Kasım
sayımız çıktı

Erkekler ölüyordu; ama onlar hem evde hem siperde direndi

Modern tarihin en korkunç kuşatmasını Leningrad, eski ve şimdiki adıyla St. Peterburg yaşadı. 2. Dünya Savaşı’nda Almanların çember oluşturarak bombardıman, soğuk ve açlıktan ölüme mahkum ettikleri şehri ayakta tutan kadınlar oldu. Kadınlar siper kazmaktan nöbet tutmaya, fabrikada çalışmaya kadar her işi üstlendi. Geride bıraktıkları belgeler, günlük hayatın ayrıntılarıyla doluydu. Kahramanlıkları da bu ayrıntılarda gizliydi.

Almanya 1941’de Sovyetler Birliği’ni işgale başladığında, Olga Greçina 21 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Ailesi, Leningrad’a (eski ve bugünkü adıyla St. Petersburg) şehir kurulduktan hemen sonra 18. yüzyılda yerleşmişti. Olga şehriyle övünüyordu. Çar Petro’nun Baltık Denizi kıyısında çamurlar üzerinde kurduğu ızgara planlı, göz kamaştıran mermer saraylarla, heykellerle, Neva Nehri’nin kollarının şehrin içinde bir Venedik gibi aktığı, köprülerle süslü şehir 200 yıl Rusya’nın başkenti olmuş, 1917 Devrimi’nden sonra bu unvanını Moskova’ya devretmişti.

Olga Greçina, yıllar sonra kendisiyle yapılan röportajda, Almanların şehri kuşattığı ilk kışı şöyle anlattı:

“Şehirde kadınlarla kıyaslandığında çok az erkek vardı. Kasım ayında bu erkekler arasındaki ölen sayısı, 11 bin daha fazlaydı. İnsan erkeklerin trajik hayat koşullarına uyma kapasitelerinin ne kadar düşük olduğunu görünce şaşırıyordu. Sokaklarda yere düşmeye başladılar. Evlerine kapandılar, öldüler, öldüler, öldüler… O zaman Leningrad kadınları anladı ki, sadece ailelerinin değil, bütün şehrin kaderi onların elinde”.

872 gün ve gece kuşatma altında kalan Leningrad’da bir hava saldırısından sonra evlerinin yıkıntıları arasında oturan kadınlar.

Leningrad kuşatması, tarihin en acımasız kuşatmalarından biriydi ama 2. Dünya Savaşı’nın içinde sadece bir sahneydi. Bunun farkında olan ressam Anna Petrovna Ostrumova-Lebedeva (1871-1957) günlüğüne şöyle yazdı: “Dünyaya korkunç, şiddetli bir kasırga indi; her şey kara bir sis, ateş ve kar fırtınasının içinde dönmeye başladı. Ve biz, kuşatmanın içinde boğazlanan biz Leningradlılar, bu dev hortumun içinde minicik kum tanelerinden ibaretiz” (8 Mart 1942). Onun gibi sayısız kadın, kuşatma sırasında günlük tuttu, sonradan anılarını yazdılar. Aralarında Lidya Grinzburg gibi önemli yazarlar da vardı, lise öğrencisi Lena Muçina gibi sıradan genç kızlar da. Bunlar, kuşatma altında yaşamanın nasıl bir “kadın işi” olduğunun farkına varılmasıyla birlikte, tarihçilerin dikkatini çekti. Günlükler ve anılar yayımlandı; hayatta olanlarla sözlü tarih çalışmaları yapıldı; Leningrad kadınlarının ikibuçuk yıllık acımasız kuşatmada oynadıkları rol ortaya çıktı.

Kuşatma günlükleri

Tuttukları günlüklerin ortaya çıkması, iki buçuk yıllık kuşatmada kadınların rolünü daha net ortaya çıkardı. O dönemde henüz 16 yaşında olan lise öğrencisi Lena Muçina’nın günlükleri de daha sonra yayımlananlar arasında.

