Hilafetin kaldırıldığı tarihte (3 Mart 1924) Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Millîleşme yolunda bir çaba olan Diyanet, laik cumhuriyette dini tanzim etme hedefiyle kurulmuştu. Hilafete karşı varlık bulmuş bir kurum, zaman içerisinde gelenekçi-muhafazakar kesimlerin etkisi ve eşliğinde, Osmanlı-İslâm yüceltisine yöneldi ve günümüzdeki yapıya evrildi.
Diyanet 100 yaşında… 3 Mart 2024 sadece halifeliğin kaldırılmasının değil, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşunun da 100. yıldönümü. İlk akla gelen soru şu: Bugünkü Diyanet, 100 yıl önce kurulmuş Diyanet midir; yoksa 3 Mart 1924’te kurulmuş olandan farklı, hatta söylemiyle-eylemiyle onu kuranların hedeflerine karşıt bir yapı mı var ortada? Sorunun cevabı, evet. Peki cumhuriyeti kuranlar, laiklikle bağdaşmaması bir yana, zamanla laik rejim açısından giderek bir “patoloji”ye dönüşen böyle bir kurumu neden var ettiler? Bu soruyu cevaplama yolunda da en önemli ipucu, Diyanet’in kurulduğu gün, hilafetin kaldırılmış olmasıdır. Cumhuriyet, “İslâm enternasyonalizmi”nin simgesi olan hilafeti tarihe havale ederken, bir “nasyonal (ulusal) İslâm” arayışında Diyanet’i tesis etmişti. Elbette burada yeni kurulmuş cumhuriyette dinin toplumsal-kültürel işleyişini denetleme gayesi de vardır; ama Diyanet, daha önemli olarak, dinde millîleşme yolunda bir çabadır.
Diyanet sözkonusu olduğunda cumhuriyetin başlangıçtaki motivasyonu; 20 Haziran 1928’de İstanbul Darülfünunu İlahiyat Fakültesi’nde Fuat Köprülü başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanıp kamuoyuyla paylaşılan “dinî reform” programındaki şu satırlarda karşımıza çıkar:
“Demokrasi sahasında tecelli eden muazzam Türk inkılâbı; lisanî, ahlakî, hukukî, iktisadî bütün içtimaî müesseseleri ile başlıca iki manzara gösteriyor. Birincisi: bütün içtimaî müesseselerin ilmileşmesi; ikincisi: bütün içtimaî müesseselerin millîleşmesi. (…) Din de içtimaî bir müessesedir. Diğer içtimaî müesseseler gibi hayatın zaruretlerine katlanmak, tekâmülün seyrini kovalamak zorundadır” (akt. Gothard Jäschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, 1972, s. 40).
Demek ki cumhuriyet, bugün ülkemizde sıklıkla duyduğumuz o meşhur deyişle, “yerli ve millî” bir din var etmek istemektedir! Tıpkı karşılaştırmalı din ve İslâm çalışmalarının önde gelen isimlerinden Wilfred Cantwell Smith’in 1940’larda Türkiye ziyaretinden aktardığı şu sözlerde olduğu gibi:
“Bir Türk-İslâm’ı inşa etmek istiyoruz; yalnız bizim olan, bizim (yeni) toplumumuza uygun ve onunla bütünleşmiş bir İslâm… Nasıl Hıristiyanlıkta Anglikanizm tamamen İngiliz tarzı bir Hıristiyanlıksa aynen öyle. Anglikanizm ne İtalyan ne de Rus’tur. Ama kimse onu Hıristiyan olmamakla suçlamaz. Niçin biz de kendi İslâmımıza sahip olmayalım” (Islam in Modern History, 1957, s.193).
Bir Diyanet İşleri Başkanlığı var etme yoluna neden gidildiği sorusunun yanıtı, bu alıntılarda berraklaşır: Din, bir “içtimai müessese” olarak millîleştirilmek istenmekte, bir “Türk-İslâm’ı” inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu doğrultuda Millî Mücadele’yi sürdürenlere ölüm cezası yağdıran fetvayı yazan Mustafa Sabri ve imzalayan Şeyhülislam Dürrizade karşısında; Kuvâ-yi Milliye’den yana fetvası nedeniyle halife-sultan tarafından idamına hükmedilmiş Ankara Müftüsü Rifat Börekçi’nin ilk başkan olarak atandığı bir Diyanet vardır!
