Günümüzde Unkapanı’ndan Ayvansaray’a uzanan Haliç’in güney kıyılarına topluca Balat deyip geçiyoruz ama, bu bölgede, neredeyse her semtte onlarca yapı ve insan-tarih hikayesi var. İşte, az bilinen yönleriyle Cibali’den detay kesitler.
Eski İstanbul’un meyhaneleriyle, yangınlarıyla, evliyalarıyla ve külhanbeyleriyle meşhur bir semti Cibali. Hepsinin aynı semtte birarada varolması bir tezat oluşturuyor gibi görünse de, ortaya çıkan resmin parçaları hiçbir uyumsuzluk oluşturmadan biraraya gelmiş. Çok eski bir Bizans mahallesinin üzerine kurulmuş bir Osmanlı mahallesi olmasından da kaynaklanıyor bu sıradışı uyum. Fetihten 18. yüzyıla kadar ağırlıklı olarak Rumlar ve Yahudilerin mesken edindiği semte 18. yüzyıldan itibaren Müslüman halk da taşınmaya başlamış. Tekne yapımında kullanılan zift gibi yanıcı maddeler burada depolandığı için şehirdeki pek çok yangın buradan başlarmış. Bir ahşap evden diğerine sıçrayan alevler, bir çırpıda Yenikapı’ya kadar ulaşırmış.
Cibali’ye ismini veren, meşhur Cibalikapı. Bu kapıya da ismini veren bir evliya. Bursa Subaşısı Cebeci Ali Bey, söylene söylene Cebe Ali’ye, o da zaman içinde Cibali’ye dönüşmüş. Tarihsel karakteri hakkında çok çeşitli rivayetler dolaşan Cebeci Ali Bey, aslında ordunun cephanecisi. Menâkıb-ı Mahmud Paşa-yı Velî’de geçen bu rivayetlerden biri, onun 1453 İstanbul kuşatması sırasında bir Bizans zindanında tutuklu olduğunu anlatıyor. Cebeci Ali Bey 28 Mayıs gecesi, İstanbul’un düşüşünden bir gün önce Hakk’ın rahmetine kavuşmuş.
AZ BİLİNEN TARİHİN PEŞİNDE
Sanat tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz’la her ay İstanbul’un az bilinen tarihinin peşine düşüyoruz. Epeyce aşina olduğumuz, her gün önünden geçip gittiğimiz yapıların detaylarda gizlenen yönlerini ortaya çıkarmayı hedefliyoruz. Sadece okumak yetmez diyorsanız, sizler de derginizi eline alın ve keşfe çıkın.
1 – CİBALİKAPI
Sur kapısı: İstanbul’un uykusuz nöbetçisi
Bizans’tan Osmanlı dönemine kadar yüzyıllar boyunca İstanbul’un etrafı kentin güvenliğini sağlayan surlarla çevriliydi. Şehre girmek isteyenler, sabah namazında açılan, akşam namazında kapanarak başına nöbetçiler dikilen sur kapılarını kullanırlardı. Vaktiyle kente giriş-çıkışların yapıldığı 60’ın üzerinde kapıdan pek azı günümüze ulaştı. Cibalikapı da bunlardan biri…
Osmanlı dönemi kapılarının her birinde olduğu gibi Cibalikapı’da da manevi koruma için bir evliyanın türbesi, maddi koruma için bir karakolhane, yoldan geçen ya da dışarıda kalanların su ve ibadet etme ihtiyaçları için de bir çeşme ve mescid var.
Kentin mesai saatleri
Osmanlı döneminde yeniçeriler sur kapılarını sabah namazıyla açar, akşam namazıyla kapatırlardı. Kapılar kapandıktan sonra dışarıda kalanlar için sabaha kadar açık kahvehaneler vardı.
Şehrin manevi kalkanı: Cebeci Ali Bey
Karakolda ayna değil, evliya var
Cibali’ye ismini veren Cebeci Ali Bey’le ilgili daha çok bilinen bir başka hikaye, İstanbul kuşatması sırasında Cebeci Ali Bey’in yanındaki asker ve dervişlerle birlikte cübbesini suya serip ilahiler eşliğinde yürüyerek karşıya geçtiğini anlatıyor. Sırrı ifşa olan evliya, bugün ismiyle anılan Cibalikapı’yı yıkarak şehre giriyor, fakat ele geçirdiği bölgede şehit oluyor. Şehit edildiği yere de gömülüyor. İşin ilginç tarafı, bu hikayenin dönemin insanları tarafından hiç de garip karşılanmaması… Bugün türbesi, Cibali Karakolhanesi diye bilinen binanın içinde.
İstanbul’un fethi sırasında, bugün ismiyle anılan Cibalikapı’dan şehre giren Cebeci Ali Bey’le ilgili pek çok rivayet var. En çok bilineni ise, Haliç’in üzerinden yürüyerek geçmesi. İşin ilginci, dönemin insanları için bu rivayet, Fatih Sultan Mehmet’in gemileri karadan yürütmesi kadar büyük bir haber değeri taşımıyor.
16. yüzyıldan kalma: Sivrikoz Çeşmesi
Surların kamyonlarla imtihanı
Seferikoz Çeşmesi olarak da bilinen bu çeşme, 1564’te yapılmış. İsminde geçen “Koz” kelimesi, ceviz anlamına geliyor. Arkasındaki soğan kubbeli Sivrikoz Camii’ne birleşik görünen çeşme, 16. yüzyıldan beri her devirde tamir edilerek günümüze ulaşmış. Zemin seviyesi yükseldikçe toprağa gömülmüş ve şeklini kaybetmiş. Başına gelen asıl talihsizlik ise freni patlayan bir kamyonun hışmına uğraması olmuş. Bu kazanın ardından Büyükşehir Belediyesi 2000’lerin başında çeşmeyi restore ettirmeye karar vermiş, fakat öyle bir restorasyon ki, orijinal halinden yalnızca dört taş kalmış! Cibalikapı’nın kamyonlardan çektiği restorasyon sırasında da bitmemiş. Çeşmenin restorasyonu sırasında bu sefer de kapıya çarpan başka bir kamyon, alt kemerin yıkılmasına sebep olmuş ve kapıdaki Abdülmecid tuğrası düşmüş. Kapı restore edilmeyi bekliyor.
Aslında bir Fransız piyesi: Cibali Karakolu
Türkiye’nin en çok sahnelenen oyunlarından
Cibali deyince ilk akla gelenlerden, Cibali Karakolu piyesi aslında Henri Kéroul ve Albert Barre’nin Une Nuit de Noces (Bir Düğün Gecesi) oyunundan uyarlanmış. Yani Cibali Karakolu’yla hiç ilgisi yok. Fakat hikayeleri özümseyip kendilerine mal etmekte çok başarılı olan İstanbullular, bu oyunu Cibali Karakolu ismiyle tercüme edip, uzun yıllar sahnede alkışlamışlar. Hatta oyundan sonra meraklanan bazı kent sakinleri, Cibali Karakolu’nun kapısına dayanmış. Oyundan haberi olmayan polis memurlarının şaşkın bakışları altında binayı gezmek istediklerini söylemiş ve tabii reddedilmişler.
“Kokot bir madamın maceraları”nı anlatan üç perdelik oyunun bir perdesi karakolda, diğerleri ise madamın evinde geçiyor. 1955’te ilk defa Muammer Karaca ve Refik Kordağ tarafından sahneye konan oyun, aynı yıllarda Tatlı Meri adıyla Rumca olarak da sahneleniyor. İsminin arkasındaki hikaye ise Emniyet Müdürlüğü’nden İstanbul Şehir Tiyatroları’nın başına atanan Orhan Hançerlioğlu’yla ilgili. Şehir Tiyatroları’nın ünlü aktörlerinden Raşid Rıza, kendisiyle amirane biçimde konuşan Hançerlioğlu’na “Bana bak, kendine gel! Burası Cibali Karakolu değil, sen de bizim bekçimiz değilsin” diyor. Bir darb-ı mesele dönüşen bu hikaye, Türkiye’nin en çok sahnelenen oyunlarından biri olan Cibali Karakolu’na ismini veriyor ve Nejat Uygur’dan Zihni Göktay’a pek çok isim tarafından da devam ettiriliyor. 70’li yıllardan beri kullanılmayan karakol, şimdilerde oyunun macerasını anlatan bir müze olarak düzenleniyor.
Karakol hatırası
Cibali Karakolu’nu sahneye koyan Muammer Karaca, karakolun önünde polis memurlarıyla…
2 – TÜTÜN FABRİKASI
Eski Reji, şimdi Kadir Has Üniversitesi
1884’te Reji şirketi tarafından inşa edilen Tütün Fabrikası, kendi güvenlik birimi, sosyal tesisleri, sağlık ocağı, çocuk yuvası, yangın teşkilatı ve yemekhaneleriyle koca bir mahalle boyunda bir işletmeymiş… 1925’te millîleştirilene kadar Fransızlar, 1925’ten 1994’e kadar ise Tekel tarafından kullanılmış. Tütün fabrikası döneminde, buraya çalışmaya ve yaşamaya gelen binlerce işçi ve memur sayesinde İstanbul’un en canlı semtlerinden biri olmuş bu bölge. Fabrikanın kapanmasının ardından ise kısmen bir çöküntü alanına dönmüş; yerleşim dokusu ölmeye başlamış. 1997’de fabrikayı restore ederek buraya yerleşen Kadir Has Üniversitesi’nin, bölgenin otantik dokusunu korumak ve geleneksel yapısını geleceğe taşımak noktasında yapması gereken çok şey var.
Fabrikada tütün sarar, ‘eşit ücret’ alır gibi
Kadın işçilere kapılarını açan ilk fabrikalardan olan Cibali Tütün Fabrikası, aynı zamanda ‘eşit işe eşit ücret’ tartışmalarına da sahne olur.
Tütün Fabrikası deyince akla ilk gelen kadın işçiler oluyor. Şair A. Kadir’in “Parmaklarında ve pazen eteklerinde tütün kokusu” diye anlattığı, Alpay’ın “Fabrikada tütün sarar sanki kendi içer gibi” derken bahsettiği hep bu fabrikada çalışan genç kadınlar. Kokusunun tütüne sinmemesi için kadınların oje ve parfüm sürmeleri, saçlarını uzatmaları yasaklanmış. Ayrıca fabrika, 1893 gibi erken bir tarihte düzenlenen bir grevin başlangıç yeri olarak, sendikacılık tarihinde de önemli bir yere sahip.
Mutlaka görün!
Müzedeki kalıntılar
Bugün Kadir Has Üniversitesi’ne ait olan binanın içinde Neolitik Çağ’dan Selçuklulara uzanan buluntuların ve Tütün Fabrikası’nın tarihine ait eşya, belge ve makinelerin sergilendiği Rezan Has Müzesi bulunuyor. Üniversite inşa edilirken ortaya çıkan bazı kalıntılar da korunmuş. Güvenlik görevlilerinden izin alarak okul kantininin içindeki mahzen kalıntısını ve Rezan Has Müzesi’nin girişinde yer alan 17. yüzyıl Osmanlı hamamını görmenizi tavsiye ederiz.
3 – ORHAN KEMAL’İN EVİ
Fırın Sokak No:20‘de yoksul, yeşil bir bina
Türk edebiyatının en önemli romancılarından Orhan Kemal’in 1954-1966 arasında yaşadığı evin bulunduğu Cibali Fırın Sokak, bugün yazarın ismini taşıyor. Hatta bir sokak yetmemiş, yanyana üç sokağa birden Orhan Kemal’in ismi verilmiş. Orhan Kemal, Suriye’den Türkiye’ye döndükten sonra Adana’da bir çırçır fabrikasında işçilik yapmış, 1950’de karısı ve üç çocuğuyla birlikte İstanbul’a taşınmış.1953-54 kışında 72. Koğuş’u yazarken de Cibali’deki bu eve taşınmış. Yazarın, Suçlu, Sokakların Çocuğu, Evlerden Biri, Müfettişler Müfettişi romanlarıyla, Elli Kuruş adlı öyküsünün hep bu sokaklardan esinlendiği düşünülüyor. Keşke bu ev restore edilip, yazarın Cihangir’de bulunan müzesi buraya taşınsa… Herhalde bu proje en çok Kadir Has Üniversitesi’ne yakışır.
Tabelası yenilenmeli
Evin duvarında bulunan plaket çalındıktan sonra buraya Orhan Kemal’in evi olduğuna dair iptidai bir kağıt yapıştırılmış. Bu yazı daha sağlam ve görünür bir tabelayla değiştirilse ne güzel olur.
4 – SİRKECİ DEDE TÜRBESİ
Şehrin en eski camisi ve ilk Türk hutbesi
Evliya Çelebi, şehrin en eski şerri mahkemesinin, en eski türbesinin ve en eski mescidinin bu mahallede olduğunu söylüyor. Arapların 8. yüzyıl başında yaptırdıkları mescidin de burası olduğunu yazıyor. Bu hikaye doğruysa, şehrin en eski camisi, yaygın olarak bilinenin aksine Galata’daki Arap Camii değil Sirkeci Dede Türbesi. Türbenin bulunduğu bölge de şehrin en eski Müslüman mahallesi. Yine Evliya Çelebi’nin aktardığı bir başka rivayete göre, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden önce salı gününden cumaya kadar Müslümanların sayılan bu bölgede kalmış. Ayrıca Türkiye’de bir Türk hükümdarı adına (Tuğrul Bey) ilk hutbe de burada okunmuş.
Türbenin içinde yatan zat ise 17. yüzyılda yaşamış bir Halveti şeyhi olan Yorganî İsmail Efendi. Tekkeyi ilk tesis eden kişi, semtin sirkecibaşısı olduğu için burası Sirkeci Tekkesi olarak biliniyor. Yani semt olan Sirkeci’yle karıştırılmasın.
Fıkra değil!
Bir de eğlenceli hikayesi var. Yakın zamanda ekseriyeti Karadenizli olan semt sakinleri, Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan restorasyonda türbenin kubbesinin kurşunla kaplanmasına karşı çıkmış. Bu kurşun plakaların çalınabileceği korkusuyla “Bunlara azıcık elektrik verelim” diye ısrar etmişler. “Olur mu, biri yanlışlıkla dokunur, çarpılır” denilince gelen cevap daha da müthiş: “Tamam, o zaman da evliya çarpti oni deriz”.
5 – AYA NİKOLA KİLİSESİ
Denizden gelenlerin ilk durağı
Sahildeki ana cadde üzerinde bulunan bu Rum-Ortodoks kilisesi, Bizans zamanından kalma eski bir kilisenin yerine 1837’de inşa edilmiş. Kilise, denizcilerin ve çocukların koruyucusu Aya Nikola’nın, nam-ı diğer Noel Baba’nın adını taşıyor. Vaktiyle çok kalabalık bir cemaati olan kiliseye gelip gidenlerin sayısı 1960’larda Rumların şehri terketmesiyle oldukça azalmış. Kilisenin içindeki Aya Nikola ikonasının üzerine bağlanan metal adak levhaları ise 60 yıl öncenin insanlarının gönlünden geçen dilekleri yansıtıyor. Bugünlerde kiliseye, daha ziyade İstanbul’da yaşayan Ukraynalılar geliyor.
Kot farkı
Kilisenin orijinal girişi, asfalt çalışmalarıyla yükselen zeminin altına gömülmüş. Yeni girişin tabelası Türkçe, eski giriş ise Rumca yazılmış.
Mutlaka görün!
Gemi şeklinde avize
Seferden sağ salim dönen denizcilerin, şükranlarını sunmak için kiliseye hediye ettikleri gemi şeklindeki gözalıcı avize, özellikle görülmeye değer.
6 – AYAKAPI
Ayakkabı değil, ‘Aziz Kapı’
Buraya dolmuşla gelirseniz, “Ayakkabı’da inecek var” diyen semt sakinleri kulağınıza çalınmış olabilir. Ama yanlış yazmadık. Buradaki “Aya”, Aya İrini, Ayasofya, Aya Yorgi’deki gibi “Aziz” anlamında kullanılan Aya; yani “Aziz Kapı”…
Cumhuriyetin ilanından sonra, Harf Devrimi ve Miladi Takvim’e geçişten önce yapılan bu çeşmenin üzerinde hicri 1341 yılı var.
Ne demiştik? Her kapının bir karakolu, bir çeşmesi, bir evliyası ve bir de mescidi olur. Şehrin en iyi korunan kapısı olan Ayakapı’da çeşme, türbe, karakolhane ve mescitten oluşan tüm aksam korunmuş. Sadece kahvehanesi bugüne ulaşamamış. O da karakol binasının kafe olmasıyla halledilmiş. Ayakapı’nın özellikle çeşmesi ilgi çekici. İstanbul’da Cumhuriyet dönemi mimarisinin başlangıcı olan bu çeşme, 1925’te henüz yeni harflere geçilmediği dönemde yapılmış. Bu nedenle kitabesi, Arap alfabesiyle yazılmış. Kapının yanında Sekbanbaşı Abdurrahman Ağa’nın türbesi, kapının manevi korumasını sağlıyor. Üstünde mescidi var.
Müzeye taşınmalı
Dikkatli bakılırsa, kapının remizlerinde vaktiyle burada şehrin giriş-çıkışlarını kontrol eden yeniçerilerin armaları görülebilir. Bu taşların yerine replikası konularak kendileri bir an önce müzeye alınmalı
7 – GÜL CAMİİ
Üç dinin efsaneleri bir arada
15. yüzyıl sonlarında cami olarak kullanılmaya başlanan Gül Camii’nin, 9. ya da 10. yüzyılda Hagia Theodosia Kilisesi olarak inşa edildiğine dair yerleşmiş bir görüş olsa da yapının duvar teknikleri 11. yüzyılda inşa edildiğini, dolayısıyla buranın Hagia Theodosia Kilisesi olamayacağını gösteriyor. İsmini büyük ihtimalle yaz-kış güllerle dolaşan Gül Baba adlı evliyadan almış. Tarihsel kişiliğini bilmediğimiz bu evliyanın, caminin ayaklarından birinde yattığına inanılıyor. Gül Camii aynı zamanda sinagoglarda bile görülemeyecek kadar çok Mühr-i Süleyman (Dâvûd yıldızı) ile süslenmiş. Bu yıldızlar, çökmelere karşı bir muska olarak yapının kemerlerine işlenmiş. Caminin batı tarafında, 2. Mahmud’un kızı Âdile Sultan tarafından vakfedilen sıbyan mektebini de görebilirsiniz.
Mutlaka görün!
İstanbul’un en güzel kûfi hatlarından
Gül Camii’nin girişindeki levhalardan birinde İsa’nın havarilerinin Müslüman olduğunu söyleyen bir ayet var. Bir Rum mahallesinin yanında, kiliseden dönme bir camiye asılması hiç de tesadüf gibi görünmeyen bu ayet 19. yüzyıldan beri burada. Ayrıca İstanbul’un en güzel kûfi hatlarından biri de caminin sağındaki küçük apsisin içinde. Burada Kelime-i Tevhid yazılı.