Meclis-i Umumi, 19 Mart 1877’de, Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu’nda büyük bir katılımla açılmıştı. Osmanlı coğrafyasındaki bu ilk parlamento deneyimi sadece 11 ay sürecek, 13 Şubat 1878’de Bakanlar Kurulu, içinden çıktığı meclisi süresiz tatil edecekti! Aslında II. Albülhamid’in inisiyatifi, kararı ve uygulamasıyla gerçekleşen “Meclis kapatma operasyonu”, 30 yıllık bir mutlakiyet rejiminin başladığına işaret ediyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda durumun kötüye gittiğini tescil eden 1699 Karlofça Antlaşması sonrasında, devlet teşkilatı, sosyal çevre ve eğitim üzerine ıslahat projeleri birbiri ardına sıralandı. Lale Devri, Nizam-ı Cedid, Sened-i İttifak, Tanzimat reformları, yetmedi bir de Islahat Fermanı yayınlandı.
1856’dan sonra Avrupa ülkeleri arasında yerini alan ülkenin, güç bela yönetildiği çok açıktı. Ara ara çıkarılan hukukun üstünlüğüne yönelik fermanlar, ekonomik sıkıntılardan bunalmış, sosyal çalkantılar içerisinde her biri ayrı yönlere giden farklı cemaatlerden oluşmuş tebaayı, Osmanlı Devleti’nin eşit yurttaşlığı idealinde birleştiremiyordu. Yeni Osmanlılar hareketi ile başlayan, Anayasa ve meşrutî idare talepleri ile gerginleşen ortamda gelişen olaylar, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesine kadar vardı. Yine de ortalık sakinleşmedi.
Devletin kuruluşundan beri en karmaşık ve hızlı politik gelişmelerin yaşandığı üç ay içinde Osmanlı tahtı inen ve çıkan üç padişaha sahne oldu. Şehzade Abdülhamid ile Midhat Paşa’nın yaptığı pazarlığın ucunda, halka Anayasa ve Parlamento, şehzadeye Sultan II. Abdülhamid olma garantisi veriliyordu. Darbeler, tahttan indirmeler, suikastler ve kargaşa içinde geçen üç ay mutlu sona ermişti.
Osmanlı devlet geleneğinde kuruluştan itibaren Müslüman olsun, gayrimüslim olsun tebaanın derdini, şikâyetini rahatlıkla dile getirebileceği, hakkını arayabileceği kurumlar işlevseldi. Beylerbeyi divanı, kadılık makamı ve en önemlisi padişahın yönetimindeki Divan-ı Hümayun bu işler için vardı. Devlet oradan idare edilir, hak, hukuk orada aranır, padişahın huzurunda her türlü dert dile getirilebilirdi.
Ne var ki Fatih’in Divan-ı Hümayun’da bizzat bulunduğu bir sırada divan çavuşlarının elinden kurtulup divana varan bir köylünün ulu orta “yüce hünkâr kangınızdır, şikâyetim var” demesi işin rengini değiştirdi. Bu duruma canı sıkılan Fatih, bundan sonra divanı vezirlerle birlikte oturduğu yerden değil kafesin ardından izledi (Halk ile yönetici sınıflar ve hanedan ayrışmasının ilk örneği olabilir). Fatih Kanunnamesi’ne giren madde ile padişahlar kendilerini Topkapı Sarayı Kubbealtı’nda aynı şekliyle günümüze ulaşan “kafes”in ardına kapadılar. Zamanla oraya da uğramaz oldular.
Güçlü sadrazamlar, valide sultanlar, harem ağalarının farklı zaman dilimlerindeki etkileri Divan-ı Hümayun’u da önemsizleştirdi. Yönetim etkisizleştikçe veya zulme saptıkça, halkın, paşaların, silahlı güçlerin zaman zaman adalet talebiyle kalkıştıkları isyanlar sistem değişikliğiyle değil, sadece tahttaki padişahın yerine diğerinin geçirilmesiyle sonuçlandı. Belki de ilk olarak 1703 Edirne Vakası’nda Yeniçeri Ağası Çalık Ahmed Ağa’nın devleti saltanat usulünden cumhuriyet rejimine çevirme isteği gündeme geldi, ama unutuldu.
