Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Ölmek üzere olanlar, seni selamlar yüce Sezar!*

Netflix platformunda kısa sürede en çok izlenen dizi haline gelen “Squid Game / Kalamar Oyunu”; ekonomik-toplumsal olarak çaresiz duruma düşmüş-düşürülmüş insanların, büyük bir para ödülü için birbirleriyle yarıştırılmasını anlatıyor. Bu “ölümüne” yarışma aynı zamanda ultra zenginler tarafından izlenip, bahislere konu oluyor. Beyazperdede iyi bilinen bir temayı, günümüz vahşi kapitalizmine ve yerel temalara bağlı işleyen gayet başarılı bir Kore mini dizisi.

* Ave Imperator, morituri te salutant

Eylül ortasında Netflix’te sessiz sedasız, reklamı yapılmadan bir Kore di­zisi yayına girdi. Yayınlanma­sından sadece 4 gün sonra 90 ülkede en çok izlenen diziydi. Netflix’in İngilizce dışında en başarılı işi olan “Squid Game” için içerik bölümünün başın­daki Ted Sarandos “Bugüne ka­darki en büyük projemiz olması çok muhtemel” dedi.

Sinemacı Hwang Dong- Hyuk’un yazıp yönettiği 9 bö­lümlük mini dizi, aşırı şiddet içeren bir hayatta kalma dra­ması ve kapitalizm üzerine bir yorum. Basit ama iddialı bir kurguya sahip, hızlı tempolu, karakter odaklı ve “bağımlılık yapıcı” bir iş. Dizi, Güney Ko­re’de borç batağında bir grup insanı konu ediyor. Bu insan­lar gizemli bir biçimde çocuk oyunları oynayarak yaklaşık 40 milyon dolar kazanabilecekle­ri bir yarışmaya katılmaya ikna ediliyor ve bayıltılıp uzak, ıssız bir adadaki tesise getiriliyorlar. İlk oyunda, kaybetmenin anın­da öldürülmek anlamına geldiği ortaya çıkıyor ve katılan 456 ki­şinin yarısından çoğu kafaları­na kurşun sıkılarak öldürülüyor.

Kurallardan biri, bir demok­rasi illüzyonu: Çoğunluğun iste­ğiyle oyunlara son verilebiliyor. Bunun üzerine oylama yapılıyor ve oyundan vazgeçiliyor. Dışarı çıkan güruhtan büyük bir ço­ğunluk, gerçek dünyanın da ça­buk değil ama yavaş yavaş ölü­me götüren bir “cehennem” ol­duğunu tekrar hatırlayıp kendi istekleriyle oyuna geri dönüyor.

Dizinin geri kalanı, hepsi “ölümcül derecede” çaresiz bir­kaç karakterin hayatta kalma savaşına odaklanıyor: Orta yaş­lı, grev yüzünden araba fabrika sındaki işinden olduktan sonra dikiş tutturamayan, kumarbaz, yaşlı annesinden para yürüten, nafaka ödeyemeyen, 10 yaşın­daki kızına doğum günü için düzgün bir hediye bile alama­yan Gi-Hun; onun çocukluk ar­kadaşı, Seul Üniversitesi işlet­me mezunu, finans dünyasında yükselen fakat zimmetine para geçirdiği için polis tarafından aranan dolandırıcı Sang-Wo; patronunun parasını içetti­ği Pakistanlı yasadışı göçmen işçi Ali Abdul; Kuzey Kore’den kaçan, annesi yakalanıp iade edilen, kardeşini yetimhaneye bırakmak zorunda kalan genç kız Sae-byeok ve beyninde tü­mör olan, kaybedecek bir şeyi kalmadığı için katıldığını söyle­yen yaşlı, bilge adam Oh-Il Nam (onun gerçeği farklı, sonra görü­yoruz)… Yarışmadaki demografinin birer örneği olan bu insanların kelimenin tam anlamıyla “ölü­müne” yarışmasını, çoğu Batılı, bu yarışlara para yatıran, aşırı zengin bir takım VIP’ler canlı izliyor bir bölümde; onlardan bu oyunların tüm dünyada oynan­dığını ama Kore’dekilerin en iyisi olduğunu öğreniyoruz.

İnsan vahşete, başkalarının acısını ve hatta ölümünü izle­meye neden bu kadar meraklı? Gladyatör dövüşleri, horoz ve köpek dövüşleri, boğa güreşle­ri… İnsanlar “kan sporları”nı izlemeyi seviyor. Hayatta kal­mak için ölümüne yarışma en çaresizlere düşüyor ve bu şans­sızları izleme zevki neredeyse insanlık tarihi kadar eski.

