Kasım
sayımız çıktı

Osmanlı Akdeniz’inde Sultanın korsanları

Osmanlı korsanlığıyla ilgili bugüne kadar yazılanların Akdeniz serhaddinin katmanlı realitesini yansıtmakta yetersiz kalması, kaynakların tek tipliliği yüzündendir. Batı müziği sevdasıyla Avrupa’ya gidip Hıristiyanlığa geçen, ancak sonradan tekrar memleketine ve Hak Din’e dönüp bir de üstüne hacı olan Tunus dayısının oğlu Ahmed Çelebi veya Don Felipe’yi anlamak-bilmek gerekir. Son çıkan kitabı Sultanın Korsanları: Osmanlı Akdenizi’nde Gazâ, Yağma ve Esaret “çok satanlar” listesine giren Emrah Safa Gürkan, insan unsuru ve popüler tarihin önemine işaret ediyor.

Korsanlar savaşı
17. yüzyıl sonlarında Hıristiyan gemileriyle Osmanlı korsanları arasında gerçekleşen bir muharebe. Resimde hem Hollanda ve İngiliz hem de korsan bayrakları net bir şekilde görülebiliyor. Önde batan Osmanlı burtununun çapa mataforasını süsleyen insan figürü dikkati çekiyor.

Osmanlı tarihçiliğinin en büyük açmazlarından biri, olayları merkezî hükümetin gözlüklerinden okumak ve Avrupa tarihçiliğinin geçtiğimiz yüzyılda çözdüğü bazı sıkıntıları aşamamaktır. Kaynakların dilini yeniden üretmekten vazgeçmeyen tarihçilerimize göre ayaklananlar şaki, İstanbul’un İslâm anlayışına alternatif arayanlar rafıziyse, devlet de hep ebed-müddettir. Elimizde kalan belgelerin büyük çoğunluğunun da ya merkezî bürokrasi tarafından üretilen belgeler ya da çoğunlukla imparatorluk elitlerinin kaleme aldığı el yazmalarından oluşması ve Avrupa’dakinin aksine yerel kaynakların ve günlük ve hatıra gibi ben-anlatılarının yok denecek kadar az olması, zaten siyasi saiklerle yapılan tercihlerin önünü daha da açmıştır.

Akdeniz’de İspanyollara karşı 1738 yılında 2 korsan kalyetesi tarafından saldırıya uğrayan Don Antonio Barceló komutasındaki İspanyol sömbekisi. Barceló bundan yaklaşık 50 yıl kadar sonra İspanyol donanmasının başında iki kez Cezayir’i bombalarayak korsanlardan Sezaryen bir intikam almayı başaracaktır.

Cezayir, Annaba, Benzert, Halkü’l-Vad, Susa, Trablusgarb, Avlonya ve Ayamavra gibi payitahttan uzak limanlarda konuşlanmış Osmanlı korsanlığıyla ilgili bugüne kadar yazılanların Akdeniz serhaddinin katmanlı realitesini yansıtmakta yetersiz kalması hep kaynakların bu tek tipliliğinin sonucudur. Başkentin gözlükleriyle bakmak serhaddin o çok renkli ve çelişkilerle dolu yapısını anlamamıza engel olacaktır; böyle bir gözlüğün markası ancak oksimoron olabilir. Nasıl eski bir İstanbul beyefendisinin yaşamını düzenleyen ahlak ve edeb anlayışı ilk kuşak şehirlilerin yaşamına ışık tutmaktan uzaksa; başkent elitlerinin İslâm anlayışları, edebî motifleri ve medeni kültürleriyle yarattıkları kategoriler de at izinin it izine karıştığı serhad dünyasını anlamakta yetersiz kalacaklardır.


İlk sorulması gereken sualler bile hâlâ sorulamamıştır: “Osmanlı” adını verdiğimiz korsanlar hangi etnik kökenlerden gelmektedir? Bunlar fırsatçı yağmacılar mı, yoksa İslâm’ın bayrağını taşıyan nusret-karin din savaşçıları mıdır? Mühtedi ve Hıristiyan denizciler Müslüman dünyaya ne kadar adapte olmuş, aileleri, vatanları ve reddettikleri inançlarını ne dereceye kadar arkalarında bırakabilmişlerdir? Bunlar gemilerde ne yiyip içmekte, doğal ihtiyaçlarını nasıl karşılamakta ve denizin belirsizliklerine hangi ibadet ve ritüellerle karşı koymaktadır? Hastalıklarla nasıl mücadele edilmekte, hijyen ve disiplin nasıl sağlanmaktadır? Bir korsan akınında kullanılan askerî taktikler nelerdir? Osmanlı korsanları avlarını nasıl aldatmaktadır? Korsan akınlarına uygun gemi tipleri nelerdir? Bunlar ateşli silahların yaygınlaşmasından nasıl etkilenmiştir? Topografik faktörler hangi limanları korsanlığa mahkum etmiştir? Elde edilen ganimetin korsan limanlarına katkısı ve Avrupa ekonomisine zararı ne boyuttadır? Bu ganimet nasıl elden çıkarılmakta ve paylaşılmaktadır? İnsanları korsanlığa iten sosyo-ekonomik etkenler nelerdir? Korsanlarımızın yavaş yavaş gelişmeye başlayan uluslararası hukuktaki yeri nedir? Korsanlık, ticaret ve kaçakçılık arasında nasıl bir ilişki vardır?