Kargaşa ve ıslahat girişimleri ile geçen yıllardan sonra Meşveret (Danışma) Meclisleri mekanizması devreye girdi. Buralarda da merkezî bürokrasi ve ulemanın sözü geçerdi. Taşrada eşraf, ayan ve mütegallibenin de halkla birlikte yönetime katılma istekleri geri çevrilemez noktaya gelince, vilayet ve sancak meclisleri teşkilatlandırıldı. Halkın pek etkisi yoksa da güç ve servet sahibi olanların sözünün geçtiği bu meclisler, ülkeyi yavaş yavaş parlamenter yönetim sistemine alıştırıyordu. Midhat Paşa ve arkadaşlarının önderliği, II. Abdülhamid’in iradesiyle Kanun-i Esasi ve Meşrutiyet’in ilanı bu sürecin zirvesidir (Bkz. Ahmet Kuyaş’ın 31. sayımızdaki yazısı).
Osmanlıları Ruslarla karşı karşıya getirecek 93 Harbi’nin (1877-78 Osmanlı Rus Savaşı) hazırlayıcısı, uluslararası Tersane Konferansı’nın da toplandığı gün olan 23 Aralık 1876’da kabul edilen Kanun-ı Esasi (Anayasa), eşit vatandaşlık getirip, hukukun üstünlüğünü esas alsa da padişahın hukukunu biraz daha üstün tutuyordu. Toplum için en önemli yenilik, Meclis-i Umumi adı altında halkın da yönetime katılacağı anayasal kuruluştu (Meclis-i Umumi, Kanun-ı Esasi’ye göre ikiye ayrılır. Birincisi, üyeleri hükümet tarafından belirlenen Meclis-i Ayan (Senato), ikincisi, üyeleri ahali tarafından belirlenen Meclis-i Mebusan (Parlamento) adını alır). Daha Kanun-ı Esasi kabul edilmeden, mebus seçimi hazırlıkları başlamıştı. Bu sayede Osmanlı Devleti’nin Anadolu, Rumeli, Arap Vilayetleri ve Kuzey Afrika’daki vilayetlerinden kısa sürede mebuslar seçildi. Bazıları gelmediyse de 19 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu’nda büyük bir katılımla Meclis-i Umumi’nin açılışı gerçekleştirildi.
Sultanahmet semtindeki ilga edilen Darülfünun’un binası, artık Meclis-i Mebusan olarak anılacaktı. Osmanlılığın sesi olacak binanın perde, koltuk ve kanepelerinin yerli kumaşlardan yapılmış olması bile gurur vesilesi kılınıyor belki de yerli ve milli oluşa bir katkı gözüyle bakılıyordu. Dördü umuma açık, üçü gizli olmak üzere haftanın yedi günü toplantı yapılacaktı. Yerli-yabancı basın ve diplomatik misafirlere yerler ayrılmış, talebin fazlalığını dengelemek için biletler dağıtılıyordu. Konuşmaların modern usullerle, zabıt kâtipleri tarafından yazıyla kaydedilebilmesi için ünlü İtalyan stenograf Bondini getirilmiş, Türk kâtipleri stenografi ile tanıştırıp eğitmişti. Bina günler öncesinden açılışa hazırlansa da, Sultan Abdülhamid açılış töreninin Dolmabahçe Sarayı’na alınmasını istemişti.
İstanbul o gün olağanüstü günlerinden birini yaşıyordu. Bütün resmî daireler tatil edilmişti. Beklenen an geldiğinde Sultan Abdülhamid, Topkapı Sarayı’ndan getirilen, cülus (tahta çıkma) ve muayede (bayramlaşma) törenlerinde kullanılan tahtın önünde ayakta durdu. Mabeyn Başkâtibi Said Paşa’nın okuduğu nutkun ardından dualarla meclisin açılışı tamamlandı. Top sesleri artık Osmanlı Devleti’nin de bir parlamentosu olduğunu ilan ediyordu.
