Geçen ay değerli gazeteci Kurtul Altuğ’u kaybettik. Turgut Özal 1989’da Çankaya’nın kapılarını yazarımız Ozan Sağdıç ile meslektaşı Altuğ’a açmış, cumhurbaşkanı olduktan sonraki ilk röportajını Paris Match dergisinin Türkçe edisyonu için bu iki gazeteciye vermişti.
Benim Hayat dergisi foto muhabiri olarak İstanbul’dan Ankara’ya hareket ettiğim 28 Nisan 1960 günü Kurtul Altuğ da Akis dergisinin yazı işleri müdürü olarak Demokrat Parti’nin ünlü Tahkikat Komisyonu tarafından tutuklanıp, gazeteciler arasında “Ankara Hilton” olarak anılan Ulucanlar Cezaevi’ne konulmuştu. Kurtul’la ilk kez 27 Mayıs ihtilalinden hemen birkaç gün sonra, cezaevinden salınır salınmaz tanışmıştık. Dergimizin patronlarının politikası ihtilalden sonra birden değişmiş, 27 Mayısçı oluvermişlerdi. Metin Toker, Beyhan Cenkçi, Ülkü Arman, Yusuf Ziya Ademhan yanında birkaç kişi daha Demokrasi ve Özgürlük kahramanları olarak fotoğraflarıyla sayfalarımızda yer almalıydı. Kurtul’la birkaç ay farkıyla yaşıttık. O gün başlayan dostluğumuz sevgi saygı çerçevesinde sürgit devam etti.
1980’lerin sonuna doğru Türk basınında, uluslararası üne sahip kimi yabancı dergilerin, onlara bağlı Türkçe edisyonlarını yayımlamak gibi bir hava esmişti. Karacan Yayınları da kafayı Paris Match dergisine takmış, onun benzerini çıkaracak. Ama her şeyden önce, bu işin ülkemizde de kotarılabileceğini Fransa’daki müstakbel ortaklara kanıtlamak gerek. Bu yüzden bir örnek sayı hazırlanacak. Tasarlanan derginin yazı işleri müdürü ve başyazarı olarak Kurtul Altuğ’u görevlendirmişler. Sevgili arkadaşım, derginin “Fotoğraf Direktörü” olarak da beni uygun görmüş.
Örnek derginin ana teması, sona ermekte olan 1980’li yıllarda meydana gelmiş önemli olayların bir dökümü. Ancak, giriş sayfaları için, hemen dikkat çekecek bomba bir konu gerek. Tedavüldeki en önemli haber Cumhurbaşkanı seçimi. Altı yıldan beri Başbakanlık ve Anavatan Partisi Genel Başkanlığı görevini üstlenmiş olan Turgut Özal, muhalefetin bütün “Çankaya’ya çıkamazsın, çıkarsan da seni oradan indiririz” lâflarına karşın seçimi kazandı ve Cumhurbaşkanı oldu. Hemen röportaj girişiminde bulunduk. Gerçi Kurtul Altuğ’un adı yeter de artardı. Ama bize Basın Yayın Genel Müdürü Büyükelçi Kaya Toperi de çok yardımcı oldu. Daha Özal, yeni makamının rezidansına tam taşınmadan, yerini ısıtmadan biz köşkteyiz. Allah razı olsun, Özal da tanıtma işlerini pek severdi hani…
Kurtul ve ben Cumhurbaşkanlığı özel ofisine kabul edildiğimizde, Kaya Toperi de oradaydı. Dairenin makam masasının olduğu iç kısma değil de, giriş kısmında ufak çaplı bir yuvarlak masaya davet edildik. Taba renkli masa örtüsünün üzerinde beyaz karanfiller doldurulmuş bir vazo ile bol kuru pastalı, çerezli tabaklar konulmuştu. Özal, Toperi, Kurtul ve ben masanın çevresine dizildik. Tabii önce birkaç nezaket sözleri… Ne içeceğimiz filân soruldu…
Kurtul, röportajın amacını ve nerede kullanılacağını söyledi. “Paris Match’ı artık Türkçe de çıkaracağız” dedi. Özal “Buna sevindim. Beynelmilel olmak çok mühimdir” diye karşılık verdi. Arkasından “Hadi sorularınızı sorun bakalım” dedi. Kurtul, “Sayın Cumhurbaşkanım” diye söze başladı, “1980’li yıllara imza atan lider olarak sizi seçmiş bulunuyoruz. 80’li yılların gerek ekonomik gerek siyasi olaylarında büyük rolünüz var. Türkiye bu yıllara sizin ekonomik modelinizi uygulayarak başladı. Modelinizi “paralar serbest, mallar serbest, insanlar serbest” diye ifade etmiştiniz. Enflasyonu aşağı çekmek, hayat pahalılığını önlemek, Türkiye’yi çağdaş yapmak için el attınız. Türk milleti de size büyük prim verdi, seçimler kazandınız. Acaba bize 80’li yılları şu Çankaya Köşkü’nden anlatır mısınız?” Kurtul Altuğ’un ilk sorusu buydu.
