Günümüzden 2.422 yıl önce, bugün Irak coğrafyasındaki antik şehir Babil (Babylon) yakınlarında yaşanan bir savaş, tarihin en meşhur eserlerinden birine konu olmuştu. Persler karşısında yenilen Yunan askerlerinin başına geçen Ksenofon, onları Karadeniz kıyılarına, oradan da Batı Anadolu coğrafyasındaki evlerine kavuşturmuş; yaşanan hadiseleri anlatan kült eseri, Anabasis, “Onbinlerin Dönüşü” adıyla tarihe malolmuştu.
Anadolu coğrafyasında günümüzden yaklaşık 2500 sene önce gerçekleşen hadiseler, bugüne kadar arkeologların, tarihçilerin başlıca ilgi alanlarından biri olmuştur. Sparda (Lydia) Satrabı Genç Kyros’un, Akhaimenid (Pers) kralı ve ağabeyi Artakserkses 2. Mnemon’a (MÖ 404 – 358) karşı, Anadolu ve Yunanistan’dan paralı asker toplayarak çıktığı sefer; Babil’in 70 km. kuzeyindeki Kunaksa’da (Erbil) MÖ 3 Eylül 401’de yaşanan savaşla sonuçlanmıştır. Bu meşhur savaşta Genç Kyros’un savaşta ölmesiyle Anadolu kökenli askerler dağılmış, paralı Yunan askerleri ise Dicle (Tigris) kenarına çekilmişlerdi. Komutanları öldürülen Yunan askerlerinin başına geçen Ksenofon, Yunanistan’a dönmek için önce Botan Çayı (Kentrites), sonra da Fırat’ı (Euphrates) izleyerek askerleri Karadeniz’e (Pontos Euxinos) ulaştırmayı başarmıştır.
İyi bir yazar ve hatip olan Ksenofon’un liderlik yapması ile ülkelerine dönmekten başka amacı bulunmayan 10 bini aşkın paralı askerin o dönem için bilinmeyen bir coğrafya olan Doğu Anadolu üzerinden gerçekleşen büyük yürüyüşü, Anabasis (Onbinlerin Dönüşü) adıyla bilinen eserin konusunu oluşturmuştur.
Büyük bölümü Pers dönemi (MÖ 550-330) Anadolu coğrafyasında geçen bu muhteşem geri dönüş yolculuğu, tarihsel coğrafya temelinde çok önemli bilgileri günümüze ulaştırmakla kalmamış; aynı zamanda arkeologların özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde neden MÖ 5 ve 4. yüzyıllara ait arkeolojik bulgulara ulaşamadıklarını da anlayabilenlere anlatmıştır.
MÖ 3 Eylül 401’de Babil’in 70 km. kuzeyindeki Kunaksa’da yapılan savaş, MÖ 6 Mart 401’de Sparda Satraplığı’nın merkezi Sardeis’ten (Salihli) başlayan seferin kırılma noktasıydı. Aslında savaşı kazanma noktasına gelen Sparda satrabının askerleri, liderleri Genç Kyros’un çarpışmalar sırasında ölmesi ile amaçsız ve boşta kalmışlardı. Hayatta kalan ve geri dönmekten başka çözüm bulamayan askerler Yunanistan’a dönüş planı yapmaya başladılar. Ancak, gelmiş oldukları uzun yolu geri dönmek yerine kuzeye hareketlenmeyi seçerek kendileri için terra incognita (bilinmeyen bölge) durumundaki Kuzey Mezopotamya ile Doğu Anadolu’ya yöneldiler. Tarihin yazdığı bu en büyük dönüşün üzerine bugüne değin yapılmış onlarca çalışma olmasına karşın, yürüyüşün kesin güzergahı bugüne kadar belirlenememiştir.