Meclis’te her millet ve dinden vekiller, sayıları eşit olmasa da söz sahibi olmakta eşittiler. Her isteyen mebus adayı olamıyordu. Halkın bir miktar servet ve iktidar sahibi olanlarına vekil olma şansı verilmişti. Başta Sadrazam Edhem Paşa olmak üzere Cevdet, Rüştü, Namık Paşalar gibi önemli devlet adamlarının Meclis-i Mebusan üyelerine hesap vermek, denetimleri altına girmek gibi hususlara tepkileri, Meclis-i Mebusan’a toptan muhalefete dönüşmüştü. Batı dünyasının sermaye çevreleri ve İstanbul’daki uzantıları bankerler de gidişattan huzursuzdu. Yıllardır etkili makamlara gelmesinde etkilerinin olduğu bürokratlar ve devlet adamlarıyla iş görmeğe alışmışlardı. Halkın desteğini almış, otoritesini kanıtlamış bir parlamento ve tanımadıkları mebuslarla, eskisi gibi rahat hareket edemeyebilirlerdi.
Yıllardır saray ve bürokrasi çevresinde kümelenen bir grup da akıbetlerinden endişelenmeye başladı. Gelir kaynaklarının denetlenmesiyle bundan mahrum kalacaklarını kısa sürede kavrayıp, muhalefeti ve padişahı tahrik etmeye kalktılar. Sultan Abdülhamid zaten tahrike gerek kalmadan da bir hal çaresi aramağa başlamıştı.
Bu muhalefete rağmen Tanzimat reformlarından itibaren gerçekleştirilmesine çalışılan “Osmanlılık” idealinin tezahür ettiği bu meclis, toplumda büyük umutların yeşermesine yol açtı. Ahmed Vefik Paşa ilk başkan olarak olağanüstü bir yönetim tarzı gösterdi. Ne var ki Kanun-ı Esasi’nin mimarı ve Meşrutiyet’in hazırlayıcısı Midhat Paşa Meclis’te yoktu. Çünkü az bir müddet önce sadaretten azledilip yurtdışına sürülmüştü.
Meclis-i Umumi iki devrelik ömrünün ilk devresinde üç ayda 20, ikinci devrede iki ayda 15-16 defa toplandı. Bu kadar kısa sürede etkisi olmadığı, toplumun önüne geçip atılım fırsatı yaratamadığı iddiaları mesnetsizdir. Birinci Devre toplantılarının bitiminde Dersaadet Mebusu Hasan Fehmi Efendi’nin padişaha sunduğu teşekkür nutkunda yapılan işler tek tek gösterilir. İlginçtir, bu nutukta Abdülhamid öncesi dönem “devr-i istibdat” olarak nitelenir ve Anayasa ile Meşrutiyet’i getiren sultana övgüler düzülür.
Ruslar tarafından savaş esnasında Osmanlı tebaası Hıristiyanlara yönelik kalkışma çağrılarını Meclis’teki Müslümanlar kadar tüm Hıristiyan vekiller de protesto etmiş, Osmanlılık etrafında birleştiklerini dünya kamuoyuna göstermişlerdir. Uzun süredir dış müdahalelere açık Hıristiyan toplumu Meclis çatısı altında devletle ve diğer farklı dinden unsurlarla bir dayanışma ruhu geliştiriyordu. 93 Harbi’nin en şiddetli zamanlarında gerek askerî gerekse mâli başarısızlıkların üzerine korkusuzca giden vekiller, sorumluların Meclis’e hesap vermesinde ısrarcı olmuşlar, Sadrazam Edhem Paşa kabinesinin Sultan Abdülhamid tarafından azledilmesine zemin hazırlamışlardır.
Mahmud Celaleddin Paşa, büyük bir kısmını birebir yaşadığı bu devrin olaylarını, kaleme aldığı Mir’at-i Hakikat adlı eserinde ayrıntılarıyla anlatır. Süleyman Paşa ile bazı taraftarlarının kamuoyunda ve mebuslar arasında mağlubiyetin en önemli sorumlularının padişah ve bakanlar olduğuna dair propagandalarının aleyhine sonuçlar vereceğinden oldukça ürken II. Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı kapatabilecek, mebusları İstanbul’dan memleketlerine sürebilecek bir sadrazam arıyordu. Meclis-i Mebusan’ın ilk reisi Ahmed Vefik Paşa’yı bu iş için gözüne kestirdi ve başvekil unvanıyla sadarete getirdi.