Özal, anlatmaya epey gerilerden başladı. Bürokratik ve teknokratik hayatını 1950’den 1971’e kadar hep devlette çalışarak geçirdiğini söyledi, çalıştığı yerleri sıraladı, Devlet Plânlama’da ne kadar aktif olduğunu, 12 Mart döneminde ayrılmak zorunda kaldığını, Amerika’ya gidip Dünya Bankası’nda görev aldığını uzun uzun anlattı.
Söyleşi sırasında Özal bir ara “Müsadenizle” deyip yerinden kalktı. Bulunduğumuz yerin hemen yanında kapısı açık küçük bir oda vardı. Oraya geçti. Baktık gördük ki, orada bir bilgisayar var. Bilgisayarın başına geçti. Anımsamak istediği bir şey için bilgisayara baktı. Anlaşılan Özal’ın köşke taşıdığı ilk eşya kişisel bilgisayarı idi. O zamanlar bilgisayarlar şimdiki gibi pek yaygın değildi. Bu hemen dikkatimizi çekti. Kendisinden önceki Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in böyle bir sistemi var mıydı bilmiyorum. Aksi takdirde kameram ilk bilgisayarlı cumhurbaşkanının görüntüsünü saptıyor demekti.
Ayağa kalkmışken, ben “Hadi birkaç fotoğraf çekelim” demiştim. Makam masasının bulunduğu tarafa geçtik. Daha önce orada Cemal Gürsel’den başlayarak, Sunay’ın, Korutürk’ün fotoğraflarını çekmiştim. Makam masası sedef kakmalı, ağır bir masaydı. O görünmüyordu. Basit bir büro masası onun yerini almıştı. Herhalde yeni cumhurbaşkanına göre yeniden yerleştirilecek ofiste geçici bir düzenleme idi bu. Ben, duruma bakıp “Şimdi amerikanvari bir fotoğraf çekelim” demiştim. Özal “Bunun amerikanvarisi nasıl oluyor” diye sordu. Ben “Bilmem” dedim, “ama oralardaki liderlerin böyle masa başında poz vermiş fotoğraflarını pek görmedim. Daha çok makamı fon olarak kullanan, onun önünde. ayakta çekilmiş fotoğraflarına rastladım da…” Özal güldü, “Biz de o zaman Amerikanvari bir poz verelim” dedi.
Röportajla, ara sohbetlerle bize ayrılan zamanı çok aşmıştık. Biz diyorum ama, asıl Özal’ın anlatacakları bitip tükenmiyordu. Yaverlerden biri kibarca bekleme odasında tebrike gelmiş üst düzey siyasilerin ve bürokratların biriktiğini hatırlatıyordu. Ben “Ama doğru dürüst fotoğraf çekemedim ki” dedim. “Daha özel hayatınız filân…” Sözümü kesti “Benim özel hayatım henüz Başbakanlık Konutu’nda. Yarın gel, orada çekersin” dedi. Saati kararlaştırdık, el sıkıp köşkten ayrıldık.