‘Şehri beslemek bizim işimiz değil’

Eylül 1941’de Feldmareşal Wilhelm von Leeb komutasındaki Alman Kuzey Ordu Grubu, Leningrad’ın güney ve güneybatıdaki dış mahallelerine ulaştı. Kuzeyden ilerleyen Fin kuvvetleriyle birlikte Almanlar 8 Eylül 1941’de Leningrad etrafındaki çemberi kapattılar. Kentin ülkenin geri kalanıyla tek ilişkisi doğusundaki Ladoga Gölü’ydü; bu buzdan yol, gölün donmuş yüzeyi boyunca doğuya uzanıyordu. Çoğu insan şehirden “Hayat Yolu” denilen bu yolla ayrılıyordu, kamyonlar buz üzerinde şehre erzak taşıyordu. 29 Eylül’de Alman donanma komutanlığı “Petersburg (Leningrad) Şehrinin Geleceği Üzerine” başlıklı bir direktif yayınladı: “Amaç şehri çevirmek, top ateşi ve hava bombardımanıyla yerlebir etmektir. Teslim teklifleri reddedilecektir, çünkü şehrin nüfusunu beslemek işi bizim tarafımızdan çözülemez ve çözülmemelidir…”

Bir bombardımanın ardından sokaklarda çalışan kadınlar.

Kasım ayında yiyecek stokları neredeyse tamamen tükendi. Ancak henüz hiç kimse şehrin 872 gün ve gece, yani neredeyse ikibuçuk yıl daha kuşatma altında kalacağını bilmiyordu. Hava saldırıları ve top ateşi, halkın günde birkaç kere sığınaklara doluşmasına neden oluyordu. Üstelik 1941-1942 kışı tarihin en soğuk kışlarından biriydi; termometre bir ara -40 dereceyi bile gördü; ama asıl sorun açlıktı. Kadınların şehirdeki hemen hemen her işi yapmak, ailelerine bakmak, vesika kuyruğunda beklemek, yiyecek bulmak, hastaları tedavi etmek, ölenleri gömmek gibi  görevleri vardı. Hava saldırısına karşı savunma sorumluluğu da onlara verilmişti. Önemli askerî ve siyasi personel dışında, kentte 18-55 yaşı arasında erkek kalmamıştı. Erkekler daha çabuk ölüyordu; bedenlerinde daha az yağ vardı ve kalp-damar sistemleri daha dayanıksızdı. NKVD’nin (SSCB İçişleri Halk Komiserliği) raporlarına göre Ocak 1942’de şehirde 70,853 erkek (yüzde 73.2) ve 25.898 kadın (yüzde 26.8), Şubat 1942’de 57,990 erkek (yüzde 60.4) ve 38.025 kadın (yüzde 39.6) kadın ölmüştü. 15 Aralık 1942 itibarıyla, bütün fabrika işçilerinin yüzde 79.9’u kadındı. Örneğin Valentina Buşueva, turba bataklıklarında bir kömür işçileri taburunda çalışmanın zorluklarını anlatmıştı.

Bir yandan soğuk bir yandan bomba Kadınların nöbet tutma ve su taşıma (altta) gibi görevleri üstlendikleri Leningrad kuşatması, 1941’de tarihin en soğuk kışlarından birine de sahne oldu.

Termometre -40 dereceye kadar indi.

Şehrin dışında Alman tanklarını durdurmak için siper açma, mayın döşeme gibi istihkâm işlerinde çalışan 30 bin Leningradlının çoğu kadındı. Bunlardan biri olan Sofia Buriyakova, Yarım Yüzyıl Önce başlıklı anı kitabında, tanklara karşı siper kazmak için Luna hattına gönderildiğini anlatıyordu. Görev aldığı 3 bin kişilik istihkam alayında komutanlar hariç herkes kadındı. Kadınlar iş gününün sonunda su taşıdıktan ve vesika kuyruğunda bekledikten sonra yerel hava savunmasında (MPVO) çalışıyor, yangın bombalarına karşı hazırlıklı olmak için damlarda nöbet tutuyorlardı.

Kadınlar sokakta var afişlerde yok Leningrad dışında Alman tanklarını durdurmak için siper açma, mayın döşeme gibi istihkâm işlerinde çalışan 30 bin Leningradlının çoğu kadındı.

Oysa Sovyet propaganda broşürlerinde kadınlar hep ikinci planda gözüküyordu.

Erkek cerrahlar orduya alındıktan sonra kadın hekimlerin uzmanlık alanı da genişledi. Çocuk hastalıkları hekimi Yulya Mendeleva, kuşatma boyunca Leningrad Pediyatri Enstitüsü’nün okul, klinik ve hastane olarak çalışmasını sağladı. Anna Likhaçeva’nın Kızıl Bayrak Fabrikası’nın kliniğinde yaptığı gıda (ve açlık) araştırmasına, daha sonra tıp alanında çok referans gösterilecekti.

Kuşatmanın ağır yükü Kadınlar taşıyor, pişiriyor, vesika kuyruklarında bekliyor, yerel hava savunmasında çalışıyor, yangın bombalarına karşı hazırlıklı olmak için damlarda nöbet tutuyorlardı.