Çaresizlerin hayatta kalma savaşı Karakterlerin ortak özelliği gerçek hayatta da oyunda da “çaresiz” oluşları. Serinin yıldızı en çok parlayan isimlerinden Jung Ho-yeon (Sae-byeok), Kuzey Kore’den kaçan, annesi yakalanıp iade edilen, kardeşini yetimhaneye bırakmak zorunda kalan becerikli bir yankesiciyi canlandırıyor (üstte)

2015’te yapılan ve Science dergisinde yayınlanan bir araş­tırmaya göre insanlar “emsal­siz süper yırtıcı”. Diğer yırtıcı­lar daha çok genç, henüz üreme çağına gelmemiş hayvanları ihtiyaçları kadar, az miktarda avlarken, insanlar aksine çok büyük sayıda ve üreme çağın­da hayvanları hedefliyorlar. İn­sanlar aynı zamanda başkala­rının acı çekmesini ve ölümü­nü zevk için izleyen de tek tür herhalde.

“Hayatta kalma oyunu” tü­rü, modern zamanların “glad­yatör arena”ları, sinema ve televizyonda oldukça popüler. “Squid Game”in yazarı ve yö­netmeni Dong-Hyuk Hwang, hikayesi Japon yönetmen Ta­kashi Mieke’nin 2014 filmi “As the Gods Will/Tanrıların İs­tediği Gibi”ne benzediği için intihalle suçlandı. Mieke’nin filminde lise öğrencileri despot dev bebeklerin yönettiği ba­zı çocuk oyunlarını oynama­ya zorlanıyorlar ve kaybeden­ler ölüyor. Bu da bir Manga’ya dayanıyor. Hwang hikayesine 2008 finansal kriz dönemin­de başladığını ve benzerlikle­rin tesadüf olduğunu söylüyor. Haklı da olabilir; çünkü “Squid Game” orijinal olmaktan çok “hayatta kalma” türü konvansi­yonlarıyla türetilmiş bir dizi.

Akla hemen meşhur “Açlık Oyunları” (2012) geliyor tabii. Bu film dizisi de, 1999’da roma­nı, 2000’de filmi yapılan Japon “Battle Royale / Ölüm Oyu­nu”undan esinlenmişti. “Açlık Oyunları” ve “Ölüm Oyunu”, vahşeti faşizmle yönetilen dev­letlere bağlarken; “Squid Ga­me”de fakir insanların zengin­lerin eğlencesi için ölmesi fik­ri, 1983 yapımı John Woo filmi “Hard Target/Zor Hedef”te karşımıza çıkar. 1987 yapımı Arnold Schwarzenegger’li “The Running Man/Koşan Adam”da da toplumdan dışlanmış suçlu­lar devlet desteğiyle avlanıyor; 2005 yapımı “Hostel”de zengin işinsanlarının zevki için sırt çantasıyla seyahat eden genç­ler kaçırılıyordu.

Bu türün köklerinin izini, 1924’te yayımlanan Richard Connell öyküsü “En Tehlike­li Oyun”a kadar sürebiliriz. Bu “ava giden avlanır” hikayesinde New Yorklu bir avcı Karayip­ler’de tekneden düşer ve sadist ve deli bir adamın yaşadığı bir adaya sürüklenerek kendisi ava dönüşür. Bunun en yeni uyar­laması “Lost” dizisinin yazarı Damon Lindelof’un yazdığı ve “Mare of Easttown”un yönet­meni Craig Zobel’in yönettiği, şu an Netflix’te oynayan, 2020 yapımı “Av”. Film, acınacak du­rumdakileri kaçırıp avlayan bir grup zengin Amerikalıyı konu ediyor.

Kurbanlarına ölümcül oyunlar oynayarak hayatta kal­ma şansı veren seri katilli 8 filmlik “Testere” (2003-2021) serisini de; 1929 Buhranı’nda para kazanmak için bir mara­tonda ölümüne dans eden in­sanları konu eden “Atları da Vururlar”ı (1969) da, “Squid Game”in ilham perileri arasın­da sayabiliriz.

