Juan Carlos, hep ülkesinin aynası oldu. 1950’lerde melodramdı: Acılı, yalnız Küçük Prens. 1980’lerde siyasi gerilim filmiydi: Demokrasi Kahramanı. 2010’larda magazin figürü: Şımarık, çapkın Yaşlı Kral.
Sarı saçlı, kahverengi gözlü, on yaşındaki Juan Carlos, 7 Kasım 1948’de İspanya’ya ayak bastı. Atalarının yönettiği ülkeyi henüz görmemişti bile. Franco rejimi altında yaşayan halksa, bu çocuğa acıyarak bakıyordu. Çünkü Juan Carlos’un kaderi başkalarınca belirlenmiş, anne babasından koparılmış, demir yumrukla yönetilen bir ülkeye gönderilmişti. Franco’culara göre meşruiyet sembolü, Franco muhaliflerine göre diktatörün rehinesiydi.
O sırada İspanya, resmen krallıktı; ama kralı yoktu. Sadece, kendisine “Tanrı’nın inayetiyle Caudillo” (önder) adını takmış bir diktatörü, yani General Franco’su vardı. Yandaşları arasında bir kesim cumhuriyet ilan edilmesinden yanaydı ama Franco, bu kelimeyi duymak bile istemiyordu. İspanya’nın son kralı XIII. Alfonso, 1931’de cumhuriyet ilan edilince ülkeyi terk ederek sürgüne gitmişti. İşte General Franco ve askerleri 1936’da bu cumhuriyete karşı “haçlı seferi” ilan ederek ayaklanmış, 1 milyon insanın can verdiği iç savaş sonucu 1939’da ülkeyi ele geçirmişlerdi. Ama her rejim gibi onların da meşruiyete ihtiyacı vardı.
Dayanaklarından ilki Katolik Kilisesi oldu; ikincisi de monarşizm olacaktı. Ama, Franco’nun Roma’da sürgünde yaşayan eski Kral XIII. Alfonso’yu ülkeye davet etmek gibi bir niyeti yoktu. Sembolik bir kralın başbakanı olmak istemiyordu. Zaten XIII. Alfonso da 1941’de, İspanya tahtı üzerindeki haklarını oğullarından Don Juan’a devrederek sürgünde öldü. Kendine “III. Juan” diyen bu prensin Franco ile arası iyi değildi. 1945’te dünya konjonktürü değişti. Nazi Almanyası ve faşist İtalya yıkılırken, savaşı kazananların Franco rejimini hoş görmeyecekleri açıktı. Don Juan, rüzgarın kokusunu alarak 19 Mart 1945’te Lausanne Manifestosu’nu yayınladı: İspanya’nın bir anayasaya, meşruti krallığa, geniş bir siyasi affa ihtiyacı vardı. Bu manifesto, hanedanın meşruiyetinden yoksun kalmak istemeyen Franco’yu telaşa düşürdü. Don Juan, devlet kuşunun başına konmasını bekleyerek Portekiz’e yerleşti.
Truman etkisi
Juan’un amacı İspanya’ya yakın olmaktı. İspanyol seçkinlerinden 458 kişinin, onu desteklediklerini belirten bir mektup kaleme aldığını öğrenen Franco küplere bindi. Aslında diktatörün telaş etmesine gerek yoktu .ünkü konjonktür bu defa onun lehine değişiyordu; 12 Mart 1947’de Truman Doktrini ilan edildi, Soğuk Savaş’ın çanları çalmaya başladı. Artık Batı ittifakının Franco rejimine ihtiyacı vardı. Kurnaz General, Tahta Geçiş Sırası Yasasını (Ley de Sucesión) hazırlattı; birinci maddeye göre İspanya bir krallıktı. İkinci maddeye göre, devlet başkanı “İspanya ve Haçlı Seferi’nin Caudillo’su, Orduların Generalisimo’su” Franco’ydu. Ölümüne kadar bu görevde kalacaktı. Halefini kendisi belirleyecekti. Müstakbel hükümdar, en az 30 yaşında, Katolik bir erkek olmak ve rejimin temel yasalarına ve Ulusal Hareket’in ilkelerine uymak zorundaydı. Tasarı, 6 Haziran 1947’de halk oylamasına sunuldu, kabul edilerek yürürlüğe girdi.