Açlık, erkekler, benzersiz günlükler

“Yuvayı yapan dişi kuştur” sözünün çeşitli şekilleri pek çok kültürde karşımıza çıkar. Bu iltifatta hafif bir küçümseme gizlidir: “Yuva” nedir ki? Ancak Leningrad kuşatması, ev işlerinin aslında hayatın esasını oluşturduğunu ortaya koydu. Lidya Ginzburg kuşatmadan sonra yazdığı Yazı Masasının Başında adlı anı kitabında, insan faaliyetinin hiyerarşisinde değerlerin tersyüz olduğunu yazıyordu. 1930’larda entelektüellerin besin konusunu psikolojik özellikleri açısından düşünmeye alışkın olduklarını hatırlıyordu. Yemek onlar için gevşeme, dostluk, sohbet demekti. Yemek bağımlılığı -her ne kadar “sosyalizm” varsa da- “alt sınıflar”ın bir özelliğiydi!

Sonra kuşatma başladı. Yemek entelektüeller için de hayatın merkezine oturdu. Ancak zorluklarla başetme konusunda beceriksizdiler. Lidya Ginzburg’a göre yemek tariflerine takılıyorlar, bunları “geliştirmeye” çalıştıkları için bozuyorlardı. Sıradan kadınların işi olarak görülen bir aileyi beslemek kabiliyeti müthiş bir anlam kazanmıştı. Yiyecek toplamak, yenilmeyecek şeyleri yenilebilir hale dönüştürmek, bütün “blokadnitsi” (kuşatmayı yaşayan insanlara verilen ad) kadınların tuttuğu günlüklerde en önemli temalardan birini oluşturuyordu.

Kentin gücü, kadınların sesi

Sovyet şair Olga Bergholz kuşatma döneminde radyoda yaptığı yayınlarla kentin gücünün ve kararlılığının simgesi olmuştu.

Tamara Petrovna Nekliyudova, oğlu Volodya’nın öldüğü 20-21 Mart 1942 tarihlerinde şunları yazmıştı: “Kahvaltı, sabah. Volodya: Tatlandırılmış kahve, peksimet, kaynatılmış karabuğday kırıkları. Onu her iki saatte bir besledim. Üçümüz: Çay, ekmek, yağ, dünkü arpa. Kahvaltı, 3.00. Volodya’dan artakalan karabuğdayı, yağı, kaynamış suyu, ekmeği yedik. Öğle ve akşam yemeği, 9.00: Eski kemiklerle yapılmış, arpa eklenmiş çorba, kaynatılmış arpa, yağ, çay, ekmek.

21 Mart: Bugün Volodya’sız kaldık”.

Dr. Anna İvanovna Likhaçeva da oğlunu kaybetmişti ve yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “Geçen ocak ayında (1941), hem dizanterim vardı hem de korkunç bir başdönmesi çekiyordum; kulaklarımda sürekli bir gürültü başlamıştı. Zayıflamanın bütün aşamalarını yaşadım; hatta nefes darlığı ve düşüncede yavaşlamayla başlayan üçüncü aşamayı bile. Böyle bir açlık insanı yalnız tek bir şey düşünmeye ve konuşmaya zorluyor: Yemek. Eskiden sevdiğimiz, sevmediğimiz yemeklerin anıları. Bütün o yarım bırakılmış, dokunulmamış tabaklar. Sevgili, sevgili oğlumun ölümünü öyle hissediyorum ki. Nasıl yavaş yavaş, hücre hücre öldüğünü. Önce kol ve bacaklarında kasılmalar başladı, sonra sesini kaybetti, yatağa düştü, yatak yaraları çıktı…”

Genç bir kız olan Berta Zlotnikova da günlüğüne şunları yazmıştı: “Bir hayvana dönüşüyorum. İnsanın aklı fikrinin yemekte olmasından daha korkunç bir şey yok”.

Elena Marttila tarafından yapılan bir gravürü, şairi radyoda şiir okurken tasvir ediyor (altta).