Görüldüğü gibi bu mini dizi, belli bir tür geleneğinin ürünü. Ancak onu diğerlerin­den biraz ayıran iki özelliği var: Olayların bilinmez bir gelecek­te değil günümüzde geçmesi ve diziyi çok ciddi bir kapita­lizm eleştirisine dönüştüren özelliği; bu ölümcül yarışmala­ra katılan insanların bunu bile isteye, gönüllü olarak, “özgür irade”leriyle yapmaları. Hatta dizide “Darth Vader’ın kuze­ni” kılıklı yönetici, yarışmalar­da dışarıdakinden farklı olarak herkesin tamamen eşit olma­sıyla övünüyor. Öyle mi? Me­ritrokrasinin en büyük yalanı­nın oyunlaştırılması işte…Vah­şi kapitalizm dizide belki de en iyi şekilde, yarışmacıların oyunlardan sonra dinlenmeye çekildikleri lise spor salonunu andıran alanda tepelerinde sal­lanan dev, şeffaf, içi para dolu domuz kumbarayla semboli­ze ediliyor. Borç ekonomisinde her sıradan insanın tepesinde sallanan, bir ellerini uzatsalar ulaşabileceklerini sandıkları ama her büyük bedelli hamle­de daha da uzaklaşan bir havuç var. “Squid Game”in altın va­raklı, yırtıcı memeli, yırtıcı kuş, şans (erkek geyik) ya da güç (öküz) sembolü hayvan maske­li VIP’leri dünyanın servetinin yüzde 1’ine sahip zenginler ve o domuz kumbaranın/o havuç­ların ipleri onların ellerinde. Alacaklıları peşinde, milyon­larca borçla ailelerine bakmak zorunda olan insanların özgür iradeleri nasıl olabilir ki?

Yönetici-asker-işçi hiyerarşisi Rütbeleri maskelerinin ortasındaki sembollerden anlaşılan pembe kostümlü “gardiyanlar” oyuncuları birbirine düşürmek için ellerinden geleni yaparken gerçek hayattaki hiyerarşiyi oyun sahasına da taşıyorlar

Video oyunu ve distopya estetiğini birleştiren güçlü bir görsellikle çekilmiş “Kalamar”­da, meraklısının hoşuna gide­cek, Kore popüler kültürüne dair birçok detay da var. Örne­ğin ana karakter Gi-Hun oyun arenasında uyandığında çalan Haydn’ın trompet konçertosu, üniversite bursu vaadiyle lise­li öğrencileri birbirleriyle mü­cadeleye sokan bir programın müziği. Gi-Hun ve çocukluk arkadaşı Sang-woo’nun büyü­dükleri Ssangmun-dong ma­hallesi, Seul şehrinin fakir bir bölgesi, Oscarlı “Parazit” fil­mindekine benzer sefil evlerin mahallesi.

Dizi boyunca pembe kos­tümlü, rütbeleri maskelerinin ortasındaki kare (yönetici), üçgen (asker) ve yuvarlak (iş­çi) sembollerinden anlaşılan oyunun yöneticileri, oyuncula­rı birbirine düşürmek için elle­rinden geleni yapıyor. Kapita­list düzendeki düşük seviye yö­neticiler gibi anlamsız bir güç tribindeki üçgen surat yöne­ticiler kendi altlarını ezerken, onların da ancak sisteme hiz­met ettikleri sürece hayatta ka­labildiklerini anlıyoruz. Tabii aralarında ölenlerin organları­nı satarak yan gelir elde eden “yozlaşmış”ları da var.

Bir diğer yan hikaye de, ya­rışmalara katıldığını düşündü­ğü kardeşini bulmak için bu ça­lışanların arasına sızan dedek­tif. Derinine işlenen 5-6 ana ve yan ana karakterin birbirleriyle ilişkileri üzerinden onur, ada­let, iyilik, kötülük, dayanışma üzerine insan davranışları adı­na çok şey öğreniyoruz.

İnsan başkalarının acısın­dan beslenen; “schadenfreude” (Almanca “schade”/ zarar, zi­yan ve “freude” / sevinç, mut­luluk kelimelerinin birleştiril­mesiyle elde edilmiş, “başka­sının başına gelen kötülüğe sevinme” anlamında) kelime­sini icat etmiş; acımasız ölü­müne rekabetçi ve şeytani bir tür; evet. Ancak “Squid Game”i çıkar çıkmaz dünyanın en çok izlenen dizisi yapan yalnızca insan türünün iğrenç vahşet ve kan izleme merakı değil. Ser­vet eşitsizliği, vahşi kapitalizm, borç ve ekonomik çaresizlik en zengin yüzde 1 dışında kalan tüm insanlığa dokunan büyük dertler olduğu için, özdeşleşip empati kurabildiğimizden do­layı da heyecanla izliyoruz bu diziyi.

Devamını Oku

Son Haberler