Ertesi gün kararlaştırılan saatte Başbakanlık Konutu’na tek başıma gittim. Özal beni eşofmanla karşılamıştı. Semra Hanım ortalarda görünmüyordu. Önce onu sordum. Özal, “Bırak şimdi onu. Taşınma telaşında. Şimdi köşkte keşif yapıyor. Kendisini ben bile göremiyorum” dedi. “Sen burada ne çekmek istiyorsan onu söyle.” Bir gün önceki sohbet sırasında Kurtul Altuğ Sayın Özal’a “Maşallah sayın cumhurbaşkanım, sizi çok incelmiş ve dinç gördüm” diye iltifatta bulunmuştu. O da belki de yaşamını her sabah iki saat süre ile yaptığı egzersizlere borçlu olduğunu, cumhurbaşkanlığı seçimine de iyi hazırlandığını söylemişti. “En stresli olduğum anlarda kendimi zora sokarım. Son bir ayda tam 18 kilo verdim” demişti. Şu anda, Başbakanlık konutunda eşofmanlı olduğuna göre, ya egzersiz yapıyormuş, ya da yapmak üzereydi. Bu olayın saptanmasının doğru olacağını düşündüm. “Gel o zaman” dedi, pek de büyük olmayan bir odaya girdik. Ortalık biraz dağınık gibiydi. Herhalde taşınma hali, bir takım eşya paketli paketsiz oraya buraya savrulmuştu. Eşofmanın üst kısmını çıkardı, beyaz fanilayla kaldı. Önce daha düzenli bir köşede duran kondisyon bisikletinin üzerine bindi, pedal çevirmeye başladı. Fotoğraf için şahane bir manzara… Sonra da koşu bandının üzerine çıktı. Önce yavaş başlattığı bandı hızlandırdıkça hızlandırdı; kan ter içinde kalıncaya kadar kendini -gerçekten- zora sokmuştu. Özel hayat namına sadece bu fotoğrafları çekebilmiştik. Ama bu kadarı bile yeter artardı. İnsan gelecek zamanlarda neler olacağını bilemiyor. Yıllar sonra tutulacağı kalp krizi ile vefatına neden olacak yürüyüş bandı üzerinde vaktiyle çekilmiş tek fotoğrafın bana kısmet olacağını nereden bilebilirdim ki…
Röportajımız için bir temel eksiğimiz daha vardı. Yeni cumhurbaşkanımızın mekânı olacak Çankaya Köşkü ile birlikte çekilecek fotoğrafları. Onun için üçüncü bir randevu daha almam gerekiyordu. “Yarın köşke gel. Saatini şimdiden söyleyemem. İş arasında bir ara avluya çıkarız. İstediğin fotoğrafı çekersin” dedi. Ertesi gün Köşke gittim. Yaverler odasında beklemeye alındım. Çok da beklemedim. Özal önemli bir toplantıya gidecekmiş. İçinde birkaç kişi bulunan siyah bir araba onu götürmek üzere gelmiş, köşkün giriş merdivenleri karşısında bekliyor. Merdiven önüne de makam arabası yanaşmış. Özal bana, “Hadi, istediğin fotoğrafı nerede çekeceksin” diye sordu. Kapıda bekleyenler var. İki arada bir derede şipşak fotoğraf çekeceğiz. Bu kapı köşkün yan tarafındadır. Asıl Ankara manzarasına hakim ana cephenin önünde bir boş alan vardır. Orası hiç kullanılmaz. Ama köşk imajı deyince o akla gelir. Her şeye rağmen onu köşkün önüne kadar yürüttüm.
Bekleyen beklesin, bana ne! Ben kendi hesabıma röportajın ana fotoğrafını çekeceğim. Ya köşkle beraber, ya da “İşte bakın, Başkent Ankara, ben de bu bilmem kaç rakımlı tepenin efesiyim” diyen pozlarda. Titizleniyorum, tekrar tekrar çeşitli görünüşler halinde fotoğraflar çekmeye çalışıyorum. “Şurada durun efendim, şu vaziyette, biraz daha sağa dönün, elinizle şöyle bir hareket yapın, biraz daha eğilirseniz daha iyi olur, olmadı ama şimdi, biraz gülümseniz lâzım” gibi uyarıların, komutun bini bir para benden… Aylardan da Kasım ayı, soğuklar başlamış. Aslında palto havası. Özal gideceği toplantıya uygun ince kumaştan lacivertleri giyinmiş. Bir taraftan da beklettiği adamlar var. Sonunda dayanamadı, “Haydi ama, üşüttün beni” dedi.
İki üç aydır, basında, siyasal ortamda, muhalif çevrelerde, hatta vatandaşın ağzında “Özal Çankaya’ya çıkamaz, çıksa bile oradan apar topar indirilir, Çankaya’yı ona dar ederiz” lâfları havalarda dolaşıp duruyordu ya, dilimin ucuna geldi, şeytan söyletti desem yeridir. “Eee efendim, Çankaya’nın havası biraz ayazdır” deyiverdim. Kinayeli konuştuğuma hükmetmiş olmalı ki, yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Ben de “Sizi daha fazla yormayayım. Bu kadarı yeter, teşekkür ederim” deyip kestim.