Akdeniz limanları Akdeniz çevresinde Cezayir, Annaba, Benzert, Halkü’lVad, Susa, Trablusgarb, Avlonya ve Ayamavra gibi liman kentleri korsanlar çekişmesine sahne olmuştu. Harita: Tunis ve Halku’lVad, 1570.

İşte bu soruların cevaplarını bulmak ve Osmanlı denizciliğini bugüne kadar sadece idarî ve malî açıdan inceleyen bir tarihyazımının bulgularının ötesine geçmek ancak yeni kaynaklara yönelmekle mümkündür. Ekim ayında yayınlanan son kitabımız Sultanın Korsanları: Osmanlı Akdenizi’nde Gazâ, Yağma ve Esaret (Kronik Yayınları), Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, İngilizce, Almanca, Latince, Portekizce ve Katalanca kaleme alınmış birincil ve ikincil kaynakları Osmanlıca el yazmaları ve arşiv belgeleriyle karşılaştırmalı bir şekilde kullanarak, hiç bilmediğimiz, şurada burada ipuçlarına rast geldiğimizde de kötü metodolojik tercihler veya ideolojik saiklerle hemen gözardı ettiğimiz bir serhad dünyasını gözler önüne sermeyi amaçlamaktadır. Karşınıza çıkan İstanbul’un, Venedik’in, Madrid’in ve Roma’nın konforlu kategorileri değil, serhad diyarının bitmeyen sürprizleri olacaktır.

Korsan usulü ceza: Fransız konsolosu topun ağzına… 1683’te Cezayir’i bombalamaya gelen Fransız donanmasına tepki olarak Konsolos Jean le Vacher’nin topun ağzına konmasını gösteren 1698 tarihli Hollanda gravürü. Cezayirlilerin Baba Merzuk adını verdikleri Venedik yapımı bu topun ağzına beş yıl sonra bir başka Fransız Konsolosu Andre Piolle konacaktı.

Batı müziği sevdasıyla Avrupa’ya gidip Hıristiyanlığa geçen, ancak sonradan tekrar memleketine ve Hak Din’e dönüp bir de üstüne hacı olan Tunus dayısının oğlu Ahmed Çelebi/Don Felipe; Hz. İsa’yı Yahudilerin öldürdüğünü duyunca önüne çıkan ilk Yahudi’yi döven ve ondan sonra her gün kilisedeki kandil yağı ve mumları kontrol edip bir iki akçe adak bırakan sarhoş Rıdvan; dört başarısız kaçış denemesinin ardından ancak fidye ile son dakikada esaretten kurtulan meşhur yazar Miguel de Cervantes; esir düşüp Hıristiyan kadırgalarında kürek çekerken yıllar önce reddettiği Hıristiyanlığın meziyetlerini fark eden ve serbest kaldıktan sonra tekrar gazâya çıktığında karaya çıkarttığı yeniçerileri atlatıp Marsilya’ya yelken açan, ancak fırtınanın kendisini Malta’ya sürüklemesiyle kariyerine Katolik bir Saint Jean şövalyesi olarak devam etmeye bir an bile tereddüt etmeyen Protestan mühtedi Süleyman Reis; esaretten kurtulup memleketine dönerken ufukta korsan gemisi görünce tekrar özgürlüğe veda edeceğini sanıp zor günlerde lazım olur diye 20 altın madalyonu bir çırpıda yutan M. Vaillant; fırtınadan sığındığı Veere’de karısıyla çocuklarını gören ve İspanyol kalyonlarına saldırırken gemisine Oranje Dükü’nün bayrağını çeken Küçük Murad Reis ile yıllar sonra Sela’ya kendisini ziyarete gelen kızı Lisbeth Janssen; Sahraaltı Afrikası’ndan Avrupa’ya getirilince Hıristiyan olan, daha sonra korsanların eline düşünce Müslümanlığı seçip yıllar süren münzevî bir yaşamın neticesinde veli muamelesi gören, ancak kırk sene sonra kalbinde tekrar Hz. İsa’yı bulup inancı uğruna ölümü göze alan zenci köle Antonius de Noto; kelime-i şehâdetin anlamını bilmeyen ve Hz. Muhammed’i selefiyle karıştırmakta beis görmeyen bir sürü mühtedi; Lampedusa Adası’ndaki bir mağaraya adak adayan Hıristiyan ve Müslüman denizciler ve bu adakları Sicilya’daki Meryem Ana Kilisesi’ne götüren Malta korsanları; Kuzey Afrika’ya gidip Müslüman olan ve hakarete uğradığı, sevdiği kızı babasından alamadığı ya da dolandırılıp sakalı yolunduğu için korsanları Hıristiyan kıyılarına getiren müntakim mürtedler; yeniçerilere fark ettirmeden rotasını değiştirdikleri gemilerini Hıristiyan limanlarına sokmayı başaran esir denizciler; halkın veli mertebesine çıkardığı Hıristiyan doğumlu nev-Müslümanlar; pisledikleri kaplardan yemek yemek zorunda kalan köle kürekçiler okuyucuları bekleyen isimsiz kahramanlardan sadece birkaçı.

