Kasım
sayımız çıktı

‘Kullanışlı’ bir kutuplaşma: Dinî tutuculuk – bağnazlık

KADIZADELİLER HAREKETİ, SELEFİLER VE BUGÜNE ETKİLERİ

17. yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlı iktidarını ve sokağı etkileyen Kadızadeliler hareketi, ıslahat hareketlerini hedef almış; bunları dinî yönden baskılamıştı. Yeniliklerin toplumda kabul görmesi üzerine bunlara en çok rağbet gösterenler, bir zamanlar bunları engellemeye çalışanlar oldu! Zaten bağnazlığın ince taraflarından biri de buydu.

Vaiz Kadızade Mehmed Efendi, 4. Murad’ın hükümdarlığı (1623- 1640) zamanında padişahın yakınında yer almış, çevresine topladığı kalabalık bir kitleyle yarım asırdan fazla süren Kadı­zadeliler hareketinin temelini atmıştı. Kadızade Mehmed esas olarak 16. yüzyıl Osmanlı toplu­munda, Kanunî devrinde adını duyuran din adamlarından Birgivi Mehmed Efendi adlı bir fakihin fikirlerinden etkilen­mişti. Aslında ana akım, 14. yüzyıl başında Anadolu, Irak ve Suriye civarında Moğol istila­sının tüm şiddetiyle sürdüğü zamanların siyasal ortamında önemli bir kişilik olarak Şam’da ortaya çıkan İbn Teymiye adlı âlimin görüşleridir.

İbn Teymiye, İslâm dininde Hz. Muhammed sonrasında gelişen ve “bid’at” adı verilen uygulamaların dinde yeri olmadığını söylemiş ve bunla­ra savaş açmıştı. İslâm’ın Hz. Muhammed dönemindeki “saf” hâlini yeniden toplum nezdin­de egemen kılmaya yönelik bu bakışaçısına “Selefilik” adı verilmiştir. Selefiler, Kur’an’da yazılanlara ve sünnete bağlı kalan saf bir İslâm inancını gaye edindikleri iddiasındadır; bu yolda yorum farklılıklarını kabul etmezler; ancak kendi anlayışlarının da bir tür yorum olduğu gerçeğini gözardı eder­ler. Asırlar sonra aynı görüş­leri dile getiren Kadızadeliler, Osmanlı Devleti’nin resmî din anlayışı olan İslâm’ın Sünnilik yorumunda kendilerine aykırı gelen hususlara “emr-i maruf, nehy-i münker/iyiliği emretme, kötülüğü engelleme” ilkesiyle karşı çıkmaya başladılar.

İlginçtir ki 17. yüzyılda aynı Müslümanlıkta olduğu gibi Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da “saf akideye dönüş” eğilimleri görülür. Hıristiyanlığın Pro­testan kanadı içinde yer alan ve İngiltere’deki siyasal geliş­melerde 16. yüzyıl ortalarından itibaren taraf olarak bir yüzyıl boyunca toplumu derinden etkileyen Püritenizm akımı ile Yahudilikte yeni bir Mesih olma iddiasıyla ortaya çıkan Sabetay Sevi’nin önderliğindeki Sabeta­yizm cereyanı böyledir. Aynı za­manlarda Rus Ortodoks Kilisesi ile ayrılığa düşen Malakanların yüzyıllar içinde Batı Anadolu’ya veya Kars’a yerleştirilmeleri farklı yönlerden cereyan et­mişse de, ihtilaflarının özünde dinde saflık arayışı vardır.

Kullanışlı bir kutuplaşma
Kadirîler, 17. yüzyıldan itibaren Kadızadelilerin hedefindeki tarikatlardan biri oldu. Gravürler Mouradja d’Ohsson’un “Tableau General de l’Empire Othoman” (1787) adlı eserinden alınmıştır.

“Saf, katkısız” anlamındaki “pure” kelimesinden türetilen Püritenizm, içinde yer aldığı Protestanlığın en saf Hıristi­yanlık inancına kavuşması için çaba gösterilmesinin adı oldu. İngiliz Püritenleri 1620’den itibaren baskı altında bulun­dukları Britanya’yı terketmeye başladılar ve peyderpey göç ettikleri Yeni Dünya/Amerika kıtasında hareketlerini et­kinleştirerek günümüzdeki ABD’nin kuruluşunda en büyük hisseye sahip oldular.