Rusların İstanbul’a doğru ilerlemelerine hiçbir engel kalmamışken, durumu müzakere için toplanan vükela ve ricalin türlü türlü fikirleri ortaya çıktı. Kimisi Abdülhamid’i Anadolu’ya geçirmekten, kimisi asla teslim olmayıp savaşı sürdürmekten bahsederken, padişah da kaçmayı asla düşünmediğini, canını ortaya koyarak savaşacağını Ahmed Vefik Paşa’ya bildirdi. Akabinde padişahın huzurunda bazı mebusların da olduğu bir toplantı düzenlendi.
Burada tarihimizde pek hatırlanmayan bir isim öne çıkar: Astarcılar Kethüdası Hacı Ahmed Efendi. Bu İstanbul mebusu, meclis zabıtlarına göre oldukça muhalif ve çetin ceviz bir kişiliktir. Sözünü Meclis’te sakınmadığı gibi padişahın huzurunda da sakınmaz. “Huzur-ı Şahane’de böyle meclis akdiyle işlerimize çare düşünülmesi vaktinde gerekti. Harben mevkiimizin güzel zamanları geçirildi. İş bu dereceye geldikten sonra ne denilir” der demez, Abdülhamid’in sinirleri gerilir. Hazine-i Hassa Nazırı Said Paşa’ya hiddetle “Said Paşa, şu herife bir cevap ver, heyet işitsin” der. Said Paşa yerinden kalkıp Ahmed Efendi’ye durumu izah ederken, Abdülhamid gergin haliyle uzun bir nutka başlar. “Ben devlet ve milletimin hukukunu zayi etmedim. Benim başıma gelen ecdadımdan hiçbirinin başına gelmemiştir… Bu adamın geçen olaylara atfen şu heyet içinde makamıma söylediği sözleri hiçbir şekilde kabul etmem. Ben şu meselede vazifemin icrasına çalışmakla milletimden mükâfat beklerim” der. Ahmed Efendi başını öne eğse de Mahmud Celaleddin Paşa’nın tabiriyle “başı sarıklı esnaf gürûhundan kayıtsız bir adam olduğundan safderunlukla” sözlerini sürdürerek “benim maksadım sitem değildir, halimizin vehametini ortaya koymaktır” diyerek ısrarcı olur. Padişah eskisinden daha sert sözlerle uzun bir konuşma yaparak toplantıyı terkederken, Ahmed Efendi’nin Meclis-i Mebusan tarafından cezalandırılmasını ister ve “bu kadar adaletli davranmasına rağmen artık Sultan Mahmud’un yoluna gitmeğe mecbur olduğunu” belirtir. Ahmed Efendi bir odaya kapatılır ve başına muhafız dikilir. Çok geçmeden Abdülhamid tarafından affedilecektir.
Artık II. Abdülhamid’in hedefi Meclis-i Mebusan’ın bir an önce kapatılmasıdır. Kendini suçlayan ve Abdülaziz’i hal’eden ekibin adamlarıyla dolu olduğunu düşündüğü Meclis’in varlığı çok tehlikelidir. O meclis ortadayken saltanatındaki egemenliği bölünecek ve tasarladığı yönetim anlayışını gerçekleştirmesi imkânsız hale gelecektir.
İkinci Devre Meclis görüşmelerinin tatiline bir ay kalmıştır ama, savaş mağlubiyetinin zorladığı şartlarda bir ay bile tahammül edilemez. Astarcılar Kethüdasının muhalefetinin sinirleri bozduğu toplantının ertesi günü, 13 Şubat 1878’de, Vefik Paşa ve bakanlar kurulunun imzalarını taşıyan bir mazbata hazırlanarak Meclis-i Mebusan’ın tatil edilmesinin gerekçeleri sıralanır. Sultan’ın kendini güvenceye almak ve tarih önünde, Meclis’i bakanlar kurulunun talebi üzerine kapattım diyebilmenin gerekçesi olarak, bu mazbatanın sipariş edildiğini söylemek akla yakın gelmektedir. Mazbata üzerine, padişahın onayıyla Meclis-i Mebusan tatil edilir. Böylelikle Osmanlı devrinin kısa süreli de olsa ilk ve coşkulu parlamento deneyimi sona erer.
