %19’dan 18’e indirmesiyle başladı. Ocak ayından Haziran’a kadar %14 seviyesinde sabit tutulan politika faizi, Ağustos ayı Para Politikası Kurulu toplantısında sürpriz bir şekilde 100 baz puan düşürülerek %13’e indirildi. Eylül’de 100 baz puan daha düşürülerek %12’ye, Ekim ve Kasım’da ise 150’şer baz puanlık indirimlerle %9 seviyesine çekildi. Böylece TCMB politika faizi 2020’den beri ilk kez tek haneli rakamlara indi.

Kasım 2021’de Türk Lirası, tarihinin en sert değer kayıplarından birini yaşadı.

Başta durum beklendiği gibi gidiyordu. Aynen 1994’te oldu­ğu gibi kur fırlamış, enflasyonu da beraberinde yukarı çekmişti. Yıla 7.42 seviyesinden başlayan Dolar/TL kuru, 18.40 seviyele­rine çıkarak tarihî rekorlarını altüst ediyordu. Ancak Cum­hurbaşkanı Erdoğan’ın Kur Ko­rumalı Mevduat Hesabı’nı açık­lamasıyla durum bir anda ter­sine döndü. O gün 18’in üzerini gören Dolar/TL, bir anda 13’ün altına indi, 20.79 TL’ye kadar yükselmiş olan Euro, 15’lere çe­kildi; 1000 TL’den işlem göre gram altın ise 770 TL’ye kadar indi. Böylece döviz kuru ve altı­nın TL karşısındaki değer kay­

bı, %33’ü geçti. Bu, o dönemde ekonomistlerin vurguladığı gibi, adına faiz demeden “örtülü bir faiz” uygulamaktı. Ancak yılın geri kalanında döviz kurlarında artışın (kimilerine göre kurlara bir müdahale nedeniyle) bek­lenen hızda gerçekleşmemesi, yılın sonlarına doğru KKM’den çıkışları hızlandırdı. Zira do­ların 18 eşiğini geçtiği Ağus­tos’tan bu yana kur, “şaşırtıcı şekilde” sabit bir seyir izlemişti.

Üstelik ekonomistler, “Dü­şük faiz sebep, enflasyon sonuç­tur” diye ısrar ededursun, geçen ay açıklanan 12 aylık enflasyon da %84.39’dan %64.27’ye geri­lemişti. Kağıt üzerinde bakı­lırsa bütün bunlar, Türkiye’nin “ekonomi deneyi”nin başarılı olduğuna dair ikna edici olabi­lirdi. Öte yandan insanlar paza­ra gidiyor, toplu taşıma araçları­nı kullanıyor, çocuklarının okul paralarını ödüyor, ev alıp-satı­yorlardı. Üstelik ekonomistler, “Dü­şük faiz sebep, enflasyon sonuç­tur” diye ısrar ededursun, geçen ay açıklanan 12 aylık enflasyon da %84.39’dan %64.27’ye geri­lemişti. Kağıt üzerinde bakı­lırsa bütün bunlar, Türkiye’nin “ekonomi deneyi”nin başarılı olduğuna dair ikna edici olabi­lirdi. Öte yandan insanlar paza­ra gidiyor, toplu taşıma araçları­nı kullanıyor, çocuklarının okul paralarını ödüyor, ev alıp-satı­yorlardı. Zincir marketlerin ye­dikleri onca azara rağmen gıda fiyatlarının nasıl yükseldiğini; konut desteklerine rağmen kiralık ev bulmanın nasıl zorlaştığını; getirilen limitlere rağmen okul fiyatlarının hangi seviyelere çıktığını kendi gözleriyle görüyolar; hala da görüyorlar.

Can yakan fiyat artışları Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün küresel gıda fiyatları göstergesi 2022’de %1 geriledi. Türkiye’de ise 2022’de gıda enflasyonu %77 arttı (üstte). Esnaflık yapan Ahmet Çakmak, 2001 krizi sırasında Başbakanlık binasının merdivenlerinden dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in önüne yazarkasa fırlatarak Türk siyaset tarihinin sembollerinden biri olmuştu (altta).

Pek nasıl oldu da rekor seviyelere yükselen enf­lasyonun düştüğünü gösteri­yor? Nedenler çeşitli… Önce­likle “baz etkisi”nden bahset­mek gerek. Bir önceki dönemde yüklü bir fiyat artışı olduysa, bu dönemde daha makul bir rakam devreye girdiğinde enflasyonun mekanik olarak düşmesine “baz etkisi” deniyor. Kasım ayında %85 olan 2022 enflasyonunun, Aralık ayında beklentilerin al­tında aylık %1.2 artış göster­mesi, ortalamaya vurulduğun­da yıllık enflasyona %64 olarak yansımıştı. Ancak bu fiyatlarda bir düşüşe değil, yalnızca daha yavaş bir artışa işaret ediyordu.