Ksenofon liderliğindeki Yunan askerlerinin çok büyük olasılıkla Kuzey Mezopotamya’dan bugünkü Mardin, Siirt, Muş, Erzincan ve Gümüşhane güzergahını takip ederek 3 aylık bir yolculuk sonunda 10 Şubat 400’de Trapezos’a (Trabzon) yani Karadeniz’e ulaştıkları anlaşılmaktadır. Burada bir süre kaldıktan sonra 3 günlük bir yürüyüşle 15 Mart’ta Kerasos’a (Giresun) gelen askerler, 4 Nisan’da Kotyora’ya (Ordu) varırlar. Burada yürüyüşün fiili olarak sona erdiği görülmektedir. Kotyora’dan gemilere binen askerler 28 Mayıs’ta Herakleia Pontika (Karadeniz Ereğlisi), Ekim ayı başlarında ise İstanbul Boğazı ve Byzantion’a ulaşırlar. Thrakia ve Marmara’yı (Propontis) geçen Onbinler’in Dönüşü, Pergamon’da (Bergama) Mart 399’da sona ermiştir.
Doğu Anadolu Yaylası Geç Demir Çağı dönemi (MÖ 600- MÖ 330), arkeologlar için bulguların yetersizliği nedeniyle karanlıkta kalmış bir dönemdir. Bu dönem, bölgede arkeolojik araştırma yapan biliminsanlarınca gerek maddi kültür noksanlığı gerekse politik kaygılar-zorluklar nedeniyle istenilen düzeyde değerlendirilememiştir. Urartu Dönemi (MÖ 840-MÖ 600) mimari tabakaları üzerindeki kültürel dolguların zayıflığı ve niteliksizliği, bunların bazen Ortaçağ tabakaları olarak algılanmalarına, yayınlarda belli belirsiz yer almalarına yol açmıştır.
Ver elini Karadeniz
İyi bir yazar ve hatip de olan
Ksenofon’un liderliğinde
evlerine dönmeye çalışan
on bini aşkın paralı asker, 3
aylık bir yolculuk sonunda
10 Şubat 400’de Karadeniz’e
ulaşmıştı.
Onbinlerin Dönüşü adlı eserin en ilginç yönü, dönemi için kapalı kutu olan Doğu Anadolu coğrafyası ve etnisitesi hakkında aktardığı bilgilerdir. Ksenofon liderliğindeki Yunan askerlerin Doğu Anadolu Yaylası’nda, Kuzey Mezopotamya’dan Gümüşhane’ye (Gymnias) değin ilerleyişleri sırasında kent, kasaba ya da büyük köy niteliğinde herhangi bir yerleşmenin anılmamış olması, günümüzdeki arkeolojik bulgu yetersizliğini doğrular niteliktedir.
Buna karşın yolculuk sırasında anılan Armenler, Khaldeliler, Khalybler, Mardiler, Phasianlar, Taockhiler ve Kardukhlar ile Ksenophon’dan birkaç 10 yıl önce Herodotos’un bahsettiği Alarodlar ve Matienler, Urartu’nun hemen sonrasında Doğu Anadolu’nun zengin ve karmaşık bir mikroetnisiteye sahip olduğuna işaret etmektedir.
Urartu’nun yıkılması ile Öntarih Dönemi’ni de (MÖ 13. yüzyıl-MÖ 840) eklersek, yaklaşık 600 yıldır devlet geleneği, politik sistem ve sosyal organizasyon içinde yaşayan Doğu Anadolu insanlarının, otorite temelinde bir boşluğa düştüğü anlaşılmaktadır. Gelişmiş bir devlet yapısı ile toplum kültürüne sahip Urartu Krallığı sonrasındaki 200 yıllık süreçte (MÖ 600-MÖ 400) neler yaşandığı, arkeolojik bulgu noksanlığı nedeniyle bugüne değin tam olarak anlaşılamamıştır. Urartu sonrası dönemde, özellikle MÖ 6. ve 5. yüzyıllarda tarımsal faaliyetlere uygun alçak arazilerin büyük ölçekli yerleşmelerle iskan edilmediği, halkın önemli bir bölümünün can güvenliği nedeniyle yüksek arazilere taşınmış olduğu düşünülmektedir.
Ksenophon, geçtiği
yörelerdeki insanların
kullandığı, basamaklı
girişleri olan kuyu biçimli
yeraltı konutlarından
bahsediyordu. Bu konutlar
tehlike durumunda sığınak
olarak kullanılmış olabilir.