Tahta selülozu, marangoz zamkı

20 Kasım 1941’de ekmek karnelerindeki miktar çocuklar, çalışmayanlar ve beyaz yakalılar için 125, işçiler, teknisyenler ve mühendisler için 250 gramdı. 25 Aralık’ta tayınlar arttırıldığında Lena Muçina günlüğüne “Yaşasın! Yaşasın!” diye yazdı. Artık fabrika işçilerine 500 gram, diğer çalışanlara 400 gram, çalışmayanlara 300 gram ekmek verilecekti. Ama ne ekmek! Yüzde 60’ı un, geri kalanı kepek, küspe ve tahta selülozuydu. Hayvanlara verilen yemekler artık sofradaydı: Kabak başının dış yeşil yapraklarından yapılma “khryapa” denilen yeni bir yemek geliştirdiler; marangoz zamkı veya çam kozalaklarından “et peltesi” yapmaya başladılar. Fabrikalardan biri, dekstrin kullanarak ekmek pişirmeyi denedi; dekstrin sanayide yapıştırıcı olarak kullanılan, nişastadan elde edilen bir üründü. Bununla yapılan ekmek, insanların dişlerinin yapışmasına yol açıyordu ama ezdikleri bir kaşık dekstrini ağızlarına atıp suyla yutarak bu sorunu aşmayı başardılar.

Leningradlı bir kadının kuşatmadan önce Mayıs 1941’de ve bir yıl sonra Mayıs 1942’de çekilmiş iki fotoğrafı, savaşın acılarının kadınları nasıl geri döndürülemez şekilde dönüştürdüğünü gösteriyor.

Şehir kısa sürede kargasız, güvercinsiz, kedisiz ve köpeksiz kaldı. Ünlü balerin, Fransız şair Apollinaire’in yeğeni Vera Sergeyevna Kostrovitskaya, günlüğüne şu cümleyle başlamıştı: “Kedilerin ve köpeklerin olduğu bir yerde kimse aç gezmez. Hepimiz komşularımızdan kedi eti yediğimizi saklıyoruz; sadece “chat” (Fransızca kedi) yediğimizi söylüyoruz.” Yamyamlık da başlamıştı. Sokaktaki ölülerin etini kesip yiyenler oluyordu, yemek için birini öldürenlerin sayısı elbette daha azdı. Resmî ağızda buna “haydutluk” deniyordu; 1941 sonbaharıyla 1942 sonu arasında 2 bin kişi bu gerekçeyle tutuklandı. Bahar gelip herkesin boş arsaları bostana çevirmesi teşvik edilince bu hadiseler de bitti.

Ölülerle başetmek

Vera Kostrovitskaya Nisan 1942’de günlüğüne şunları yazdı: “Filarmoni binasının önünde, meydanda bir elektrik lambası var. Bu lambaya sırtını dayamış bir adam karda yere oturmuş. Paçavralarla kaplı, bir sırt çantası taşıyor. Belli ki tren istasyonuna giderken yorulmuş, çökmüş. İki hafta boyunca ben hastaneye gidip gelirken o hep “oturmuş” olarak kaldı:

  1. Sırt çantasız
  2. Paçavrasız
  3. İççamaşırlarıyla
  4. Çıplak
  5. Parçalanmış bağırsaklarıyla bir iskelet

Mayıs ayında alıp götürdüler”.

Şehirde ölü gömmek ciddi bir lojistik soruna dönüştü. Şubat 1942’de Piskaryovskoye mezarlığında gömülmeyi bekleyen 20-25 bin ceset vardı. Mezarlığın ana yolunda 180-200 metre uzunluğunda, 2 metre yüksekliğinde sıralar halinde duruyorlardı. Sonunda bu cesetlerin bir bölümünün İzorski ve Pervi tuğla fabrikalarında yakılmasına izin verildi.

Aileden biri öldüğünde, kadınların yas tutmaya vakti yoktu. Elza Greinert, çocuklarına ve torunlarına 23 Ocak 1942’de Leningrad’dan yazdığı mektupta kocasının öldüğünü bildiriyordu:

“Ölüm sertifikasını almak için kliniğe gittim, 08.30’dan 14.00’e kadar kuyrukta bekledim. Ertesi gün tabut almaya gittim ama insanlar kuyrukta (tabut için) birbirleriyle yumruklaşıyordu. Bizim binada birini buldum, 400 gram ekmek karşılığında bana bir tabut yaptı, iki çocuk sedyesinin üzerine koyup yola çıktık. Mezarlığa geldiğimizde artık gömü yapılmadığını söylediler. Umutsuzca kalakaldık. Mezarlıkta yürürken bir adamın mezar kazdığını gördük. Ondan öğrendik ki, ilçe belediye ofisinden izin almamız gerekiyormuş. Ertesi gün belediye ofisine girdik; yalana başvurup Devlet Bankası (Gosbank) sendika komitesi üyesi olduğumu söyledim, beş dakikada izni aldım. 22’sinde mezarlığa gittik. Bir serseriye rastladık, bize fazla derin olmayan bir mezar kazdı. O kazarken biz tabutu almaya gittik ve böylece akşam 5.00’de babanızı toprağa verdik.”  

