Cumhuriyetle birlikte oluşturan Diyanet kurumu, son yıllarda farklı kesimlerin farklı eleştirilerine konu oluyor. Bir taraftan “Diyanet kapatılsın”a kadar varan sesler yükselirken diğer taraftan kurumun 2020 için öngörülen bütçesi de (11.5 milyar TL) birçok Bakanlıktan dahi daha yüksek bir seviyeye ulaşıyor. Son Osmanlı döneminden bu yana din ve devlet işlerinin “ayrılamaması” hikayesi.
Türkiye uzun bir süre, 1920’lerde 2000’lere, “laiklik” adı altında bir tür sekülarizm yaşadı. Laiklik yoktu, zira bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardı. Laiklik yoktu, zira devlet dine karışıyordu. Ama yaşadığımız yüzyıl başına kadar gördüğümüz iktidarlar da din meseleleriyle pek uğraşmadılar. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı da Sünnîlerin gündelik işlerini sessiz sedasız görmekten başka pek etliye-sütlüye karışmazdı. Arada bir iktidarlar, özellikle cuntalar kendisinden bir şeyler isterdi, o da yapardı. Fiilî bir sekülarizm yaşıyorduk.
Bu ortamda siyasal partiler de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığını pek sorgulamadılar. Herkes iktidar olduğunda kendisinin kullanacağı, kullanabileceği bir kurum olarak görürdü Diyanet’i. “Ortanın solu” bile Diyanet’in kaldırılmasını talep etmezdi. İktidardayken kendisinin birtakım istekleri olabileceğini, muhalefetteyken de muhafazakâr Müslümanların denetlenebilmesini sağlayacağını düşünürdü.
Frakla sarık bir arada
Ankara’da Mustafa Kemal Paşa tarafından düzenlenen bir davete katılan Ahmet Hamdi Akseki, elinde bastonu, başında sarığı ve frağıyla… Akseki önce ilk Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi’nin yardımcılığını,1947’den itibaren ise kurumun başkanlığını üstlenecekti. Arkada Diyanet İşleri’nde görevli hanımları görüyoruz.
Yakın zamanda iş değişti. Diyanet’in çok daha etkin olması üzerine muhalefetin Diyanet’in kaldırılmasını istediğini duyar olduk. Bunun, ilk bakışta mantıklı gibi görünen bir istek olduğu söylenebilir; ama yalnızca ilk bakışta. Yanlış anlaşılmalara karşı, burada Diyanet’in varolmasından ya da olmamasından yana bir tavrımız olmadığını vurgulamak isteriz. Zira, Diyanet’in olması kadar olmaması da sorun yaratabilir. Dolayısıyla, işin her iki çözümünün de iyi bir hukuksal temele oturtulması gerekir.
Diyanet’in varlığı laik olmadığımızı gösterdiği gibi, belli bir iktidarla birlikte anti-laik bazı noktalara kaymamıza da neden olabilir. Öte yandan, cemaatlerin ve tarikatların gayet etkin olduğu bir ortamda, Diyanet’in mütedeyyin Sünnîler arasında bile rahatsızlık yaratma potansiyeli olduğu gözardı edilemez. Bazı cemaatlerin ve tarikatların, hatta bazı İlâhiyat Fakültelerinin aralarındaki ilişkilerde nasıl kanlı-bıçaklı olduklarını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla, eskiden partilerin iktidarla birlikte ele geçirme hayalleri kurduğu Diyanet’in tarikatlar ve cemaatlerin ele geçirmeye çalıştığı bir kurum olma tehlikesi taşıdığını da unutmamak gerekir.
Diyanet’in olmaması durumunda da devasa boyutlarda bir karmaşa yaşama ihtimali var. Zira bir dizi fiiliyatın laiklikle anti-laiklik arasında nerede durduğunu belirleyecek olan kurum, o durumda adalet mekanizması olacaktır ki, son zamanlarda bu mekanizmanın ne kadar zayıf olduğuna ilişkin birçok örnek gördük. Eğer adalet mekanizmamız farklı iktidarlarla, hatta aynı iktidar altında ama farklı yerlerde farklı içtihatlar çıkaracaksa, din de giderek hem daha da siyasallaşır hem de parçalanır.
Ancak sorun, yalnızca birtakım fiillerin ya da sözlerin laiklikle bağdaşıp bağdaşmadığını belirlemekle bitmiyor. Örneğin “kilise” diye bir kurumun bulunmadığı İslâm dininde, Müslümanların büyük çoğunluk oluşturduğu bir ülkede, camilerin bakımını devletin dışında kim yapacak? İmamların ve daha birçok din görevlisinin maaşlarını devletin dışında kim verecek? Haydi birini bulduk diyelim; örneğin il idaresi ya da belediye… Bunlar gereksindikleri parayı nereden bulacak? İş, kolayca görülebileceği gibi, sonuçta mükellefin verdiği vergiye gelip dayanmaktadır. Bu nedenle, iyice düşünüp taşınıp, özgün bir “Türk laikliği” geliştirmeden, sırf Fransız modeli üzerinden düşünerek Diyanet’ten vazgeçmenin pek akıl kârı olmadığı kanısındayız.