Kalus Kalesi (Fotoğraf:
Ebumuhsin Bulut)
Urartu sonrası dönemin arkeolojik açıdan kimliklendirme sorunu yaşamasının en önemli nedeni, Anabasis’ten de anlaşılacağı üzere yerleşim yokluğu ile mimari bulgu noksanlığıdır. MÖ 5. yüzyıl sonunda (MÖ 401-400) Doğu Anadolu Yaylası’nın belli bir güzergahını betimleyen Ksenophon, geçmekte olduğu yörelerdeki insanların kullandığı, basamaklı girişleri olan kuyu biçimli yeraltı konutlarından bahsetmektedir. Sözkonusu konutlarda insanlar ile birlikte keçi, koyun, inek ve kümes hayvanlarının da yaşamış olmaları; otorite boşluğu bulunan bölgedeki mimari ihtiyacın güvenlik kaygısı nedeniyle yüksek bölgelere veya yeraltına kaydığına işaret etmektedir. Ksenophon’un yaptığı bu aktarımlardan çıkacak sonuç, dönemin mimari kalıntılarının alçak arazilerdeki höyüklerde aranmaması gerektiğine işaret etmektedir.
Doğu Anadolu Yaylası’nda geliştirilen höyük kazılarının hiçbirinde yeraltı konutu olabilecek mimari kalıntılara rastlanmamıştır. Bugüne değin hiçbir kalıntı, bulgu ve ipucu ele geçmemiş yeraltı konutlarının, tesadüfler dışında saptanması olanaksız gibi görünmektedir.
Doğu Anadolu Yaylası Geç Demir Çağı’nda varlığı yazılı kaynaklardan bilinen ancak arkeolojik olarak bugüne değin saptanamayan yeraltı konutları ile ilgili önemli tarihsel kayıtlar, 19. yüzyıl sonlarına ait bir seyahatnamede yer almaktadır. 1888 bahar aylarında Ermeni papaz Antranik’in Kiğı’dan Dersim’deki Havlor Surp Garabet Manastırı’na yaptığı yolculuk sırasındaki gözlemleri, Orta Fırat Havzası yerleşimleri hakkında çok önemli bilgiler içermektedir. Kiğı’dan yola çıkan Antranik, sırasıyla Sergevilig-Altun Hüseyn-Agayi-Şenlik-Herdiv-Kızıl Kilise-Peri köylerinden geçerek Harput’a ulaşmıştır. Harput’u geçtikten sonra Besdek (Esenkavak)-Ahor-Hahav köyleri güzergâhından Canig köyüne varmıştır. Canig’in gösterişsiz bir köy olduğunu aktaran Antranik, evlerin yeraltında ve oldukça alçak olduğunu önemle belirtmiştir. Canig’te bir Ermeni ailenin evine misafir olan Antranik, yeraltı konutunu evden çok bir mağaraya benzetmiştir. Penceresi bulunmadığından oldukça karanlık olan eve giren Antranik, göremediği halde evde çiftlik hayvanlarının bulunduğunu nefes alıp vermelerinden farketmiştir. Bu bilgiler, evin bir köşesini inek ve koyunların bulunduğu ahırın oluşturduğuna işaret etmektedir. Bunlara ek olarak, erzakların depolandığı petog (petek) ile ocağın yandığı ana odanın varlığı, bir yeraltı evinin birimlerini anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Yeraltı konutları ile ilgili daha geç bulgular, 20. yüzyıl başlarında istihbarat amaçlı kaleme alınmış olan seyahatname niteliğindeki bazı kitaplarda karşımıza çıkmaktadır. Noel Buxton ile Harold Buxton’un 1910’ların başında Doğu Anadolu’nun güncel durumunu rapor etmek amacıyla hazırlamış oldukları kitapta, bir yeraltı konutunun fotoğrafı yer almaktadır. Ksenophon döneminin kuyu biçimli girişi olmasa da, Antranik’in aktarımlarındaki ev tipine uyduğu gözlenen yeraltı konutundaki giriş kapısının yüzeyle hemzemin olduğu gözlenirken, mağara tarzı yapının penceresiz olduğu anlaşılmaktadır.
Bunlara ek olarak kültür tarihçisi Burhan Oğuz, 1950’lerin başında Muş Ovası’nda yaptığı bir gezide gözlemlediği, uzaktan sezinlenemeyen, toprağa yarı gömülü konutların varlığından bahsetmektedir. Geç Demir Çağı sürecinde güvenlik kaygısı nedeniyle daha yüksek bölgelerde olduğunu düşündüğümüz yeraltı konutlarının bir gelenek devamı olarak 19. yüzyıl sonlarında Dersim’de ve günümüze yakın bir tarih olan 1950’lerde Muş Ovası’nda mevcut olması, Doğu Anadolu Yaylası’nın dışa kapalı geleneklerini koruyan çok önemli bir etnoarkeolojik gerçekliktir.
