Aralık
sayımız çıktı

1920’ler: Müzik-dans-eğlence 2020’ler: Hijyen-maske-mesafe

Bu sıkıcı 20’leri idrak ettiğimiz günlerde, renkli ve bol cümbüşlü 1920’lere dönecek olursak… Aslında bizim de en azından ülke olarak, yakın zamana kadar pek bir kükrediğimiz, kükremekle kalmayıp “atara atar, gidere gider” tarzında bir Demet Akalın felsefesiyle dünya siyaset sahnesine renk kattığımız ortada. “Tatlı tatlı yemenin bir de ekonomik buhranı vardır” derecesine gelen 1929’la birlikte bu kükreyen 20’lerin nefesi kesilmişti… Ama enseyi karartmayalım; elbette bazen çiçek açıp bazen solacağız; bugün ağlıyorsak yarın güleceğiz.

 Bileniniz vardır mu­hakkak: 1920’li yılla­ra Amerika’da “roa­ring twenties” yani “kükreyen 20’ler” diyorlar. Anlaşılan o ki, o dönem bol bol kükremiş, tatlı tatlı yemişler; eh bu işler­den çok anlamam ama netice­si de 1929 Ekonomik Buhranı olmuş. Tabii ilgili olmak zo­runda değil ama, bu 1920’leri böyle “kükreyen” diye tanım­latan şeylerin başında o za­manlar “Büyük Harp” denilen 1. Dünya Savaşı’nın bitmesi ve savaş sonrası dünya başkent­lerindeki ani çılgınlık, “boş­ver boşver arkadaş başka bu­lursun, bütün kalbin sevinçle neşeyle dolsunculuk, bas bas paraları Leyla’yacılık” gibi ne­şeli coşumculuklar var. Hani en dönem filmi sevmeyenin bile o dönemde geçen filmle­re tav olduğu, 80’lerin çılgın partilerinin yanında anaokulu doğumgünü partisi gibi kaldığı yıllar bunlar. Bir yanda Cihan Harbi’nin dehşetinin yarattı­ğı işi deliliğe vuran Dada’lar falan, diğer yanda “harb bit­ti, şimdi vurgun zamanı” diye çılgınca küpünü doldurmaya başlayan ve borsayla, şunun­la-bununla hızla zenginleşen büyük kapitalistler.

Tabii resmen, “tatlı tatlı yemenin bir de ekonomik buh­ranı vardır” derecesine gelen 1929’la birlikte bu kükreyen 20’lerin nefesi kesiliyor, hık zık ediyor; zaten savaşın so­nundan beri antikomünizm fonlarıyla beslenip büyüyen faşizm heyulası yalnız Al­manya’ya da değil, dünyanın dörtbir yanına çöküyor. Tabii böyle determinist bir şeyler söylediğiniz zaman illa ki yan­lış oluyor çünkü hiçbir şeyin tek sebebi yok, hiçbir şey iki cümlede açıklanamaz. E ama o zaman da iki laf edemiyorsun, her cümlenin doktora tezi ol­ması iktiza ediyor.

Tabii artık 1920’lerin üze­rinden şaka-maka 100 yıl geç­tiği için, günümüzde 20’ler de­meden önce hangi 20’ler oldu­ğunu tanımlamak lazım. Yani tamam, 80’ler disko partisi­ni 1880’lerle karıştırmazsın; “90’lar müziğine bayılıyorum” dediğinde kimse sizin Harun Kolçak’ın “Gir Kanıma” şarkı­sına değil de Dvořák’ın Requ­iem’ine hasta olduğunuzu dü­şünmez (Tabii dergimizin de pek kıymetli yazarı Ali Murat Hamarat müstesna: O, 90’lar dediğinizde bırakın 1890’ların Dvořák’ını, doğrudan 1690’lar­dan bahsetttiğinizi zannedip sizinle Bach’ın “Ach, was soll ich Sünder machen?” kantatı­nın ne de güzel olduğunu ama şu Mi Minör Füg’ün Bach’a ait olduğundan pek de emin ol­madığını, yarım saat anlata­caktır. Yarın öbür gün başınıza gelirse hiç darılır gücenir de­meyin, “Yok kardeş ben Harun Kolçak’tan bahsediyorum, sen kimin evini sordun?” deme­ye çekinmeyin. Ben 20 yıl ön­ce “90’ları seviyorum” derken Yonca Evcimik’ten bahsetti­ğimi itiraf edemediğim için yıllardır iki günde bir “A bak bunu da seversin” diye 17. yüz­yıl Barok bestecilerine maruz kalıyorum. Klavsen içinde kal­dım, içim şişti).

Ancak artık 20’ler dediği­mizde, içinde bulunduğumuz yıllardan bahsettiğimiz belli olmadığı için bir sıfat şart ol­du. 1920’lerinki zaten “roa­ring”; ben de diyorum ki, bu içinde bulunduğumuz zamana da “boring” yani sıkıcı 20’ler diyelim gitsin. Zira kapanma­lar, karantinalar, tedbirler, te­laşeler derken sıkıcılığından maşallah hiç kaybetmedi. Ta­bii böylelikle, zaten yapıldı­ğında utanç verici bir sosyal suç olan bir kelime esprisi­ni, hele ki İngilizce yapmaya kalktığım için insan içine çı­kamamam gerek ama, malum korona tedbirleri, zaten bir ye­re çıktığımız yok.

Bu sıkıcı 20’leri idrak etti­ğimiz günlerde, renkli ve bol cümbüşlü 1920’lere dönecek olursak… Aslında bizim de en azından ülke olarak, yakın za­mana kadar pek bir kükredi­ğimiz, kükremekle kalmayıp “atara atar, gidere gider” tar­zında bir Demet Akalın felse­fesiyle dünya siyaset sahne­sine renk kattığımız ortada. Yine de elbette 1920’lerdeki maskeli balolarda nerede ak­şam orada öbür akşam dede­lerimiz kadar olmasa da, sık yurtdışı gezileri ve bol kese­den harcamalarla tatlı tatlı yediğimiz ve en nihayetinde tıpkı dedelerimizin 20’lerinin sonunda tecrübe ettiği gibi o tatlı tatlı yemelerin arabesk fantezi bir dışavurumunu id­rak ettiğimiz söylenebilir.

Sevindirici tarafı, her şeyin hızlandığı günümüzde bu tip dönüşümler geçmişe kıyas­la daha uzun sürüyor. Eskiden “dünyayı sarsan 10 gün”ler varken, şimdi dünya sarsı­lacak diye bekle Allah bekle. Farkına bile varamadan, adı­nı bile koyamadan kükreyen 20’lerin ardından ne olduy­sa bize çoktan oldu bile. Ama enseyi karartmayalım; elbette bazen çiçek açıp bazen solaca­ğız; bugün ağlıyorsak yarın gü­leceğiz. Ki zaten sinirimizden gülmeye başladık bile bakın. Son 10 yılın siyaseti ağırlıkla, deliye yatmakla dalgaya almak arasında gidip geliyor.