Çok geçmedi, haftasına buna benzer bir olay daha yaşadım. Ama onda hiç, bir günahım yok. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın müdürü Mükerrem Berk, Semra Hanım’ın dayısı. Orkestra Kültür Bakanlığı bünyesinde ama, ismen kime bağlı? O adı taşıyan bir iki kuruluştan biri. Tabii Mükerrem Bey’in etekleri zil çalıyor. Özalların köşke çıkışlarının ilk haftasında, Konserlerini onurlandırmaları şartı evvel. Gelmesine geliyorlar da, tam 7 dakika geç. Orkestra podyuma çıkmış, seyirciler sıralarında sabırsızlıkla bekliyorlar. Ne o? Cumhurbaşkanı teşrif edecekler, İstiklâl marşıyla konser başlayacak. CSO Salonunun dinleyicileri hiç böyle bir beklemeye alışkın değil. Özellikle, İsmet Paşa hiç bir konseri kaçırmazdı. Onun randevuları Ankaralılar tarafından dakiklik örneği olarak gösterilirdi. Dakikası dakikasına salona girerdi. İktidarda olsun, muhalefette olsun, artık bir ritüel halini almıştı, hemen hemen herkes ayağa kalkardı ve İsmet Paşa alkışlanırdı. Ona gösterilen bu saygı, kendisinin sanata karşı saygısının karşılığıydı.
Zaten Özal’ın Cumhurbaşkanlığına getirilişine özellikle aydın çevrelerde bir tepki mevcutken, bu gecikme dinleyiciler arasında hoşnutsuzluk yarattı. Eşiyle birlikte ön sıradaki yerlerine geçerken kimse ayağa kalkmadı. Üstelik arka sıralardan “yuuu” sesleri yükseldi. Bir rastlantı işte, bir hafta önce ben Salonun fuayesinde “En Büyük Dinleyici İsmet İnönü” diye bir sergi açmıştım. Bunun şakasını da yapardım. “Tam on üç yıl her Cuma İsmet Paşa ile beraberdim, değişmez yerim de ikinci sırada, hemen onun arkasındaydı” derdim. Bunu ilk kez duyanlar “Ne o, İnönü Cumaya mı giderdi” diye sorarlardı. “Evet” derdim, “Her Cuma CSO salonunda buluşurduk. O nedenle İnönü’nün dünyanın en büyük şefleriyle, solistleriyle dünya kadar fotoğrafım vardır arşivimde. Onların bir bölümüyle tam yerindir diye CSO’da bir sergi açmış bulunuyordum. Çalınan iki eser arasında Özal’a yaklaşıp, sergimin broşürünü takdim ettim. “Fuayede ibret bir sergi var. Bir göz atarsanız memnun olurum” dedim.
Dördüncü ya da beşinci sıranın başında Müşerref Hekimoğlu oturuyordu. Bana Özal’la ne konuştuğumu sordu. Ben de olduğu gibi aktardım. Evet, ibret sözcüğünü kullanmıştım ama, içinde hiçbir kinaye olmadan. Sen misin bunu söyleyen? Ertesi gün Müşerref Ablamız yazısına, “Dün gece Özal CSO konserine geç geldiği için yuhalandı” diye başlamış. Ben de yanına gitmişim, “İbret al bak. İsmet Paşa var ya, İsmet Paşa her konsere tam zamanında gelirdi” demişim. Beni iyi niyetli davetim gazete yazısıyla böyle tescillenmez mi!.. Ört ki ölem.
9 sayfalık röportajımızla başlayan Paris Match Türkiye dergisi örnek sayısı 1989 Aralık ayı başında ortaya çıktı. Hiç de fena basılmamıştı. Birinci sayfadaki künye bölümünde Başkan: Ali Naci Karacan, Genel Yönetmen: Kurtul Altuğ, Yazı İşleri Müdürü: Tuna Serim, Sanat Yönetmeni: Serap Sarıuçak. Fotoğraf Direktörü: Ozan Sağdıç diye yazıyordu. Ama nedense, anlaşamadılar mı nedir, devamı gelmedi. O örnek sayı arşivlerimizde tatlı bir anı olarak kaldı.