Urartu sonrası dönemin mimari açıdan kimliksizliği, Doğu Anadolu Yaylası’nı sistematik biçimde 1950’lerin ortalarından itibaren araştırmaya başlayan İngiliz arkeolog Charles Burney’nin de dikkatini çekmiştir. Burney, Van Gölü’nün batı tarafında, Bitlis-Adilcevaz ilçesi sınırları içinde saptadığı Kafir (Kefir) Kalesi’nin, Urartu’nun devamı bir halk olarak görülen Alarodlar’la ilgili olabileceğini belirtmiştir. Buna karşın Kafir Kalesi’nin içinde yapı kalıntısı olmadığını farkeden Burney, sözkonusu kalenin, civarda yaşayan Alarodların tehlike anında sığındığı bir yer olabileceğini ileri sürmüştür.
Van Gölü Havzası’nda uzun yıllardır yüzey araştırmaları gerçekleştiren Aynur Özfırat’ın keşfettiği Patnos-Kartavin, Çaldıran-Ziyaret-Alikelle, Gürpınar-Gavurkale, Gürpınar- Bajergeh ve Gevaş-Gelenge kaleleri; mimari özellikleri ile C. Burney’in Kafir Kalesi ile ilgili yorumlarının doğru olduğuna işaret etmektedir. Kaba yontu taşlarla oluşturulmuş, duvarlarla savunma altına alınmış sözkonusu kaleler içinde herhangi bir yapı kalıntısı gözlenememiş olması; Geç Demir Çağı’nda güvenlik kaygısı ile yüksek alanlara çıkmış olan Doğu Anadolu yerli halkının, belki de Alarodlar’ın, dağlık bölgelerde nasıl bir yaşam tarzı geliştirmek zorunda kaldıklarına da ışık tutmaktadır.
Büyük olasılıkla saldırı altındayken sığındıkları Kafir, Kartavin, Ziyaret-Alikelle, Gavurkale, Bajergeh ve Gelenge gibi belli düzeyde savunma sistemine sahip kaleler inşa eden Alarodlar; bölgede iyi bilinen yaylacılık temelinde basit konutlarda, belki de çadırlarda yaşamışlar ve geçimlerini hayvancılık faaliyetleri ile sürdürmüş olmalıdırlar. Tarımın güçlükle uygulanabildiği yüksek arazilerde yaşamak zorunda kalan bu insanlar, çok büyük olasılıkla etleri ve yünleri için koyun ve keçi yetiştirmişlerdir. Ataları Urartular’dan miras kalan kale inşa etme ve topografyayı en iyi şekilde değerlendirme konularındaki bilgi birikimlerini ve deneyimlerini; zayıf ekonomik koşullara karşın, hayat kurtarıcı yaşam birimlerine dönüştürmüşlerdir. Bu bağlamda, bölgede yaklaşık 60 yıldır çalışan bilim insanlarının Doğu Anadolu’da Urartu sonrasına ait kent, kasaba ve kale-kent niteliğinde bir yerleşme tanımlayamadıkları görülmektedir.
C. Burney’in Adilcevaz’da saptadığı Kafir Kalesi ile A. Özfırat’ın keşfettiği Kartavin, Ziyaret-Alikelle, Gavurkale, Bajergeh ve Gelenge kaleleri, Geç Demir Çağı yerleşim tiplerinin etnisite ile ilgili olduğu varsayımını destekleyen arkeolojik bulgulardır. Ulaşılması son derece güç noktalara inşa edilmiş olan sözkonusu Urartu sonrası kaleleri içinde herhangi bir yapı kalıntısı, hatta çanak-çömlek parçası bile saptanamamış olması önemli ve belirleyici arkeolojik sonuçlardır. Sözkonusu arkeolojik sonuçlar doğrultusunda, bölgede tedirgin bir hayat süren Alarodların tehlike sırasında korunma ve savunma amacıyla geçici olarak kullandıkları bir mimari sistem geliştirmiş oldukları gözlenmektedir.