1938’deki Dersim İsyanı sonrası sessizliğe bürünen Kürt siyaseti, 1950‘lerin sonundan itibaren yeniden sesini duyurmaya başladı. Kürt kimliğini ifade etme yönündeki en küçük çabanın bile baskı ve tutuklamalarla karşılanması, Kürt aydınlarının hızla politize olmasının yolunu açtı.
Kürt siyaseti, 1938’de Dersim’deki “tedip” harekatı sonrasında adeta ölüm sessizliğine gömülmüştü. Kürt aydınları, çok partili sisteme geçildikten sonra bir değişim umuduyla Demokrat Parti’yi desteklemiş ancak bu partinin uzun hükümet yıllarında da hayal kırıklığına uğramışlardı. 1950’lerin sonlarında DP’den uzaklaşmaya başlayarak yeni arayışlara giren aydınlar kültürel faaliyetlere giriştiler.
1938‘den sonra Kürt siyasetiyle ilgili basına yansıyan ilk olay, 1958 Irak devriminden sonra Kürtlere otonomi tanıyan General Abdülkerim Kasım’a karşı milliyetçi Arap isyanının bastırılmasında Kasım ile birlikte savaşan Kürt lider Molla Mustafa Barzani’nin isyancılar arasında yer alan Türkmenleri öldürdüğü iddiasıyla patlak verdi. Mecliste eski general CHP milletvekili Asım Eren’in “mukabelede” bulunup bulunulmayacağını hükümete sorması üzerine Kürt öğrenciler “Türkiyeli Kürtler” imzasıyla bir protesto yayınladılar.
Gerginlik giderilmişken Musa Anter’in 31 Ağustos 1959’da, Diyarbakır’da yayınlanan İleri Yurt gazetesinde ‘Amma Ne İleri Yurt’ köşesinde yer alan ‘Qimil’ (Kımıl) başlıklı Kürtçe şiir yüzünden ikinci olay yaşandı. Naif bir mısradan nem kapan hükümet bunu ağır bir eleştiri olarak gördü. Buna karşılık Musa Anter’e destek veren 50 kişi 17 Aralık 1959’da tutuklandı (bunlardan biri öldüğü için davanın adı 49’lar kaldı). İlkin idamları bile düşünüldüyse de 6/7 Eylül’ün anıları taze iken bundan kaçınıldı. Tutuklular mahkemeye çıkmayı beklerken 27 Mayıs 1960 darbesi oldu. Çıkarılan aftan yararlandırılmayan sanıklar nihayet 3 Ocak 1961’de mahkemeye çıkarıldılar. Naci Kutlay, Yavuz Çamlıbel, Nurettin Yılmaz, Medet Serhat, Said Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Yaşar Kaya, Musa Anter, Canip Yıldırım, Şerafettin Elçi gibi sonraki yıllarda milletvekili, bakan, parti kurucusu, yazar olarak öne çıkacak isimler bu davada yer alıyorlardı.
49’lar uzun maceralardan ve hukuki garabetten sonra altmışlı yılların ortasında beraat ettiklerinde Türkiye artık başka bir mecraya açılmıştı. 27 Mayıs darbecileri DP hükümetinin icraatını eleştirirlerken Kürtler için özel bir sayfa açtılar ve bağımsız bir Kürdistan kurmaya çalıştıkları gerekçesiyle 485 aşiret reisini Sivas’ta özel bir kampa topladılar. Sivas kampındakiler ve onların çocukları ise ilerde daha muhafazakar siyasetin önemli simaları olacaklardı (Dengir Mir Mehmet Fırat’ın dedesi Zeynel Turanlı, 1966’da öldürülen TKDP’nin başkanı Faik Bucak, DYP milletvekili olarak ünlenen Sedat Bucak’ın büyükleri, Şeyh Said’in çocukları, Ensarioğlu ailesi, 12 Mart’ın ünlü savcısı Baki Tuğ’un babası gibi).
Tek Parti rejiminden sonra Demokrat Parti’ye bel bağlayan ancak onlardan da farklı bir yaklaşım görmeyen Kürt aydınları 27 Mayıs’ın ilk ikisini aratmayan politikasıyla kendilerini geleneksel partilerin dışına itilmiş buldular. İlginç bir deney, merkez sağda Demokrat geleneğe yaslanan Yeni Türkiye Partisi’nin 1961 seçimlerinden sonra koalisyon hükümetlerinde sağlık bakanlığı yapan Yusuf Azizoğlu’nun “Doğuculuğunu” açıkça beyan etmesiydi. Bu parti 1965 seçimlerinde diğer bölgelerdeki oylarını neredeyse tamamen yiterecek ve yalnızca Kürt seçmenden oy alacaktı. 1961 seçimlerinde Diyarbakır’da üç, 1965’te iki milletvekiliği kazandı.
Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in başkanlığına Mehmet Ali Aybar’ın gelmesiyle parti kurucu sendikacıların yanısıra aydınlar için de bir çekim merkezi olurken o gün için “Doğulu” denen kimi önde gelen aydınların katılımıyla hem parti kendine önemli bir toplumsal dayanak buluyordu hem de Kürtler kendi sorunlarını siyasal bir çerçevede ifade etme imkanı buluyorlardı. 1965 seçimlerinde milli bakiye sistemiyle TİP 15 milletvekilliği kazandı. Kemal Burkay, Mehmet Ali Aslan, Naci Kutlay, Tarık Ziya Ekinci, Mehdi Zana gibi Kürt aydınlar partide önemli bir yer tutuyordu.
Kürt siyasal hareketinin belirginleşmesinde farklı toplumsal kesimlerin katılımıyla gerçekleşen, TİP’in öncülüğünde ve Kürt gençlerin düzenlediği “Doğu Mitingleri”nin önemi büyüktür. Bunların ilki Eylül 1967’de Silvan’da gerçekleşti. Sonra Diyarbakır, Siverek, Batman, Tunceli, Ağrı, Lice, Siirt Hakkari, Van, Iğdır, Kars, Ardahan, Posof’takilere çok büyük katılımlar oldu. Her ne kadar “Doğuya yatırım” veya “Doğuya hapishane değil fabrika” gibi toplumsal ve ekonomik talepler öne çıkıyorduysa da bunların eksikliğinin nedeni de vurgulanmış oluyordu. Anayasal hakların savunusu temalı bu mitingler Kürtlerin hem kitlesel olarak hem de vatandaş olarak dertlerinin dile getirilmesinde Cumhuriyet tarihinin ilk örnekleri olmuştur.
1968 olayları Kürt gençliğinin de siyasallaşmasını hızlandırdı. Fikir Kulüpleri Federasyonu içinde yer alan üniversite öğrencileri 1969 yılında çeşitli illerde Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)’nı kurarak sosyalist gençlik içindeki saflaşmadan kendilerini ayırdılar. DDKO bulunduğu illerde Kürtlerin başvuru merkezi oldu ve bir öğrenci hareketi olmanın ötesine geçti.
Bu geleneğin yanı sıra 1965’te Sait Elçi, Ömer Turan, Derwîşî Sado, Şakir Epözdemir ve Şerafettin Elçi’nin kurduğu ve daha sonra katılan Faik Bucak’ın başkan olduğu, onun 1966’da ölümü (öldürülmesi?) üzerine de 49’lardan Sait Elçi tarafından yönetilen T-KDP (Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi) vardı. Bu parti daha geleneksel toplumsal kesimlerden destek alsa da gençlerinin bir kısmı daha radikal hareketlerle ilişkiye geçti. Doğu mitinglerinin bir kısmında etkin olan partiden ayrılan ve Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi’ni kuran Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şıvan 1935-1971) ise toplumsal çelişkileri reddetmemekle birlikte milli çelişkiyi öne çıkarıyordu. Bir yandan sosyalist söylemini sürdürürken öte yandan islami değerlere de önem veriyor ve Saidi Nursi ile Dersimi’yi birlikte sahipleniyordu. İki Sait arasındaki rekabet 1971’de ikisinin de öldürülmesiyle sonuçlandı.
Aynı yıllarda Kürt kültür ve tarih çalışmaları hızla yaygınlaşıyordu. Musa Anter yıllardır sürdürdüğü faaliyetlere 1965’te Brina Reş ve Kımıl’ı (1959’da başına bela açan), 1967’de Ferhenga Kurdi’yi (Kürtçe Sözlük) ekliyordu. Mehmet Emin Bo- zarslan 1968’de Kürtçe Alfabe’yi ve yine aynı yıl yakın zamanda Kültür Bakanlığı tarafından basılan Ahmed Xani’nin ünlü Mem û Zîn’ini Türkçeye çeviriyor (kitap piyasaya çıkamadan matbaada toplatılmıştı!) ve tutuklanıyordu. İsmail Beşikçi ilk baskısı kısa zamanda tükenen ve ikincisini bir hayli genişlettiği Doğu Anadolu’nun Düzeni adlı kitabıyla meselenin folklorik değil alabildiğine tarihsel bir mesele olduğunu gösteriyordu.