III. Juan hemen bir karşı manifesto hazırladı ama iş işten geçmişti. Yazar Vázquez Montalbán’ın Franco’nun Otobiyografisi (1992) adlı romanında diktatörün ağzından yazdığı gibi: “Don Juan’la ben, ikimiz de kraldık; ama onun krallığı yoktu, benim vardı.”
Böylece kendine meşruiyet zemini hazırlayan General Franco, 25 Ağustos 1948’de Azor adlı yatında Don Juan ile buluştu. Aralarında anlaştılar: Don Juan, iki oğlunu eğitim almaları için İspanya’ya gönderecek, buna karşılık Franco, yandaşları arasındaki monarşi karşıtlarının sesini kesecekti.
İşte küçük Juan Carlos’un İspanya’daki yılları böyle başlamıştı. Ülkeye ayak bastığı gün, önce Franco’nun “haçlı seferi”nin sembollerinden Cerro de los Ángeles adlı manastıra götürülmüştü; yıllar sonra “o günden hatırladığım tek şey var; korkunç bir soğuk!” diye anlatacaktı. Öğretmenleri, Ulusal Hareket’in ideologları arasından seçilmişti. Liseyi bitirdikten sonra kara, deniz, hava, bütün askeri okullarda okuyup teğmen oldu. Kardeşi Alfonso’nun yanına gelişiyle yalnızlığı azalmıştı ama 1956’da büyük bir trajedi yaşandı. İki kardeş, Portekiz’e, anne babalarının yanına tatile gitmişlerdi. Bir tabancayla oynarken, Juan Carlos yanlışlıkla kardeşini vurdu. Franco’nun sansürü nedeniyle kimsenin ayrıntılarını bilmediği, Portekizlilerin de soruşturma açmadıkları bu olay sonrasında, Juan Carlos eskisinden de yalnız, üstelik muhtemelen suçluluk duygusu içinde İspanya’ya geri döndü.
Juan Carlos, 20 yıl boyunca İspanya’da askerî rütbelerinin dışında hiçbir resmi sıfatı olmadan yaşadı. Portekiz’deki babası krallık iddiasını sürdürürken, o İspanya’da Franco’nun falanjistleri arasındaki kraliyet karşıtlarının düşmanlığıyla sık sık yüzyüze geliyordu. Bunların en sevdiği şarkı şuydu: “Taç isteyen biri varsa/Kartondan yapsın/ İspanya Tacı/ Asla bir Borbón’un (kraliyet hanedanının adı) olmayacak!” Rejim, monarşistleri bile hapiste işkenceyle öldürebiliyordu. Juan Carlos, 1961’de Yunanistan Kralı’nın kızı Sofía ile evlendiğinde, düğün Madrid’de değil, Atina’da yapılmıştı.
Yaşasın yeni kral
1960’ların sonunda Franco’nun çevresindeki herkes kibarca “biyolojik olay” dedikleri kaçınılmaz sonu bekliyordu. Franco’dan sonra Franco’culuk adına bir şeyler kurtulacaksa, artık “normal” bir rejim gerekiyordu. Baskılar sonucu Temmuz 1969’da Franco nihayet halefini seçti. “İspanya Prensi” unvanını verdiği Juan Carlos da, Franco ilkelerine sadık kalacağına yemin etti. Bu hareketi bir ihanet olarak gören babasıyla ilişkileri çok gerginleşti (Don Juan, taht üzerindeki hakkından ancak 1977’de vazgeçecekti). Öte yandan Franco’ya bağlılığını da her an kanıtlamak zorundaydı. Örneğin, bir Fransız televizyonuna verdiği demeçte, “1936’da ülkenin yaşadığı krizin atlatılmasını sağlayan, İspanya’yı II. Dünya Savaşı’na sokmayarak kurtaran” Franco’ya hayranlık duyduğunu söylemişti. Bu yaltaklanmalara rağmen yine de konumundan emin değildi. 1971’de General, kendi torununu Juan Carlos’un amcasının oğluyla evlendirdi. Madrid’de tam bir kraliyet düğünü yapıldı ve diktatörün bu yeni damadını Juan Carlos yerine varis ilan edeceği söylentileri yayıldı.