Osmanlı topraklarındaki Yahudilerin büyük çoğunlu­ğunun aralarında istemediği Sabetayizm mensuplarının ce­zalandırılması talebi de, Sultan 4. Mehmed’e başvurmaları üze­rine Sabetay Sevi ile 200 aile civarında olduğu rivayet edilen müritlerinin toplu hâlde İslâm dinine geçmesiyle hâlledildi.

Kadızadeliler ise hem devlet adamları arasında hem de ka­muoyu nezdinde güçlü dayanak noktalarına tutunarak toplum üzerinde uzun süre etkili oldu. Hareketin liderlerinin sürgü­ne gönderilip taraftarlarının cezalandırılmasından sonra bile görüşleri etkisini yitirmedi. Günümüzde de kimi çevreler­de tüm canlılığıyla yaşamaya devam etti, ediyor.

Kadızadelilerin hedef aldık­ları ilk kurumsal yapı, İslâmi­yet’in zuhurundan sonra yerel inanışlar ve felsefi akımlarla beslenerek “tasavvuf” adını alan düşünce sistemi oldu. Tasavvuf ekollerinin o yıllarda Osmanlı topraklarında en yay­gın olanlarından Mevlevilik ve Halvetilik tarikatları ve bağlı­larına karşı vaaz kürsülerinden itiraz seslerini yükseltmekle kalmadılar; onların tekkeleri­ne saldırıp, dervişlere sopa ve kesici aletlerle hücum ettiler.

17. yüzyılın ilk yarısında Hal­veti Tarikatı’nın şeyhi olan Ab­dülmecid Sivasî de 4. Murad’ın saygı duyduğu ve yakınında bulundurduğu kişilerdendi. Hatta 4. Murad, 1633’teki büyük İstanbul yangını sonrasında Yeni Cami’de Kadızade Mehmed ile Abdülmecid Sivasî’ye peşpe­şe vaaz verdirmiş ve kalabalık cemaatle birlikte kendisi de vaazları dinlemişti.

4. Murad, Kadızade Meh­med’in tütünün, kahvenin ha­ram olduğuna yönelik vaazları­nı, İstanbul’un asayişini büyük ölçüde ihlal eden Sipahi ve Yeniçerilerin toplantı mekânla­rı olan kahvehaneleri kapatmak için bir fırsat olarak gördü. Meş­hur tütün ve kahve yasakları bu tarihten sonra uygulamaya konuldu; asayişin sağlanması yolunda tebdil-i kıyafet şehri gezen padişahın tütün ve kahve bağımlılarına karşı amansız “siyaseten katl” politikalarına meşruiyet kazandırıldı.

Kadızade Mehmed sadece ta­savvuf aleyhtarlığıyla kalmadı. O yılların Osmanlı toplumu­nun dar bir çevresinde bilinip geneline yayılmayan bazı dinî konulardaki ihtilafları tartış­maya açarak kamuoyunu uzun süre meşgul etti. Kâtip Çelebi bir zamanlar rahle-i tedrisin­den geçtiği Kadızade Efendi’yi hocası olduğundan saygıyla ansa da, bu hareketin sistema­tize ettiği görüşleri ve ona karşı Sivasî Efendi taraftarlarının mücadelesini objektif bir tavırla Mizanü’l-Hak fî İhtiyari’l-Ehak adlı kitabıyla bizlere anlattı. Türkiye kütüphanelerinde çok sayıda yazmasının bulunma­sı, o tarihlerdeki tartışmalara toplumun duyduğu ilginin kanıtıdır.

resim_2024-08-25_021933437
Rufâî tarikatına bağlı olanlar Kadızadeliler tarafından bi’dat kabul edilen zikir törenleri sırasında.

