Dünyada ve ülkemizde “şahane” bir seneyi geride bıraktık. 2021’in “pandemik” günleri; kayıplar-siyasi krizler-düşmanlıklar-cinayetler-ekonomik sıkıntılar ve mutsuzluklarla örülü hayatlarımızı değiştirmediği gibi daha da ağırlaştırdı. Yani, “dünya çapında ciddi bir salgın var; diğer konuları es geçmeyelim tabii ama, en azından bu kritik noktada biraraya gelelim” gibi bir anlayış-
yaklaşım insan türünde hâkim hâle gelemedi. Özellikle ülkemizdeki siyasi-toplumsal itişmeler, salgın hastalık falan dinlemedi, hastalığa meydan okudu! Geçmişi kaydetmek de geleceğe hazırlanmak da pek biz Türklere göre işler değil. Bu bakımdan gerek anne-baba-dede-nine gerekse bebek-çocuk-gençlerle ilgili meselelerde bilgi ve iş üretmeyiz; hassasiyet ve politika ve “manevi değerler”i kendi meşrebimizce abartarak birbirimizi yeriz. Bu birbirini yiyerek beslenme durumu, proteini-vitamini-karbonhidratı sadece anlık bir “idare etme” sağlayan; kalıcı bir sisteme dönüşemeyen, spekülatif bir rejimdir. Ülkemiz de çok uzun yıllardır böyle rejimler tarafından idare edilmektedir. Karacaoğlan, “Gurbet elde çok eğleştim / Nazlı yârim ağlar şimdi” demiş. Plan-program yapabilmek için önşart olan metot bilgisi, bizim coğrafyamızda üretilmez; dolayısıyla özellikle Anadolu topraklarındaki toplu veya bireysel hareketler, yani gerek siyasal nedenlerle yapılan akınlar gerekse şahsi inisiyatiflerle çıkılan barışçı yolculuklar, kalıcı toplumsal sonuçlara veya yazılı anılara dönüşmez. “Kulaktan kulağa, dilden dile” geleneği de, mâlum her kulak ve dil değiştiği için, zamanla unutulur veya yalan olmasa da “efsane” olur, tarih olmaz. Ancak bu sistemsizliğin bir de pozitif, bize ve başkalarına iyi gelen bir tarafı vardır. Şimdiki zamanı sonsuz gibi yaşamak, hem insanımıza hem toplumumuza, yerleşik Batı ve Doğu toplumlarının aksine müstesna bir “dinamizm” katar. Öteden beri zaman zaman başka ülkelerden gelen yabancıların “Türk toplumu ne kadar da dinamik!” diyerek olumladıkları bu vaziyet; biliriz ki hafif şizoid bir tazelenmişlik vaziyetidir. Zira bu yanılsama, neredeyse hiçkimsenin doğduğu evde ölmediği; çocukların-gençlerin eski İstanbul karelerini görünce fotoşop sandığı; geçen hafta geçtiğiniz yolun yönünün değiştiği; mahallenizdeki mekanın yeni Arap sahibinden “Yallah” diyerek sepetlendiğiniz bir zamanda yaşandığı gerçeğini değiştirmez. Sonuçta, hakedilmiş bir durum vardır; çünkü tarihimizi ve bugünümüzü ucuz böbürlenmelerle ve ideolojik-dinî-siyasi yaklaşımlarla yaşatabileceğimizi sanmışızdır. Sürekli olanın neredeyse sadece yanılgılar olduğu coğrafyamızda, “ders almak” bir yana, kendimizi uzman-hoca sayarak-sanarak birbirimize ders verip duruyoruz. İşte belki de bu noktada ‘mizah’ bizi biraz olsun kurtarıyor. Her ne kadar kendi kendimizle dalga geçebilmek konusunda ciddi sıkıntılarımız olsa da, “güleriz ağlanacak hâlimize” diyerek önemli bir gelenek, evrak, kültür oluşturabilmişiz. Reaksiyon kültürünün acı-tatlı mizahı…