1970 Baharında özellikle Siirt, Mardin ve Diyarbakır’da aranmadık köy bırakılmamacasına ilkin jandarma ile başlayan ve daha sonra özel yetiştirilmiş komando birlikleri ile yürütülen ve “Komando Harekatı” adını alan operasyonda köylüler dayak ve işkenceden şikayetçi oldu. Mecliste Aybar ve TİP senatörü Fatma Hikmet İşmen bu harekatın ırkçı bir anlayışla sürdürülüp zulüm yapıldığını iddia ettiler. Yakın dönemin Dışişleri bakanlarından, o günlerde Milliyet’de yazan gazeteci İsmail Cem, “Bugünkü Türkiye” başlıklı makalesini “Güneydoğu Anadolu, çiçeklerle ve güllerle yaklaşılması gereken talihsiz ve yoksul bir bölgedir. Dipçik ve küfürle girilen bir düşman toprağı değildir” diye bitiriyordu. Aynı günlerde, Mart 1970’da Irak’ta Baas partisi Barzani ile anlaşarak Kürtlerin özerkliğini tanıdı.
29 Ekim 1970’de TİP 4. Büyük Kongre’de açıklanan, “Türkiye’nin doğusunda Kürt halkının yaşamakta olduğunu; Kürt halkı üzerinde, baştan beri, hakim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen, baskı, terör ve asimilasyon politikası uyguladıklarını…” söyleyen kararı Kürt siyasal hareketinin geliştiği düzeyi de gösteriyordu. Bu karar daha sonra TİP’in kapatılmasına gerekçe gösterilecektir.
12 Mart 1971 askeri müdahalesi DDKO üyelerini bölge halkından mele, köylü gibi halktan insanlarla birlikte Diyarbakır hapishanesinde topladı. Diyarbakır hapishanesi Kürt siyasal hareketi için bir mektep oldu. Savunmalar siyasal olmanın yanısıra savcılıkça inkar edilen Kürtçenin, Kürt kimliğinin varlığını da kanıtlamaya yönelikti. Türkiye’nin siyasal tarihinin merkezden anlatılmasına karşı bu kez Kürtlerin açısından sorgulanması savunmanın dikkat çekici özelliğiydi. Yetmişli yıllarda dava dosyası kitap halinde basılacak ve bir belge değeri kazanacaktı. PKK dışındaki bütün Kürt siyasetleri de DDKO kökenli olacaktı.
1974 sonrası DDKO kökenli olmakla birlikte siyasal farklılıklar taşıyan bir dizi hareket ortaya çıktı. Aralarından bazıları önemli seçimler kazandı, bazıları genel olarak hareketi düşünsel olarak etkileyecek yazınsal faaliyetlerde bulundu. Ancak ortak noktaları önceki dönemden farklı olarak artık Türkiye’de bir yurttaşlık hukuku arayışının 12 Mart 1971’in gösterdiği üzere parlamenter yollarla mümkün olamayacağından hareketle farklı bir mücadele tarzına ihtiyaç duyulduğuydu. Siyasal olarak ise mevcut devletin niteliğinden ötürü bağımsız bir Kürdistan hedeflenmekteydi.
İlk başlarda belli bir toplumsal taban edinenlar arasında iki örgüt öne çıktı: T-KDP’nin Dr. Şıvan eğiliminden esinlenen DDKD (Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri-Siyasal örgütü: Kürdistan İşçi Partisi) ve DHKD (Devrimci Halk Kültür Dernekleri) adıyla kitle faaliyet yürüten TKSP. Çıkardığı derginin adıyla (Özgürlük Yolu) yaygın olarak tanınan hareket 1977 Diyarbakır belediye seçimlerinde gösterdiği aday Mehdi Zana’nın kazanmasıyla önemli başarı kaydetmiştir (Daha sonra da Orhan Alpaslan, Ağrı belediye başkanlığını kazandı).
Dönemin yayın dünyasında en çok ses getiren Rızgari (1975-76) dergisi ve Komal yayınları çevresinde toplanan kollektiftir. İsmail Beşikçi’nin de dahil olduğu bu çevre daha sonra kendi dışındaki bir çok hareketi de görüşleriyle etkilemiştir. Beş Parçacılar, Kawa (1975) gibi adı anılabilecek örgütlerden sonra 12 Eylül eşiğinde iki örgüt Kürt siyasetine ağırlığını koymaya başladı. Bunlardan ilki KUK (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları-1978) KDP içinden Barzani yenilgisinden sonra onun eleştirisiyle harekete geçmiş ve içinden çıktığı örgütün kat bet kat üzerinde bir güç sahibi olmuştur. KUK, KDP geleneğinden gelmekle birlikte bu özeleştirinin ardından sosyalist geleneğe sahip çıkmış ve “Türk halkıyla omuz omuza savaşmayı” önüne bir görev olarak koymuştur. Daha sonra özellikle PKK ile girdiği çatışmalarda ve 12 Eylül sonrasında büyük kayıplar vererek güç kaybedecektir.