Ancak bunlar için artık geçti. Franco, 20 Kasım 1975’te 36 yıllık diktat.rlükten sonra öldü. Juan Carlos artık İspanya Kralı’ydı. Ama yeni düzen ne olacaktı? Franco’nun “yedi temel yasası”na göre (bunlar ülkenin anayasası sayılıyordu ve Franco kendi deyişiyle “her şeyi bağlamış” hem de “çok sıkı bağlamıştı”), ülkede bir mutlak monarşi dönemi başlamıştı. Ancak rejimin zamanı dondurmaya çalışmasına rağmen, İspanya artık 1939’dan çok farklıydı. 37 yaşındaki Juan Carlos, birçok başka seçkin gibi bunu algılayabilecek durumdaydı. Daha 1969’da siyaset bilimci Fernández-Miranda’ya Franco’nun yedi temel yasasından nasıl kurtulacağını sormuş, profesör de ona her yasanın kendisini kadük hale getirecek içeriğe sahip olduğunu söylemişti. Tarihçi Javier Tussell o dönemi şöyle anlatıyor: “1975’te Juan Carlos’un (…) ne olduğunu bilen yoktu. Prens, birkaç yıl susmak zorunda kalmıştı; bir yandan Franco’nun halefi olmayı kabul etmişti, bir yandan da rejimin reformcu unsurlarıyla ilişkiye geçmek zorundaydı. Bu yıllarda Kral sabır, dikkat ve ustalıkla hareket etti.” Oysa o ilk günlerde Juan Carlos’a aptal gözüyle bakan çoktu. Örneğin İspanya Komünist Partisi’nin sürgündeki lideri Santiago Carrillo, kral için “Kısa Juan Carlos” diyerek, iktidarının çok kısa süreceğini iddia etmişti.
Değişimin pilotu
Juan Carlos, ilk aylarda Franco’nun son başbakanı Carlos Arias Navarro’yu yerinde tuttu. Yaşlı başbakan, rejimi hâlâ olduğu gibi ayakta tutmaya çalışıyordu. Ancak Juan Carlos’un Newsweek dergisine verdiği demeçte başbakanını “tam bir felaket” diye nitelemesi üzerine görevi bıraktı (Temmuz 1976). Juan Carlos’un onun yerine atadığı yeni başbakan, ilk reformlara imza atacak olan Adolfo Suárez’di. Artık Juan Carlos, değişimin “pilotu” olarak anılmaya başlanmış, hatta komünist lider Carrillo bile “o olmasaydı, silahlar çoktan ateşe başlamıştı” demişti.
18 Kasım 1976’da “Sekizinci Temel Yasa” olarak kabul edilen Politik Reform Yasası, Franco rejimini bitirdi. 15 Haziran 1977’de ülke 41 yıldan sonra ilk kez 70 partinin katıldığı serbest seçimlere gitti. 6 Aralık 1978’de halkın yüzde 88 oyla kabul ettiği yeni anayasa yürürlüğe girdi. Juan Carlos, artık anayasa çerçevesinde, meşruti bir kral olmuştu. Ancak yeni düzeni oturtmak için son bir sınav gerekiyordu. O da 23 Şubat 1981 akşamı yaşandı. Yarbay Antonio Tejero, Madrid’de havaya ateş açarak parlamentoya girerken, Valencia’da da tanklar kentte dolaşmaya başladı. Televizyon kameraları önünde yaşanan parlamentodaki arbede, ülkede o akşam her şeyi durdurdu. Darbeciler, kralın desteğinden emindi ama bekledikleri olmadı. Kral, üniformasını üstüne geçirip televizyondan ünlü konuşmasını yaptı: “Taht, İspanyol halkının referandumla onayladığı anayasanın belirlediği demokratik süreci zorla durdurmaya çalışanların eylemlerini hiçbir şekilde hoşgöremez.” Ardından Silahlı Kuvvetler’i başkomutan olarak düzene çağırdı ve böylece “23-F” denilen bu darbe girişimi başlamadan bitti.