İskoç kadınlarının yolladığı hediye

Leningradlı kadınların mücadelesi Avrupa’nın öteki ucunda, İskoçya’da yankılandı. Airdrie ve Woodside’daki kilise derneklerinde çalışan İskoç kadınlar, Leningradlı kız kardeşlerine bir hediye göndermek istediler. Biraraya gelerek güzel bir albüm hazırladılar. Albümdeki çizim ve resimlerin sanatsal bir iddiası yoktu. Albümün girişinde, ünlü İskoçyalı şair Robert Burns’ün halkların kardeşliğine adanmış dizeleri bulunuyordu. Ve şöyle yazılmıştı: “Kavganız bizim kavgamızdır; sizi terketmeyeceğiz, yaptığınız büyük fedakârlığa layık olacağız”.

Ertesi yıl başında Leningrad’da Anna Petrovna Ostrumova-Lebedeva başkanlığında bir grup kadın sanatçı biraraya gelerek İskoç kadınları için bir albüm hazırlamaya karar verdi. Ekipteki kadınlar arasında, Ermitaj Müzesi’nin boşaltılması sırasında gönüllü çalışan ressam Vera Milyutina da vardı. Savaş başladığında müzedeki 1 milyondan fazla eser paketlenerek trenle Urallar’a gönderilmişti. Bomboş kalan müze salonlarının resimlerini yapan Vera Milyutina, İskoçyalı kadınlara gönderilecek albüm için de çalıştı. Rus kadınlar albümlerini beş günde tamamladılar. Kapağına SSCB ve İskoçya sembollerinden esinlenerek bir logo yaptılar. Albüm, nakışlı, mat altın ipekten bir kutuya konuldu; her sayfada suluboya resimler, siyah-beyaz çizimler vardı. Şunu yazmışlardı: “Sevgili müttefikler, bizden daha çok var! Kadınlar müthiş bir güçtür!” Her sayfanın arkasına büyük birer zarf yapıştırılmıştı, içinde 3500 Leningradlı kadının imzası bulunuyordu. Bugün İskoçya’daki Glasgow Kütüphanesi’nde bulunan Rus albümüyle, Rusya’daki St. Petersburg Kent Tarihi Müzesi’nde bulunan İskoç albümü, kadınlar arasındaki dayanışmayı simgeliyor.

Şehir olduğunu iddia eden hayalet

Nihayet 12-30 Ocak 1943’te, Sovyetler’in başlattığı İskra (Kıvılcım) Harekatı’yla kuşatma yarılarak bir koridor açıldı. Ancak Almanların öteye atılmaları ve kuşatmanın tamamen bitmesi için 1 sene daha, 27 Ocak 1944’ü beklemek gerekecekti. Savaştan önce Leningrad’da 3 milyon insan yaşıyordu. Kuşatma nedeniyle en az 1.5 milyon insan şehir dışına çıkarılmıştı. Kuşatma bittikten sonra, şehirde 800 bin ila 1.2 milyon sivilin hayatını kaybettiği anlaşıldı. Ünlü kadın şair Anna Akhmatova, kuşatma sırasında ayrıldığı Leningrad’a 1944’te geri döndüğünde şöyle yazdı: “Benim şehrim olduğunu iddia eden korkunç bir hayalet”.

Savaştan sonra Nürnberg Mahkemesi’nde Alman komutanlar yargılanırken, savcılar kanıt olarak bir belge sundular. Tanya Saviçeva adında 11 yaşındaki Leningradlı bir kız çocuğunun küçücük defteriydi bu. Kendisi 1944’te bir hastanede bağırsak tüberkülozundan ölmüştü. Kuşatma sırasında küçük defterin son sayfalarına şunları yazmıştı:

“Zenya 28 Aralık’ta saat 12’de öldü, 1941./ Büyükanne  25 Ocak’ta saat 3’te öldü, 1941./ Leka 17 Mart’ta sabah 5’te öldü, 1942./ Vasya Amca 13 Nisan’da sabah 2’de öldü, 1942./ Leşa Amca 10 Mayıs’ta öğleden sonra 4’te öldü, 1942./ Annem 13 Mayıs’ta sabah 7.30’da öldü, 1942./ Saviçev’ler öldü/ Herkes öldü/ Sadece Tanya kaldı”.

Hayatın çiçeği St. Peterburg yakınlarında çocuklara adanan “Hayatın Çiçeği” anıtı, Tanya Saviçeva’nın günlüğünden sayfalarla yapılmış. Tüm ailesini kaybeden 11 yaşındaki çocuğun günlükleri “Sadece Tanya kaldı” diye bitiyor.