Popüler tarih ciddi bir iştir…

1618: Osmanlı-İspanyol karşılaşması 1618’de Kapudan-ı Derya Güzelce Ali Paşa komutasındaki Osmanlı kadırgaları İspanyol burtunlarıyla muharebe ederken.

BARBAROS HAYREDDİN PAŞA

Büyük bir taktik zeka

Tarihseverlerin Barbaros Hayreddin Paşa olarak bildiği Hızır ve abisi Oruç 1513’lerde Ege sularından Mağrib’e geçen ilk Müslüman denizciler değillerdi. Ancak, kalıcı bir siyasi oluşum kurmayı ilk başaran bunlar olacaktı. Tunus sultanının emrinde başladıkları korsanlığa, İspanyollardan korkan Cezayirlilerin daveti üzere bu limanda bağımsız bir şekilde devam etmiş ve kısa bir sürede bölgede faaliyet gösteren diğer korsanların arasından sıyrılmayı başarmışlardı. Ne Cezayir’den kovulması (1520) ne de abisi Oruç’un İspanyollar tarafından katledilmesi (1518) Hızır’ın yükselişini durduramayacaktı. Beş sene sonra Cezayir’i geri alan gazilerimiz, 1529 yılında bir İspanyol filosunu mağlub ederek rüştlerini denizde de ispatlayacaklardı. Tecrübeli denizcilere muhtaç İstanbul’un 1534’te Hızır’ı kapudan-ı derya ataması bu maceraperest gazilerimizin önünde yeni kapılar açılması demekti. Artık Hayreddin diye anılan Hızır Reis 1546’ya kadar Osmanlı donanmasını bizzat yönetmekle kalmayacak, Tersane’ye de el atmaktan çekinmeyecekti. Preveze gibi muharebelerde taktik zekasını gösteren kapudanımız ve gazilerinin tecrübesi Osmanlı donanmasının Sicilya Kanalı, Tiren, Ligurya ve Balear denizleri gibi uzak sularda faaliyet göstermesini de mümkün kılacaktı.

HANGİ ‘OSMANLI’?

Akdeniz’in ‘Vahşi Batı’sı Kuzey Afrika’ydı

Cezayirli bir korsan reis.

Osmanlı adını verdiğimiz korsanların içinde sadece Türkler ve Müslümanlar bulunmamaktadır. Akdeniz’de planktonların az olması, balık ve balıkçı sayısının da yetersiz olması demektir. İnsan yetiştirmenin zor olduğu çağlarda denizcilerin genelde balıkçılardan geldiği gözönüne alınırsa, bu, gemi donatmak isteyenleri hoşgörülü olmaya davet etmiş olmalıdır. Bizanslıların Müslüman korsanlara iş vermesini ya da 12. yüzyılda Pisa gemilerinde Müslüman denizci ve yolculara rastlanmasını başka nasıl açıklayabiliriz?


16. yüzyılın başında Ege sahillerinden Kuzey Afrika’ya geçen Barbaros ve halefleri de denizden anlayan Hıristiyanları aralarına almaktan çekinmemişlerdir. 1581’de Cezayir’deki 35 kadırga reisinin 22’si, yani %63’ü mühtedidir. Yelkenli gemilerin yaygınlaştığı 17. yüzyılla birlikte, büyük çoğunluğu İspanyol ve İtalyan olan bu mühtedilerin yerine kuzeyli Hıristiyanlar alacaktır. Akdeniz’i istila eden yüksek güverteli yelkenli gemi teknolojisini Mağrib’e getiren bunlardır. 1625-6 yılına ait kayıtlarda Cezayir’deki reislerin %30’u Hollanda, İngiltere, Portekiz, Almanya, Danimarka, Frisya ve Valonya gibi okyanusa sahili olan memleketlerden gelmektedir.


Avrupa’da kaçacak delik arayan Yahudilerin bile reis ve hatta yeniçeri ve sancakbeyi olabildiği Kuzey Afrika, Akdeniz’in “Vahşi Batı”sı değilse nedir? Korsanlarımız daha da ileri gidecek ve en azından 17. yüzyılın başında Siemen Danseker ve Claes Gerritszoon Compaen gibilere Hıristiyan kalıp boyunlarında haçla “gaza”ya eşlik etmelerine izin vereceklerdir. Son olarak, gazilerimizin gemilerinde Müslüman ve Hıristiyanlardan oluşan karışık mürettebat kullanmaktan da çekinmediklerini ekleyelim.