Kâtip Çelebi o günlerin en tartışmalı konuları olan “Hızır’ın yaşayıp yaşamadığı; müzik, tekkelerde raks ve sema; peygamber ve sahabenin adları geçtiğinde salatü selam okun­ması; tütün, kahve, afyon; Hz. Muhammed’in ana-babasının iman veya küfür üzere ölümü; Firavun’un imanı; Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi’nin küfre düşüp düşmediği; Yezid’e lanet okuma; bid’at; kabir ziyaretle­ri; Regaib ve Kadir gibi kandil geceleri; tokalaşma-musafaha, selamlarken başla, vücutla eğilme; emr-i bi’l-maruf; millet; rüşvet; Birgivi ve Ebussuud; Sivasi ve Kadızade” başlıkla­rını sağlam bir muhakeme ve tarafsızlıkla eserinde inceleyip açıkladı. Görüldüğü üzere bu başlıklarda yer alan tartışma konuları bilgili-bilgisiz halk kit­lelerinin silahlı-bıçaklı çatış­malarına sebep olacak derece­de hayati konular değildir. Vaiz ve şeyhlerin elinde büyütüle büyütüle oluşan kartopundan çığın altında kalan taraftarlar yaklaşık yarım asır birbirle­rinden şüphe duyarak yaşamış ve iki taraf da birbirine zarar vermiştir.

Kâtip Çelebi’nin, dergimizin 33. sayısında da alıntıladığı­mız şu meşhur sözleri yüksek bir seviyeyi yansıttığı gibi, günümüzde dahi geçerliliğini korumaktadır:

“Bir grup akıllı insan -bu ha­dise taassuptan doğan bir kuru kavgadır. Bunlar iki faziletli şeyhtir; ne Sivasî ne Kadızade Efendi bize cenneti garan­ti edemez. Birbirlerine olan muhalefetleri bunları meşhur etti, padişah da bu sayede onları öğrendi. Onlar da yakaladıkları şöhreti iyi değerlendirdiler. İşlerini görüp dünya nimetle­rinden yararlandılar. Ahmaklık edip onların davasını sürdü­rürsek elimize zarardan başka bir nesne geçmez- diyerek işe karışmadılar. İslâm Sultanı iç çatışmaya ve bozgunculuğa yolaçmaması için böyle taassup sahiplerini kahretmeli, ceza­landırmalıdır. Bu ihtilafın, iki taraftan birinin galip gelmesine fırsat verilmeden sonlandırıl­ması zorunludur. Gerek Sivasî gerekse Kadızade taraftarla­rı ahmaktır. Âlemin düzeni insanların hadlerini aşmadan hayatlarını sürdürmeleriyle sağlanır”.

resim_2024-08-25_021939760
Mevlevî dervişler de uzun bir dönem boyunca Kadızadelilerin saldırılarına maruz kaldı.

Kadızadeliler “tahta tepenler ve düdük çalanlar” yakıştırma­sıyla itham ettikleri Halvetî ve Mevlevî tarikatlarının mürit­lerine saldırıp tekkelerini ka­pattırmaya başladıkları sırada o kadar ileriye gitmişlerdi ki işi, yıkılan tekkelerin yerinde­ki toprağın metrelerce kazılıp denize atılmasını, aksi takdirde oralarda yapılacak mescitlerde kılınacak namazların kabul ol­mayacağını iddia etmeye kadar vardırmışlardı!

Sivasî taraftarları da boş durmuyor, Kadızadelilerin ilham kaynakları olan Birgili Mehmed Efendi’nin kitapların­daki hükümlerin yanlışlığını ortaya koymaya, kaynaklarının düzmece olduğunu ispata çalı­şıyorlardı.

Osmanlı uleması uzun süre bu iki grup arasındaki kavganın politikaya yansıyan yönleriyle de uğraştı. Sivasî ve Kadıza­de’nin peşpeşe ölümlerinden sonra yerleri boş kalmadı. Ka­dızadeliler Üstüvânî Mehmed Efendi (öl. 1661) ile Vânî Mehmed Efendi’yi (öl. 1685) zamanla başlarına geçirdikten sonra da çatışmalar devam etti. Vaaz kürsülerinde alenen siyaset güdülüyor, işbaşındaki sadra­zam ve vezirlerin aleyhine çok keskin propagandalar yürütü­lüyordu. Boynueğri Mehmed Paşa’nın 1656’da sadaretten azledilmesindeki etkileri çok güçlüydü. Yerine gelen Köprülü Mehmed Paşa’nın sadareti­nin ilk haftasında yoğunlukla bulundukları Fatih Camii’nde eyleme geçen Kadızadeliler; bid’at olarak gördükleri selâtin camilerindeki birden fazla minarenin yıktırılması; tek­kelerin kapatılması; türbelerin yıktırılması; felsefe, mantık, matematik, astronomi gibi akli ilimlerden önce Kur’an, tefsir ve hadis gibi nakli ilimlerin öğretilmesi; namazda ve diğer ibadetlerde sonradan ortaya çıkan her uygulamanın yü­rürlükten kaldırılması için 4. Mehmed’den talepte bulunma­ya karar verdiler.