12 Eylül eşiğinde geriden gelen ancak hızla güçlenen ikinci örgüt PKK’ydı. Küçük bir çevre iken 1977’den başlayarak KUK ile girdiği çatışmalar ve bazı aşiret kavgalarıyla adını “Apocular” diye duyurdu ve daha sonra PKK (Kürdistan İşçi Partisi) adını aldı.
Siyaset sahnesindeki bu çatışmalı ortam içinde merkez sağ kökenli saygın bir siyasetçinin başına gelenler ise bütün bu karmaşık örgüt isimlerinden belki de daha açıklayıcıdır. 49’lardan, 12 Martta KDP davasından yargılanan 1977’de Mardin milletvekili olup 1979’de Ecevit hükümetinde bakan olan Şerafettin Elçi’nin “Türkiye’de Kürtler var, ben de Kürdüm” açıklaması kabineyi krize götürmüştü. Şerafettin Elçi 12 Eylül sonrasında bu sözü yüzünden mahkum oldu.
12 Eylül 1980 askerî darbesi sözü edilen hareketlere dahil olanları silindir gibi ezmiş, Diyarbakır hapishanesindeki işkence ve ölümler dünya literatürüne geçmiştir. Sindirmek için yapılan baskı birilerini sindirmişse de birilerini de bilemiştir. Özellikle 12 Eylül sonrasında diger Kürt siyasetlerinin baskı ve iltica koşullarında ufalanması, PKK’nın tecrit ve “ikna” yöntemleri karşısında direnememesi ile PKK’nın Kürt meselesi ile özdeşleşme süreci başladı.
Kürt siyasal hareketini anlamak için bütün bu geleneklerin dışındaki bir gelişmenin ürünü olan yasal siyasal partiler aracılığıyla yürütülen mücadelelere de bakmak gerekir. 12 Eylül sonrasında kurulan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) içinde yer alan Kürt milletvekilleri 1989 yılında Paris’te yapılan bir uluslararası Kürt konferansına katılınca SHP’den ihraç edildiler. Böylece başlangıçta bir Kürt partisi olarak tasarlanmasa da daha sonraki gelişmelerle bugüne kadar defalarca kapatıldığı için adı sürekli değişen (HEP-DEP-HADEP-DEHAP) ve günümüzde BDP olarak tanınan siyasal hareket oluştu. 1991 seçimlerinde SHP ile yapılan ittifakla meclise giren partinin 22 milletvekili vardı. Ancak Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın başta olmak üzere doksanlı yıllarda Jitem aracılığıyla sivil siyaset alanındaki birçok Kürt öldürülmüştür. “Faili meçhul”ler döneminin trajik simalarından biri de, 1992’de katledilen sembol isim Musa Anter’dir. Kürt iş adamları PKK’ya yardım ettikleri iddasıyla öldürüldüler.
1993 yılı bu açıdan bir kavşak olarak görülebilir. 17 Martta Öcalan Nevruz’da başlayacak tek taraflı bir ateşkes ilan etti ve siyasal hakların verilmesi karşılığında dönmek ve siyasal faaliyete katılmak istediğini bildirdi. Karşılıklı yumuşama girişimi Özal’ın ölümü ve 24 Mayıs’ta Bingöl’de izne giden askerlerin öldürülmesiyle sona erdi. 1993 itibarıyla PKK bölgede siyaseten hegemonyasını kurmuş ve ulaşabileceği en üst seviyeye varmıştı. 93 ateşkesinden sonra 94’te Brüksel’de toplanan Ulusalarası Kürt Konferansı’na sunduğu pakette Öcalan, ayrılma taleplerinin bulunmadığını, ulusal ve demokratik taleplerinin görüşülmesi için müzakere istediğini açıkladı.
Ancak olaylar tam tersine gelişti ve eskisinden çok daha sert ve acımasız bir çatışma sürdürüldü. Yakılan ve boşaltılan köyler bölgenin yapısını kökten değiştirdi. Beş yılda Hakkari, Diyarbakır ve Van gibi kentlerin nüfusu etraftan gelenlerle üç katına çıktı. Adana ve Mersin’in nüfusu ikiye katlandı. Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan gibi DEP milletvekilleri tutuklandı ve ağır cezalara mahkum edildiler. Sivil siyaset alanı iyice daraldı. Öcalan 1998’de bir kez daha ateşkes önerisinde bulunduysa da Türkiye’nin daha radikal kararları vardı. Sonuçta Suriye’den çıkmak zorunda kalan Öcalan Avrupa ve Rusya arasındaki yolculuktan sonra Kenya’da yakalandı ve Türkiye’ye teslim edildi. Bundan sonra Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Özerklik gibi formülasyonlarla taleplerini ifade eden hareket zaman zaman silahlı mücadeleyi de kullanarak müzakere sürecini özellikle 2009’dan bu yana ilkin Oslo ve 20 aydır da İmralı merkezli olarak sürdürmektedir.