Ayrıca kendi sepetleriyle, TÜFE hesaplaması için kul­landığı veri setini açıklama­yan TÜİK’in hesaplamaların­dan farklı rakamlara ulaşan­lar da vardı. Örneğin bağımsız akademisyenlerden oluşan Enflasyon Araştırma Grubu’na (ENAG) göre Aralık ayı enflas­yonu %5.18’di. Buna göre yıllık enflasyon da %65 değil, %137.55 çıkıyordu.

Bunun haricinde benzin fi­yatlarında indirim yapılmış; pi­yasaya döviz satışıyla müdaha­le dışında bankalar ve tasarruf sahipleri üzerinde pek çok baskı yaratan uygulama yü­rürlüğe konmuş ve böylece döviz kurları sabit tutulmuş; kira artışlarında %25’lik sı­nır devam etmiş; bankalara %8-10 dolayında faizle Devlet Tahvili satılarak bütçe açığı­nın bir bölümü onlara finanse ettirilmiş; enflasyon muha­sebesi uygulaması yürürlüğe konmayarak şirket kârlarının yükselmesi sonucu kurumlar vergisinin artması ve böylece vergi gelirlerinin olması ge­rekenden fazla gerçekleşme­si sağlanmıştı. Ayrıca yüksek enflasyon yüzünden alacak­ları her şeyin ileride daha pa­halı olacağını düşünen birey­lerin ve şirketlerin talepleri­ni öne çekmesi de satışları, dolayısıyla vergi gelirlerini artırmış; BOTAŞ’ın Rusya’ya olan 20 milyar dolar tutarın­daki borcunun Rusya tarafın­dan ertelenmesi şimdilik ser­maye giderlerini düşürmüştü. 4749 Sayılı yasa borçlanma­nın limite ulaştığında dur­ması gerektiğini söylese de 2022’nin ilk 10 ayında kamu yönetimi, yasanın belirlediği borçlanma miktarını aşmıştı.

10 Ağustos 1970 kararları kapsamında ekonomik istikrar kararları uygulamaya geçilmiş ve Türkiye ekonomi tarihinde üçüncü büyük devalüasyon yaşanmıştı. Daha önce 9 Türk lirası karşılığında olan Amerikan doları 15 Türk lirasına sabitlemişti (altta). 1974’te petrol fiyatlarının 4 katına çıkmasıyla uzun benzin kuyrukları olağan hâle gelmişti (üstte).

Bütün bunların maliye­ti mi? Swap’lar hariç net re­zervlerin -58.7 milyar dolara düşmesi; brüt döviz rezerv­lerinin vadesine 1 yıl kalmış borçları karşılayamayacak se­viyelere gelmesi; risk primle­rinin artması (Kasım’da Tür­kiye’nin CDS primi gelişmek­te olan ülkelerin neredeyse üç katıydı); 2022 başlangıç bütçesinin 2.5 katına yükse­len, giderek denetim dışına çıkan bir bütçe yapısı… Ayrıca TL’nin dış değer kaybına rağ­men, 12 aylık toplam cari açı­ğın 45 milyar dolara ulaşarak Ağustos 2018’den bu yana en yüksek seviyeyi kaydetmesi de şaşırtıcı bir gelişmeydi.

Tek iyi haber, büyümenin belirli bir ortalamayı tuttur­duğu durumda, işgücünün bü­yümeden aldığı payın azal­masıyla birlikte işsizliğin de­netim aralığı içinde kalması… Bu da özellikle seçim süreçle­rinde her zaman olduğu gibi Türk siyasetçilerinin önceli­ği olmaya devam ediyor. Se­çimler için 14 Mayıs’a işaret edilen bu dönemde kimse­nin “acı ilaç”ı içmeye gönüllü olmayacağı şüphe götürmez. Öte yandan KKM, EYT, vergi affı, asgari ücret artışları der­ken seçim öncesi tüm sınırla­rını zorlayan bir bütçenin se­çim sonrası kıpırdayacak yeri olacak mı, orası şüpheli.