Cumhuriyeti kuranlar, kendi bindikleri dalı kesecek kadar ne yaptığını bilmez insanlar değildi. Onlar İslâm’ı ulus-devlet sınırları dışına taşmayan biçimde yeniden yapılandırmak istedi. Bu bakımdan, bütün Müslümanlar için bağlayıcılık iddiasındaki halifelikten vazgeçerken nasıl modern ulus-devlet parametreleriyle hareket ettilerse; Diyanet’i kurarken de kafalarında o parametrelerden biri vardı. Bu da “reformasyon”du.
Batı modernitesinin temel dönüşüm dinamiklerinden Protestan reformunun bir sonucu da, Katolikliğin “evrenselci” anlayışına karşı dinin (Hıristiyanlığın) ulusallaşmasıdır. Avrupa’da Reformasyon sonrası süreçte yaygınlık kazanan ulusal kiliseler, yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere (“Anglikanizm ne İtalyan ne de Rus’tur; İngiliz tarzı Hıristiyanlıktır”) belli ki cumhuriyetin öncü kadrolarına da esin kaynağı oluşturmuştu. Bu gerekçeyle, halifelik gibi “İttihad-ı İslâm” (Pan-İslâmizm) öneren, İslâm adına “evrenselci” bir kurum kaldırılmış ve “ulusal din” arayışına gidilerek Diyanet kurulmuştu. Kuran’ın, ezanın, hutbelerin, duaların Türkçeleştirilmesi yolundaki girişimler de aynı arayışın sonucuydu. Diyanet’in ilk başkanı Rifat Börekçi, 1926 sonunda halkın anlayabileceği bir Türkçe Kuran ile hadislerin “sahih” bir çevirisinin yapılacağını ilan etmiş; Darülfünun İlahiyat Fakültesi komisyon raporunda da ibadet lisanının Türkçe olması, duaların, hutbelerin Türkçe şekillerinin kabul edilip kullanılması önerilmiştir. Bu girişimler, şüphesiz “İslâm’ın tasfiyesi”ne bir gidişi hedeflemiyordu. Amaç, bir “Türkiye İslâm’ı” yaratmaktı.
Peki bu amaç nerede-nasıl sekteye uğradı? Elbette dünya sisteminde olup bitenlerle ilgili siyasi akış, özellikle çokpartili yaşama geçildikten sonraki dış ve iç dinamikler önemlidir. Ancak altını çizmek gerekir ki din adına ülke sınırları içindeki mevcut çeşitlilik, darmadağınıklık ve karmaşıklık da “ulusal İslâm” var etme yolunda ciddi bir engel olarak belirmiştir.
Mezhepler, tarikatlar, pagan ya da panteist köklere dayalı ama İslâmî bir çehre edinmiş halk inançları… Diyanet, işte böyle bir kompozisyon içerisinde; ulus olmanın dinde de gerektirdiği türdeşlik ve bütünlüğü sağlama yolunda; modernliğin olmazsa olmazı okur-yazarlık ilkesiyle buluşabilecek tek seçenek kitabî din birikimine; bunun için de Osmanlılar’dan miras Sünnî İslâm’a yöneldi. İşte bu da reformist hedef açısından ciddi bir açmaz oluşturmuş; aksi yönde bir “restorasyon”a kapı aralamıştır. Ayrıca Diyanet kadrolarını oluşturan gelenekçi-muhafazakar ve bağlantılı olarak Osmanlılar’a hayran kesimler eşliğinde, kurumun laik cumhuriyetin kuruluş ideallerinden çok Osmanlı-İslâm yüceltisine yönelimi giderek belirginleşti. Öyle ki Diyanet’in bastırdığı takvim yapraklarında hilafet özlemleri dillendirilmeye başlandı. Böylece hilafete karşı varlık bulmuş Diyanet, hilafeti savunan bir çizgiye taşındı.
Bugün de, cumhuriyetin ürünü laik yaşam biçimini benimsemiş kesimlere dinsel yaşamı empoze eden bir Diyanet var. Dolayısıyla, laik cumhuriyette dini ulusal çerçevede “tanzim etme” hedefiyle kurulmuş Diyanet yerine; artık din adına laik cumhuriyet sistemini sorgulayan bir kurum hüviyeti görülüyor.