Köprülü Mehmed Paşa bun­lara taviz vermeyerek müca­deleye başladığında, toplumsal gerginliğin azaltılması için, liderleri hakkında verilmiş idam fermanlarını sürgün ce­zasına çevirmeyi tercih etti. O sıralarda Kadızadelilerin önde gelenlerinden olan Üstüvânî Mehmed, Türk Ahmed ve Diva­ne Mustafa’nın Kıbrıs’a sürül­mesiyle bir süreliğine ortalık sakinleşti.

resim_2024-08-25_021945847
Gravür, Rufaî dervişlerinin zikir esnasında vücutlarını şişledikleri “Burhan” ayinini temsil ediyor.

Vânî Mehmed’in nüfuzunu artırması

Ne var ki 4. Mehmed’in çok önem verdiği, kendine ve Şehzade Mustafa’ya hoca olarak tayin ettiği Vânî Mehmed, saray çevresinde elde ettiği nüfuzla padişahı Kadızadeli fikirleriyle yeniden tanıştırdı. Onun isteği doğrultusunda kabir ziyareti yasaklanırken bazı tekkelerle meyhaneler de kapatıldı.

Bu yazıda yeni bir belge olarak ortaya koyduğumuz vak’a, Vânî Mehmed Efendi’nin gücünün arttığı bu dönemde, İstanbul’da Sultan Selim Camii’nde Kadı­zadelilerin Halvetî dervişlerine saldırmalarını konu edinmek­tedir. İstanbul’da Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Beşir Ağa bölümünde 676 numarada bulu­nan Mecmua’nın ilk sayfasında yazılı olan bu not; Kadızadelilerin şimdiye kadar bildiğimiz Fatih Camii’nde, Bursa’da ve tekke­lerde çıkardıkları olaylara ilave olarak Sultan Selim Camii’nde de şiddet eylemlerinde bulundukla­rını bildirmektedir.

Vânî Mehmed gücünün doruklarındayken ikbali zevale döndü ve hocası olduğu 4. Meh­med tarafından Kestel-Bursa’ya sürüldükten az sonra, 1685’te öldü. Nüfuzlu zamanında Bursa’ya sürdürdüğü mutasav­vıflardan Niyâzî-i Mısrî’yle aynı yerde sürgüne katlanamadı. İlginçtir, Yahudilerin şikâyetiy­le Sabetay Sevi’yi 4. Mehmed’in huzurunda sorguya çeken de Vânî Efendi olmuştu. Ölümün­den yıllar sonra bile İstanbul’da adının verildiği Vaniköy sem­tine tasavvuf erbabının rağbet etmediği, burada oturmayı iste­mediği, hatta denizden semtin koyuna uğramayıp açıktan geçtikleri anlatılan hikayeler­dendir.

Vânî Mehmed’in ölümünden sonra Kadızadeliler hareketi kendine önemli bir lider çıkaramadı; ancak toplum katman­ları ve inanç grupları arasında varlığını günümüze kadar sürdürdü.

Zaten Osmanlı Devleti de 1683 Viyana Kuşatması’ndan sonra 1699 Karlofça Barışı’na kadar sürekli savaş hâlinde kalmış ve antlaşma sonrasında 1703’te tahta çıkan 3. Ahmed’in saltanatı sıralarında bambaş­ka bir dünya anlayışına doğru yol almıştı. Bu durum, sanatta ve teknolojide Batı’ya açıl­ma gündeminde, vüzeradan ve ulemadan Kadızadelileri destekleyecek etkili, nüfuzlu kimselerin çıkmamış olmasına bağlanabilir.