Türkiye bu filmi daha önce de gördü

Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’ten beri 100 yıllık sü­rede Türkiye, yapısal bir de­ğişim yaşanmadan büyüme potansiyelini ne zaman aşırı zorlasa, bütçe açığının art­ması ve ardından gelen kriz­lerle sınandı. 1950’ye kadar olan dönemde Osmanlı Dev­leti’nden devralınan sanayi yapısının zayıflığı ve borçlar nedeniyle mali yapının iflas aşamasına gelmesi, Kurtuluş Savaşı’nın kaynakları nere­deyse tüketmesi ve 1929’da Büyük Buhran’la biraraya ge­lip uzun yıllar ekonomimizi zorlamıştı. 1930’larda bütün bunlara rağmen ekonomi to­parlanmış, bu sefer 2. Dünya Savaşı ekonomiyi yeniden da­ralmayla karşı karşıya bırak­mıştı. Savaşın ertesinde trak­törle sıçrama yaşayan eko­nomi, 1960’lı ve 70’li yıllarda uzun bir büyüme dönemi ya­şamıştı. Fakat bunu 70’le­rin sonunda girilen ödeme­ler dengesi kriziyle “70 cente muhtaç” hâle geldiğimiz yıllar izlemişti. 1994 krizi, ardın­dan 90’ların birikiminin ha­zırladığı, Türkiye ekonomisi­nin GSYH’sının dörtte birini kaybetmesine yolaçan 2001 krizi… Hepsi krizlere yolaçan şartlarla ilgili olduğu kadar krizlerden nasıl çıkılacağıy­la ilgili de dersler barındırı­yordu.

Genç cumhuriyetin ekonomisi, Osmanlı Devleti’nden devralınan sanayi yapısının zayıflığı, borçlar ve savaş masraflarının üzerine Büyük Buhran’ın eklenmesiyle zor günler geçirmiş, yine de 1930’larda toparlanmıştı.

EBUSUUD EFENDİ’NİN FETVASI – 1542

Faiz yasaktı ama, para vakıfları vardı

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın düşük faiz politikasına geçişle ilgili sunduğu gerekçelerden biri de itikadî idi. Erdoğan, konuyla ilgili “Bu konuda nas ortada. Nas orada olduğuna göre sana bana ne oluyor” sözlerini sarf etmişti. Benzer bir tartışma Osmanlı döneminde de yürütülmüştü. Faiz ve tefecilik ya da Arapça deyimiyle riba, Kur’an’da şiddetle eleştirildiği hâlde Ortaçağ İslâm hukuku içinde bu yasakların etrafından dolaşmanın çeşitli yolları keşfedilmişti. 15. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı mahkemeleri tarafından onaylanmaya başlanan “para vakıfları” örneğindeki gibi…

Servet sahipleri paralarını vakfa veriyor; vakıflar da %50-60 gibi korkunç oranlarla borç veren ve “ribahor” da denen tefecilere göre daha düşük faizlerle esnafa kredi dağıtıyordu. Bu vakıfların faiz oranları %10-15 arasında değişiyordu. Ki bu bile Avrupa’daki faiz oranlarının en az 2 (bazen 3) katıydı. Aradaki fark, sermaye birikimi ve üretkenliğin Avrupa’dan daha düşük olmasının “sonucu”ydu.

16. yüzyılda Osmanlı uleması arasında para vakıflarının meşru olup olmadığıyla ilgili hararetli bir tartışma başladı. 1539’da şeyhülislam olan Çivizade Muhyiddin Efendi, Kanunî Sultan Süleyman’ı ikna ederek para vakıflarını yasaklattı. Fakat bu karar, ticaretin geliştiği Rumeli’de büyük bir iktisadi ve sosyal çöküşe yolaçtı. Sonunda Sultan Süleyman, 1542’de Ebussuud Efendi’yi şeyhülislam yaptı. Ebusuud Efendi de faizle borç para vermedikleri takdirde pek çok vakfın çökeceğini, bunun da İslâm toplumuna zarar vereceğini söyleyerek para vakıflarının %12’ye kadar faizle “muamele” yapmasını uygun bulan fetvasını verdi. Böylece para vakıfları canlandı, hayat olağan seyrine girdi. 1556-1558 arasında sadece İstanbul’da çalışan para vakıflarının sayısı 1055’e çıktı.