Kanun-ı Esasî de askıya alınmış olur. Anayasa’da dört yıllığına seçim olacağının açık hükmüne rağmen, bir yıllığına seçim yapılmasının hikmeti de ortaya çıkar. Ülke bilfiil Abdülhamid’in tek adam politikası ile idare edilmeğe başlanır. Kanun neşri söz konusu olmadığından kısa süre sonra Takvim-i Vekayi (Resmî Gazete) kapatılacak ve kanun yapma ihtiyacı kararname ve padişahın iradeleri ile giderilecektir. Parlamentonun yeniden açılması ve Anayasa’nın tekrar yürürlüğe konması için 30 yıl beklemek gerekecektir.
Meclis-i Vükelâ Mazbatası Sûreti
Malûm-ı âlî buyurulduğu üzere Meclis-i Umûmî’nin vezâif-i asliyesi kavânîn lâyihalarının tedkîk ve müzâkerâtından ibâret olarak bunun tamâmî-i cereyânı ise ahvâl ve ezmine-i âdiyede Vükelâ-yı Devlet’le Heyet-i A’yân ve Meb’ûsân beyninde teâtî-i efkâr ve ârâ ile hâsıl olmak emr-i tabîi bulunduğu ve ma’a hâzâ Devlet-i Aliyye’nin uğradığı politika buhranı bugünkü günde her türlü hâl ü hareketi fevkalâde bir şekle koyup evkât-ı âdiyede kâbil-i icrâ olan mu’âmelâtı îfâ eylemek mümkün olamayacağı ve ale’l-husus Meclis-i Umûmî devam ettikçe her gün ve belki her saat zuhûr[a] gelen vukû’âtın gerek politikaca ve gerek idâre-i dâhiliyece beyne’l-vükelâ ittihâz olunan kararları kâ’ideten meb’ûsân ve a’yâna tebliğ eylemek lazım gelerek buna ise vakt ü maslahat müsâid olmadıktan kat’ı nazar böyle fevkalâde ahvâl içinde müştereklerimiz olan devletlerle cereyân etmekte bulunan muhâberât netâyicinin vakt ü zamânı gelmeksizin Meclis-i Umûmî’ye arzı âlemin hiç bir tarafından câiz olamayacağı ve bu cümle ile berâber meclisin şimdiki ictimâ’ı müddetinin hitâmına bir ay kalarak Edirne’de henüz mübâşeret olunan mükâlemât-ı sulhiyyenin itmâmı içün andan ziyade zaman iktizâ edeceği ve Kânûn-ı Esâsî hükmünce Zât-ı Şevket-simât-ı Hazret-i Padişâhî Meclis-i Umûmî’nin vaktinden evvel küşâdı ve zaman-ı ictimâ’ının temdîd veya tenkîsi hukûk-ı âliyesini hâiz bulundukları mülâbesesiyle meclis-i mezkûrun mücerred ahvâl-i hâzıra ve esbâb-ı ma’rûza mukteziyâtından olmak üzere muvakkaten ta’tîli bi’l-ittihâd tezekkür ve tensîb olundu ise de icrâ-yı îcâbı menût-ı irâde-i seniyye-i cenâb-ı Şehinşâhî olmağla ol bâbda ve katıbe-i umûrda emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emr efendimizindir.
Fî 10 S[afer] sene [12]95 / [13 Şubat 1878]
Ahmed Vefik [Başvekil-Sadrazam], Halil [Şeyhülislam], Rauf [Serasker], Said [Bahriye Nazırı], Server [Hariciye Nazırı], Hurşid [Adliye Nazırı], Kânî [Maliye Nazırı], Subhi [Maarif ve Evkaf Nazırı], Ohannes [Ticaret ve Nafia Nazırı]