Kadızadeli zihniyeti Osmanlı topraklarında asla yok olmadı. Bu akımın takipçileri, bir gün mutlaka toplumu dönüştürüp kendilerine benzetecekleri hayalinden hiç uzaklaşmadı. Hareket ve doktrin itibarıyla pek destekçi bulamadıkla­rından, varlıklarının ortadan kalktığı düşünülmemelidir. IŞİD ve Taliban zihniyetlerinin tutunduğu bir dünyada kulla­nışlı olmaları hâlinde destekçi bulmaları sorun olmaz. Şiddete olan eğilimleri de kullanışlılık imkanlarını olağanüstü artırır.

resim_2024-08-25_021952153
Niyâzî-i Mısrî’nin 17. yüzyılda Kadızâdeliler tarafından sürgün edildiği Limni Adası’ndaki türbesi.

Kadızadeli zihniyetinin devam eden etkileri

18. asrın ortalarında Muhammed b. Abdülvehhab’ın Arap Yarımadası’nda temellerini attığı ve bugün Suudi Arabistan’ın resmî zihniyetini temsil eden Vehhabilik hareketi, aynı Birgili ve takipçisi Kadızadeli toplulukları gibi itikadi olarak İbn Teymiye ekolüne yaslanarak gelişmiş ve bir devletin ideolojisi hâline gelebilmiştir.

Osmanlıların Lale Devri, Ni­zam-ı Cedid ve Tanzimat Devri olarak tasnif edilen ıslahat devirlerinde muhalif grupların tezlerini dile getirirken kullan­dığı argümanlar daima aynı kaynaklara dayanır. Askerlikte, donanmada, sanayi ve teknolo­jide yapılmaya çalışılan ıslahat, gerçekleştirilmeye çalışılan yenilikler sürekli olarak bu hareketin mirasçıları tarafın­dan engellenmeye çalışılmıştır. Ancak bu yenilikler toplumda büyük kabul görüp, kullanımla­rıyla hayatı kolaylaştırmış; o za­man da bunları bizzat engelle­meye çalışanlar, bunlara en çok rağbet gösterenler olmuştur! Zaten bağnazlığın ince tarafla­rından biri de budur.

18. ve 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne iltica eden veya davet edilen -Baron de Tott gibi- ya­bancı uzmanların anılarında sıklıkla görüşlerini eleştirerek yer verdikleri “yobaz taifesi”, Kadızadelilerle aynı damardan gelişmiştir.

Geçen asrın başında Hüseyin Vassaf ve ortalarında Cema­lettin Server Revnakoğlu gibi tasavvuf araştırmacılarının “Fatih Sofuları” adını taktıkları inanç grubu; nitelikleri itibarıy­la Kadızadelilerin 20. yüzyıla da intikal etmiş somut mirasçıları olarak değerlendirilmelidir. Tarikatları zındıklıkla suçlayan, devlet görevi almak istemeyen, kendilerinden olmayana kız vermeyen, camilerde imamın arkasında namaza durmayıp bir kenarda içlerinden birini imamete geçiren, çocuklarını kendi sıbyan mekteplerine gön­deren bu topluluk, tipik Kadıza­deli özellikleri gösterir.

4. Murad devrindeki Kadı­zade Mehmed’in tütünü haram kılması gibi, bunların ilk reisle­ri olan Oflu Emin Efendi’nin en bilinen eseri de tütünü haram ilan ettiği risalesidir. Geçmiş asırlarda tekke-medrese ça­tışması hâlinde gelişen, ancak günümüzde tekke ile medreseyi uzlaştırıp kaynaştıran taassup hareketlerinin toplumu hangi meçhule götürebilecekleri dikkatle incelenip değerlendi­rilmelidir.

1 BELGE’NİN BELGESİ

Sultan Selim Camii’nde sabaha kadar süren çatışma

Kadızadeli taraftarları Fatih’te önce Halvetîyye tarikatı mensuplarına, sonra hadiseleri bastırmaya çalışan Yeniçerilere saldırmıştı.