TÜRKİYE’NİN ENFLASYON MACERASI VE MERKEZ BANKASI

70 yıldır kurtulamadığımız canavar

1955’te Merkez Bankası yasasında değişiklik yapılarak bankanın Hazine’ye (hükümete) kısa vadeli avans vermesinin yolu açıldı. O günden sonra enflasyon hayatımıza girdi. 1950’li yılların ilk yarısında ortalama yüzde 5.9 olan enflasyon, ikinci yarıda yüzde 15’e çıktı. Türkiye o yıllardan sonra ekonomik büyümenin ancak enflasyonist bir ortamda sağlanacağı görüşünden hiç vazgeçmedi.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası 1930’da çıkarılan bir yasayla 1931’de kapılarını açtığında, bugünkünden çok farklı bir dünya vardı. Büyük Buhran yıllarıydı. Sabit kur rejimi uygulanıyordu. Hazine, yeni bankanın sadece yüzde 15’ine sahipti. Bankanın, hükümete karşılıksız kredi vermesi söz konusu değildi. Cumhuriyetin ilk yıllarında fiyat istikrarına da çok önem veriliyordu. Ancak 2. Dünya Savaşı sonrası dünya değişti. Ekonomik büyüme öncelik kazandı. Bunu sağlayacak olan da Merkez Bankası oldu. 1955’te Merkez Bankası yasasında değişiklik yapılarak bankanın Hazine’ye (hükümete) kısa vadeli avans vermesinin yolu açıldı.

O günden sonra enflasyon hayatımıza girdi. 1950’li yılların ilk yarısında ortalama yüzde 5.9 olan enflasyon, ikinci yarıda yüzde 15’e çıktı. Ekonomik büyüme oranı yüksekti ancak 1959’da yıllık ortalama enflasyon yüzde 23’e gelmişti.

Türkiye o yıllardan sonra ekonomik büyümenin ancak enflasyonist bir ortamda sağlanacağı görüşünden hiç vazgeçmedi. 1970’de Merkez Bankası’nın kontrolü de resmen hükümete geçti: Hazinenin bankadaki payı yüzde 51’e çıkarıldı. Bankanın devlete kredi açmasına hiçbir sınır konulmadı. Para basılarak ekonomik büyüme sağlanacaktı. Ama 1970’lerin sonu Türkiye için felaket dönemi oldu. Yıllık enflasyon yüzde 100’ü buldu ve Türkiye “70 sente” muhtaç hâle geldi. 24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye ekonomisini dönüştürecek pek çok reformun yapıldığı bir dönem başladı ama reform yapanların gözünde enflasyon birinci derecede bir öncelik değildi.

Bu durum Türkiye’de ciddi toplumsal huzursuzluklara, ücret artışı taleplerine yolaçtı. Yapılan askerî darbelerin (1960, 1971, 1980) enflasyonun toplumda yarattığı aşınmayla ilgisi olmadığını söylemek saflık olur. 12 Eylül 1980’de askerî darbe yapıldığında Türkiye’nin her yerindeki grevler (ve lokavtlar) durduruldu; toplu iş sözleşmesi müzakeresi devam eden bütün ücretlilere yüzde 70 zam yapıldı: Bu zam, o dönemde enflasyonun ne kadar büyük bir sorun olduğunu gösteriyordu. 1990’larda enflasyon açısından yolun sonuna gelindi. 1994’te para kriziyle birlikte yıllık enflasyon yeniden üç haneli rakamlara ulaştı, yüzde 100’ü geçti. Bu yıllarda her ayın 3’ünde Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (bugün TÜİK) açıkladığı, gazetelerde mutlaka bir canavar olarak temsil edilen enflasyon grafikleriyle geçti.

Nihayet 2001 krizinin ardından yeni bir dönem başladı. Bankacılık ve kamu finansmanında reform yapılırken bu defa enflasyondan da kurtulmaya karar verildi. 2002-2007 arasında ülke en uzun süren ekonomik büyüme dönemini yaşarken, enflasyon düşmeye başladı. 2001’de yüzde 80’i aşmış, 2009’da yüzde 7’nin altına inmişti. Öyle ki bu süreçte Türkiye, 1 Ocak 2005’te parasından üç sıfır atarak bir anlamda yeni bir para birimine geçmişti. O gün Hürriyet’in manşeti şöyleydi: Ekmek 30 kuruş.

Aslında enflasyon hâlâ yüksekti ama hiç değilse 2018’e kadar yüzde 10’un üzerine fazla çıkmadı, genellikle tek haneli rakamlarda kaldı. Gerçi Merkez Bankası’nın her sene açıkladığı hedef olan “yüzde 5”e hiç ulaşamadık ama yavaş yavaş fiyatların ikide bir oynamadığı, önümüzü görebildiğimiz başka bir dünyada yaşamaya, alışmaya başladık.

Bu nedenle 2018’den itibaren parasal genişlemeyle birlikte yeniden artmaya başlayan enflasyon, arka arkaya gelen zamlar, belli bir yaşın üzerindekileri eski günlere taşırken, gençleri de anne-babalarının iyi bildiği canavarla tanıştırdı.

Ayşen Gür

70 cent’e muhtaç 1977’de ikinci MC hükümetinin Başbakanı Süleyman Demirel, Türkiye’nin 70 cent’e muhtaç olduğunu söylemişti.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler