Fransız Devrimi’nden bu yana, son 235 yılda öne çıkan siyasetçilerin önemli bir özelliği; “Tanrı adına” yöneten hükümdar için değil, “halk adına” çalıştıkları iddiasını taşımalarıydı. Ancak bu kişiler, çok daha büyük ve kanlı katliamlardan sorumlu olacaklardı.
Yakın tarih, siyasetin yapılış tarzıyla birlikte, siyasetçilerin profilinde de büyük değişimlere yol açtı. Siyaset her zaman bir güç oyunuydu ve gelecekte de öyle kalacak; ama oynanış biçimi değişirken, katılanların tabanı da hızlı bir genişleme gösterdi. Eski rejimlerde siyaset, esas olarak hükümdarın çevresinde yer alabilen veya yerel güç sahibi olan azınlıkların tekelinde iken, bugün her kesimden insanın yer alabildiği bir faaliyet.
Elbette herşey bir anda Fransız İhtilali ile ortaya çıkmadı. Örneğin Cromwell’in (1599-1658) İngiltere’sinde de kralın otoritesi bitmiş, “kellesi uçmuş”; zenginlerin ve orta sınıfların temsilcilerinden oluşan parlamento bir süre varlığını sürdürdükten sonra feshedilip diktatörlük kurulmuş; akabinde monarşi ve parlamento geri gelmişti. Amerikan İhtilali’nde de (1765-1783) kralın otoritesi reddedilmiş ve genel oya dayanan bir temsilî rejim oluşturulmuştu. Ancak esas değişim Fransız İhtilali ile ortaya çıktı. Bu ülkede aristokrasi ve üst sınıftan ruhbanın yerini tüccarlar, avukatlar ve genel olarak “orta sınıf” adı verilen kesim alacak; ihtilalin millî meclisi, iktidarını yitirdiği birçok dönemi atlattıktan uzunca bir süre sonra tekrar gerçek güç sahibi olacaktı.
Fransız Devrimi savaşları ve Napoléon dönemi, bütün dünyada günümüz siyasetinin ana biçimlerini tayin eden bir etki meydana getirdi. Bunların başında uluslaşma hareketlerinin büyük hız kazanması, modernizasyon ve reform girişimleri, hukuk önünde eşitlik ilkesi, daha iyi bir vergi sistemi gelir. Elbette eğitimi de içeren çok geniş programlar, uluslaşmayla birlikte her ülkede çok hızlı değişimleri getirdi. Batılılar bunlara “burjuva demokratik devrimleri” adını vermiştir.
Biz de, tüm diğer ülkeler gibi, kendi farklı ve özel biçimlerimizle benzer süreçlerden geçtik. İktidarı padişah ve ulema ile her dönemde farklı oranlarda paylaşan sivil ve asker bürokrasi, modernleşmenin ana itici gücü oldu. Devlet (ve daha eskiden ruhban) kademelerinde yükselmek suretiyle politikada etkin konuma gelmek her ülkede geçerli olan bir yoldu ama, iktidarın paylaşılması mülk sahiplerinin yapısına göre farklılaşıyordu.
Son 235 yılda öne çıkan siyasetçilerin önemli bir özelliği, “Tanrı adına” yöneten hükümdar için değil, “halk adına” hareket ettikleri iddiasını taşımalarıydı; kitlelerin gözündeki meşruiyet için bu gerekliydi. Ne var ki “halk adına” yürütülen siyaset, son derece aşırı uygulamaların hayata geçirilmesine de meşruiyet kazandırıyordu; örneğin belli bir kategorideki “halk düşmanları”nın imhası Fransız Devrimi terörüyle başladı. İhtilalin terör dönemi, aristokratları giyotine gönderirken; 20. yüzyılda Naziler Yahudiler’i, komünistleri, Romanlar’ı ve bedensel engellileri toplu olarak katletmeye başlayacaktı. Bolşevikler ve sonra da Çin’deki yönetim, rejim düşmanı addettikleri milyonlarca kişiyi, zengin köylüyü imha etti.
“Halk adına terör” mirası kalıcı olacaktı. Jacobenler’den Naziler’e ve Bolşevikler’e kadar her katliamcı grup, bunu çeşitli komplo ve yalan-dolanla gerçekleştirdi. Bu durum, ilkesiz küçük hesapçıların, ihtiras sahibi demagog ve kariyeristlerin öne çıkmasını kolaylaştırdı.
Ancak şüphesiz madalyonun diğer yüzüne bakmak gerekir. Çok sayıda iyi insan, yeni rejimler sayesinde politik hayatta yerini aldı. Monarşilerin barışçı olan veya olmayan yollarla tasfiyesi, insanlık tarihinde son derece kısa bir sürede gerçekleşti. Elbette “halk adına” yapılan işler her zaman terör seviyesine çıkmadı; ama bu kabul edilemez uygulamalar, daha sonra gelen tüm siyasetçiler için bir meşruiyet gerekçesi oldu; yerel yöneticilerden diktatörlere, meclis üyelerinden ihtilalcilere, iktidar veya muhalefetteki her tür politikacı tarafından kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. Keza, halkların savaşları da kralların savaşlarından çok daha kanlı oldu.
“Halk adına siyaset” prensibi, her ne kadar her türden demagog ve fırsatçıya iktidar yolunu açmış olsa da; gerek 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gerekse aynı aydınlanma etkilerini taşıyan 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, modern demokrasilerin kurulmasında referans teşkil etti. Uygulamadan bağımsız olarak, hukuk önünde eşitlik ilkesi genel kabul gördü. Yine bu metinlerde yer alan “meşruiyetini yitirmiş yönetimlere karşı direnme hakkı” da her türden ihtilalci ve darbeci için haklı veya haksız şekilde meşruiyet vasıtası sayıldı. 4 Atlantik cumhuriyetinden başlayarak kısa sürede dünyanın her yerinde, yönetimin yegane meşru temeli sayılan ve giderek çoğalan millî ve yerel meclisler, her türden iyi ve kötü politikacılarla doldu. Politikacılar, yeni mülkiyet hiyerarşisine paralel mali bağlar geliştirdiler. Bunlara yargı ve yönetimden, basın mensupları ve akademisyenlere kadar her alanda faaliyet gösterenler de eklenecekti.