Eski Türkçesiyle

60-65 1BELGE_dk

Mine’l-Garaib Elleti Vaka’a fî 13 min Safer li-Sene 78 (4 Ağustos 1667)

Safer ayının 13. gecesi leyle-i Hamîs’de dua Sultan Selim Cami-i Şeri­fi’nde ber-mukteza-yı de’b olup cami-i şerife etrafından adamlar gelip ol gece ihya ve seheri Asâkir-i İslam mansur ve a’da-yı din-i mübîn makhur olmak üzere ihya ve duaya varanlar ba’de salatü’l-ışa Halvetiye tarîkında olanlar eslâfdan [İslam’dan?] anane ile sabit olan üzere kelime-i tevhide şüru’larında muhibb-i Kadızadelerin dimağların­da olan habaseti izhar için yanlarına kimi deste-çûb ve kimi kebîr bıçaklar i’dâd eylemişler imiş. Halvetiyye cehrle tevhide şüru’larında taraf-ı âhar birkaç kimesne meclislerine gelip “Nehy-i münker zimmetimize lazım geldi. Bî-ma­na ne çağırır, bağırırsız. Eylediğinizi kâfir ve Yehud ve Mecusî eylemez. Siz mülhidlersiz ve Rafizîlersiz ve zındık­larsız” deyu tevhid-i şerif eylemekten men’e cesaret eylediklerinde halk iki taraf olup ve içlerine erâzil dahi karışıp mükâlemeleri müşâteme ve mudâ­rebeye müeddi olmağla Sultan Selim şorbacısı yoldaşlarıyla geldikte meğer Kadızade tarafında olanlar âlât-ı darb u cerhi i’dad eylemişler imiş. Men’e kadir olmayıp belki onları dahi darb u şetm edip mabeynlerinde sabaha gelince üç defa muharebe ve mudarebe olup kimi mecruh ve kimi meşcuc-ı demle cami-i şerifi telvis edip [derkenardaki cümle ilave] ve birisinin bir gözünü çıkarmışlar. Dülbendler ve feraceler ve hırkalar ve kiminin yanlarında olan akçeleri zayi olup ashab-ı hal ve akdin bir tarafı guşmal olmamıştır. Hak Sübhanehu ve Teâlâ hayırlar vere. Ve bu vak’a Edir­ne’de rikâb-ı sultana arz olunmuştur.

Günümüz Türkçesiyle

Vak’a 4 Ağustos 1667 gecesi Fatih semtindeki Sultan Selim Camii’nde cereyan etmiştir. (Bu cami Kadızade Mehmed Efendi ile Abdülmecid Sivasî Efendi’nin uzun süre vaaz verdiği camidir ve o sıralarda Vânî Mehmed Efendi de vaazları için burayı seçmiştir. Fatih semti 1656’da nispeten durdurulan Kadızadeli taraftarlarının yoğunlukla meskûn bulundukları bir yerdir). Her sınıftan kalabalık bir cemaat adet üzere sabaha kadar ibadet için toplanırlar. İslam askerlerinin zaferi ve düşman askerleri­nin bozguna uğraması maksadıyla dualar edilir (Girit kuşatmasının en şiddetli zamanlarıdır ve cemaatin sabaha kadar ibadeti bu gerekçeyle olmalıdır). Yatsı nama­zından sonra Halvetî dervişleri kendi usulleri üzere sesli zikir çekmeye başladıklarında yanlarına gelen Kadızadeli taraftarları bunların kötülüğünü engellemek yani “nehy-i münker” hakları olduğu iddiasıyla “Neden böyle anlamsız anlamsız bağırıp çağırıyorsunuz. Sizin yaptığınızı kâfir, Yahudi, Mecusi yapmaz. Sizler dinsiz, Rafızî ve zındıklarsınız” diyerek olay çıkartırlar ve tarikat usulünce zikir yapmalarına engel olurlar. İki tarafa ayrılan halkın arasına ayak takımı da karışınca konuşmaları kavgaya dönüşür. Sultan Selim semtinde görevli Yeniçeri Çorbacısı yoldaşlarıyla yetişse de Kadızadeliler önceden hazırladıkları sopa ve büyük bıçaklarla Yeniçerileri engeller hatta belki de sövüp onları da döverler. Sabaha kadar gruplar arasında üç kez çatışma çıkar ve cami yaralıların kanlarıyla kirlenir. Birinin de gözü çıkar. Tülbent, ferace ve hırkalar, kiminin yanında olan paralar kaybo­lur. Çatışan taraflardan hiçbirine söz geçirilememiştir. Bu olay Edirne’de olan sultanın eşiğine arz olunmuştur.