Bu olay, İspanyol demokrasisinin ve Juan Carlos’un imajını o kadar parlattı ki, sonradan danışıklı dövüş olduğu bile söylendi. Artık Juan Carlos’un önünde parlak bir gelecek vardı. İspanyolları birleştiren sembol olarak övülüyor, her kamuoyu yoklamasında en yüksek destek puanlarını alıyordu.
Ama yıllar geçip Juan Carlos’un hükümdarlık süresi Franco’nunkini aştığında, tekerlek tersine dönmeye başladı; iş adamlarından hediye olarak aldığı yat, şeffaflıktan uzak serveti, medyanın yıllarca göz yumarak hiç bahsetmediği sevgilileri, damadının yolsuzlukları arka arkaya ortaya saçıldı. Sevgilisi olduğu söylenen bir kadınla gittiği Botswana’da fil avlamaya kalkınca hem düşüp kalçasını kırdı, hem de halkının gözünden düştü. İlk 40 yılında gösterdiği hayatta kalma içgüdüsü, manevra kabiliyeti ve siyasi ustalık sanki buhar olmuştu. Sıradışı kral, kariyerini sıradan bir hükümdar olarak bitirdi. O kadar zorlukla elde ettiği monarşiyi tartışma konusu haline getirdikten sonra, tahttan oğlu VI. Felipe adına çekilmek zorunda kaldı.
Merdiveni ağır çıktı hızla indi
1948
Genç Juan Carlos, ancak babasının Franco’yu ikna etmesinden sonra ileride kralı olacağı ülkeye, yani İspanya’ya ayak basabildi. Kaderine uzun bir süre Franco yön verecekti.
1959
İspanya’daki eğitimi yoğun ve baskıcı bir ortamda geçti. Liseden sonra kara, deniz, hava bütün askerî okullarda okudu. 1959’da sıra Murcia kentindeki San Javier hava okulundaydı.
1962
Juan Carlos henüz askerî rütbeleri dışında hiçbir resmî sıfatı yokken Yunanistan ve Danimarka Prensesi Sofia ile 14 Mayıs’ta evlendi. Görkemli düğün Atina’da yapıldı.
1974
İç savaşın ya da ‘zaferin’ 35. yıldönümü törenlerinde Franco için ‘biyolojik olay’ın kaçınılmazlığı bariz bir şekilde anlaşılıyordu. Ertesi yıl Franco, 82 yaşında hayatını kaybettti. Aynı hafta düzenlenen törenle 43 yıl sonra İspanya’nın ilk defa bir kralı oldu.
1977
Don Juan, ülkesine kabul edilmesi için Franco’yla pazarlık yaptığı oğlunun krallığını ancak kabul etti, taht üzerindeki hakkından vazgeçti. Aynı yıl ülke, 41 yıl sonra ilk defa sandığa gitti.
1993
Juan Carlos, içeride olduğu gibi dışarıda da son derece aktifti. Cumhurbaşkanı Demirel tarafından Ankara’da ağırlandığında, Türkiye’yi ziyaret eden ilk İspanyol Kralı unvanını aldı.
2012
Kralı bitiren fotoğraf. Juan Carlos’un fil avlamak için Botswana’ya gitmesi, üstelik sakatlanıp ülkeye savaş uçağıyla taşınması, ekonomik kriz içindeki İspanya’da büyük bir öfke yarattı.
