Kasım
sayımız çıktı

Kusursuz fırtınaya doğru üç tarihsel dönemeç

İlk olarak Harriet Friedman ve Philip McMichael tarafından kavramsallaştırılan gıda rejimleri sistemine göre, 1870 sonrası üretim-tüketim ilişkilerini, kurumsal yapıları ve bunları şekillendiren hegemonya biçimlerini kapsayan üç ayrı dönem mevcut. Sömürgecilik, “Yeşil Devrim” ve şirket gıda rejimi bu dönemlerin öne çıkan itici güçleri… Bugün yaşadığımız şoklar ise yeni bir paradigma üzerine düşünmeyi zorunlu kılıyor.

FATİH ÖZDEN

Son yıllarda önce pan­demi, arkasından Rus­ya-Ukrayna arasındaki savaş, gıda güvencesi mese­lesini çok daha kritik bir hâle getirdi. Bir de üzerine küresel bir özellik taşıyan ekonomik ve ekolojik kriz eklendiğinde buna “kusursuz fırtına” diye­biliriz.

Bu noktaya bir anda gelin­medi. Gıda krizlerinin tarihi­ni yüzlerce hatta binlerce yıl önceye götürebiliriz. Ancak bugün yaşadığımız ve güncel gıda krizi olarak adlandırabi­leceğimiz sürecin tarihselliği­ni mevcut tarım-gıda sistemi üzerinden düşünmek hem ko­nuya analitik ve sistematik bir çerçevede yaklaşmayı hem de çözümler üzerine düşünmeyi kolaylaştırabilir. Gıda rejim­leri analizi bize böyle bir çer­çeve sunmaktadır. İlk olarak Harriet Friedman ve Philip McMichael tarafından kav­ramsallaştırılan gıda rejimle­ri, tarım-gıda sisteminde 1870 sonrası kapitalist sermaye bi­rikim dönemlerine eşlik eden üretim-tüketim ilişkilerini, kurumsal yapıları, yazılı ve/ veya yazılı olmayan kuralla­rı, düzenlemeleri ve bunları şekillendiren hegemonya bi­çimlerini kapsayan üç ayrı dö­nemde incelenmektedir.

Britanya hegemonyasında kolonyalizmin hakim olduğu 1870-1914 dönemi birinci gıda rejimi olarak adlandırılmak­tadır. Bu dönemde yerleşimci sömürge ülkelerinden yapılan tropikal ürün, tahıl ve hayvan ithalatı, Avrupa’nın kolonyal güçlerinin ucuz işgücü yarat­masının bir aracı olarak be­nimsenen ucuz gıda politika­sının yerleşiklik kazanmasın­da belirleyici olmuştur.

ABD’den gelen süt tozları 1947-1973 arası dönemde, Soğuk Savaş döneminin de etkisiyle ABD’nin üçüncü dünya ülkelerine yönelik gıda yardımı programları öne çıkar. Bu program kapsamında Türkiye’de okullarda ABD’den gelen süt tozları dağıtılmıştı.

Birinci Dünya Savaşı, 1929 Büyük Ekonomi Buhranı ve arkasından yaşanan İkin­ci Dünya Savaşı sonrası olu­şan yeni ekonomik ve politik atmosfer ikinci gıda rejimi­ne kapı aralamıştır. 1947’den 1973 ekonomik krizine kadar olan dönemi kapsayan ikinci gıda rejimini niteleyen temel özellik tarım-gıda sistemin­de ABD merkezli yaşanan ge­lişmelerdir. Bunların başın­da Soğuk Savaş döneminin de etkisiyle ABD’nin özellikle üçüncü dünya ülkelerine yö­nelik gıda yardımı programları gelmektedir. Yine bu dönemde tarım teknolojilerinde meyda­na gelen gelişmelere paralel yürüyen yüksek verimli hibrit tohum çeşitlerinin geliştiril­mesi, bu tohumlarla uyumlu sentetik tarım kimyasallarının kullanımının artması gibi ge­lişmeler yaşanmış ve bu süre­ce dönemin politik atmosferi­nin de etkisiyle “yeşil devrim” adı verilmiştir.

Başta önemli verim artışla­rı sağlayan “yeşil devrim”, gü­nümüzde verim uğruna doğal varlıklar, iklim ve insan sağlı­ğı üzerinde yarattığı olumsuz etkiler yanında sebep olduğu sosyo-ekonomik dönüşümün sonuçları açısından da tartış­ma konusu olmuştur. İkinci gı­da rejimini niteleyen diğer bir özellik ise araştırma, üretim ve ticaret aşamalarında dev­letin belirleyici rolünü yavaş yavaş ulusötesi bağlantılara da sahip şirketlerin almaya baş­lamasıdır. Bu durum sonraki yani üçüncü gıda rejiminin de temel belirleyicisi olacaktır.

Şirket gıda rejimi olarak da adlandırılan üçüncü gıda reji­mi; 1973’de petrol fiyatlarının yükselmesiyle açığa çıkan ve yeni bir birikim krizine dönü­şen sürecin ardından, kapita­lizmin kendisine yeni biri­kim alanları yaratma hamlesi olarak gündeme gelen, 1980 sonrası neoliberal ekonomi politikalarının etkisiyle şekil­lenmektedir. Dünya Ticaret Örgütü ve 1995’de imzalanan Tarım AnTlaşması üçüncü gıda rejimi döneminin bu an­lamda öne çıkan kurumsal ve hukuksal altyapısını oluşturur.

Verim uğruna… “Yeşil Devrim” süreci boyunca yüksek verimli hibrit tohumlar, sentetik tarım kimyasalları hayatımızın bir parçası oldu. Bugün verim uğruna doğal varlıklar, iklim ve insan sağlığı üzerinde yaratılan olumsuz etkiler tartışılıyor.

Antlaşmayla birlikte ülke­ler hem ülke içi tarım destek­lerini azaltmak ve mümkün ol­duğunca üretimden bağımsız bir yapıya kavuşturmak hem de tarım ürünlerinin uluslara­rası ticaretinin kolaylaştırıl­ması adına gümrük vergileri­ni indirmek yönünde taahhüt altına girmişlerdir. Bu dönem­de çeşitli taraflarca anlaşmaya getirilen en büyük eleştirinin; anlaşmanın, ülkeleri ulusal tarım politikalarını belirleme açısından savunmasız bıraka­cağı yönünde olduğu söylene­bilir. İç desteklerin azaltılması ve gümrük vergilerinin indi­rilmesi, tarımsal üretiminde ve ticaretinde rekabet edebi­lirliği ön plana çıkarmış, bu da üretim ve ticarette sermaye ve emek yoğun ülkelerin ay­rışması sürecini derinleştir­miştir.

Devletin temel aktör konu­mundan düzenleyici pozisyo­na geçtiği üçüncü gıda rejimi döneminde girdi ve ürün tica­retinde özellikle ulusötesi fir­maların/şirketlerin piyasalar­daki hakimiyeti dikkati çeker.

İçinden geçtiğimiz günler­de tarım-gıda sistemimizin hem ülke olarak hem de küre­sel düzeyde şoklarla daha sık test edilmeye başlaması farklı bir paradigmaya geçişi gerekli kılmaktadır. Bu kapsamda al­ternatif tarım-gıda sistemleri üzerine oluşan literatürde sık­lıkla karşılaştığımız gıda hak­kı, gıda adaleti, gıda egemenli­ği, agroekoloji gibi kavramlar ufuk açıcı olabilir.