12 EYLÜL’E ÖZENİP DARBEYLE KALKIŞTILAR
İspanyol ordusunda ‘Ankara sendromu’
İspanya’da 1970’lerde yüksek enflasyon, grevler, Bask Ülkesi’nde ayrılıkçı ETA örgütünün eylemleri, Başbakan Carrero Blanco’nun bir suikastte öldürülmesi (20 Aralık 1973), Franco rejiminin çökmesinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. Ancak Franco ölüp anayasa ilan edilince her şey birden düzelmedi. En katı Franco’cu kanat (bunlara Hitler’in intihar ettiği sığınaktan esinlenerek “Bunker” deniyordu) siviller arasında değilse bile orduda etkiliydi. 1980’nin ilk 10 ayında ETA eylemlerinde 57 sivil, 27 jandarma öldürüldü. 5 Kasım’da bir lojmanda toplanan 50 subay, Türkiye’de yeni gerçekleşen 12 Eylül 1980 darbesini konuştu. Ankara’daki İspanyol askerî ataşesi Albay Federico Quintero Morente’nin 12 Eylül üzerine yazdığı rapor generaller arasında elden ele dolaştırıldı. Bu psikolojiye “Ankara sendromu” adı verildi. Ancak bu generallerin bir yarbayı kullanarak yapmaya kalkıştığı 23 Şubat 1981 darbe girişimi başarılı olamadı.
II. Murad’dan III. Leopold’a ‘istifa eden’ hükümdarlar
Günümüzde Avrupa’da kral ve kraliçeler, belli bir yaşta emekli olur gibi tahtlarından feragat edebiliyor. Oysa hükümdarların Tanrı tarafından görevlendirildiğinin düşünüldüğü dönemlerde böyle bir istifa müessesesi düşünülemezdi. Mutlak monarşi çağındaki iki feragat, bugün de tarihçilerin merak konusu. Bunlardan biri Osmanlı Sultanı II. Murad’ın 1444’te tahtını oğlu Mehmed’e (Fatih) bırakışı, diğeri de İspanya Kralı ve Germen İmparatoru Şarlken’in 1555’te ülkelerini oğlu ve kardeşi arasında bölüştürerek tahttan vazgeçişiydi. Her ikisinin de ömrü savaş ve krizlerle geçmişti; ikisi de inzivaya çekildi. Ancak II. Murad kısa süre sonra tahta geri dönerken, Şarlken kapandığı manastırda öldü.
Kralları sürgüne göndermek, öldürmek, hatta yargılayıp kafalarını kesmek, bazen feragate zorlamaktan daha kolaydı. I. Dünya Savaşı sonunda ülkeleri dağılan imparatorlar imzayı atmakta çok zorlanmıştı. Büyük Britanya Kralı VIII. Edward ise “sevdiği kadınla evlenmek için” tahtı bırakma kararını ancak anayasal bir kriz sonucu almıştı (10 Aralık 1936).
En büyük krize yol açan ise, Belçika Kralı III. Leopold oldu. Ülkesi 1940’ta Alman ordularınca işgal edilen kral, hükümeti İngiltere’ye sürgüne giderken Belçika’da kaldı. Savaştan sonra hükümet döndüğünde, artık birlikte çalışmaları mümkün değildi. Kral, halkını kötü günlerinde yalnız bırakmadığını iddia ederken, hükümet de onu Nazilerle iş birliği yapmakla suçluyordu. Sonunda 1950’de III. Leopold’un kaderini belirlemek üzere bir referandum yapıldı. Kral yüzde 57 oy aldı ama ülkenin bölünmüşlüğü ortaya çıktı: Fransızca konuşan Wallonlar ona yüzde 42, Flamanlar ise yüzde 70 oranında oy vermişti. Kral Brüksel’de grevler başlayınca oğlu lehine tahtı bırakmak zorunda kaldı. Ancak referandum, Belçika’yı oluşturan iki halkın arasındaki uçurumu resmileştirmiş oldu.