Anadoluda “particilik” diye tabir edilen hadisenin geçmişi, nereden baksanız (ki ben el mahkûm Batılı kaynaklardan bakıyorum) Antik Yunan’a kadar gidiyor. Tabii dünya tarihini salt Amerika merkezli okuyan bir arkadaş, “Dünya tarihinde tekerleğin ulaştırma amacıyla kullanılması 15. yüzyıl sonrasındadır” dediğinde nasıl bakacaksak, Çin-Japon tarihini iyi bilenler de burada “dünya tarihi” başlığında Memo Tembelçizer’in deyimiyle “utanmadan iddia ettiğim” bilgilere öyle bakıyor olabilir, orası ayrı.
Biliyorsunuz, kalender Amerikalılar tekerleği bulmuşlar bulmasına ama aklımda yanlış kalmadıysa önüne katıp çekecek hayvan falan olmadığı için oyuncak diye çocuklarına vermişler. Resmen bilgisayarı, modemi bulup internete girmeden önce henüz elektriği bulmadığını farketmek gibi bir durum, Allah düşmanımın başına vermesin.
Neyse, particilik işlerine dönersek, Antik Yunan ve sonrasında Roma’daki particilik işleri elbette bizim bugünkü particilik işlerine benzemiyor. Öyle merkez karar yürütme kurulları, kadın kolları, kongre delegeleri falan yok. Ama özellikle Roma Cumhuriyeti’nin son yüzyılında iki parti çıkıyor meydane ki aklımda kaldığı kadarıyla ikisi de birbirinden merdane.
Bunlardan ilki Optimates partisi; bugün kullandığımız kavramlarla düşünecek olursak merkezi temsil ediyor. Bunlara halktan kopuk elitler demek de mümkün, hatta abiler de isimleri halkla yanyana gelsin bile istemiyorlar. Galiba demokrasinin tam oturmadığı ortamlardaki iki partili sistemin bir neticesi olarak hangi parti güce kavuşsa diğerinin üzerinden silindir gibi geçiyor, iki partili sistem son tahlilde illa ki tek bir partinin diktasına dönüşüyor. Misal, en ünlü Optimates partililerden Sulla, tırışkadan bir olağanüstü hâl ilan ederek daha önce sadece Roma kuşatma altındayken falan verilen dikatörlük görevini üstleniveriyor. Diktatörlüğüne de her başarılı diktatör gibi önce bir anayasa reformu yaparak başlıyor. İlk aldığı kararlardan biri, üyelerinin sayısını ikiye katlayarak hem yasa yapıcıların hem de mahkemelerin gücünü zayıflatmak oluyor.
Bu Sulla arkadaş iktidarı ele geçirir geçirmez, rakibi Populareslileri de kılıçtan geçiriveriyor. Bunlar o zamanın en medeni ülkesi Roma’da bile olağan şeyler anlaşılan ki, çok çok “Böyle bir şey olabilir mi?” diye geçiştiriliyor. Bu kılıçtan geçirmeden tek kişi kurtuluyor; onu da yakinen tanıyorsunuz: dertli gönüllere giren Jül Sezar kardeşimiz. Kendisi o zaman onyedi yaşında ve hiç de öyle “Böyle bir şey olabilir mi?” diyerek kaderine küsmeye niyeti yok.
Ha nedir, Sulla’nın anayasal reformları da diktatörlüğü gibi kısa ömürlü oluyor. Zaten daha önce de bahsetmiştik, bu diktatörlük Roma’da “Al bu ülke bu olağanüstü hâlden çıkana dek tek yetkili sen ol” diye kısa süreli olarak verilen bir görev.
Elbette Populares partisi de güç kazanıp iş başına geliyor, o da hep iş başında kalmak için elinden geleni yapıyor ve zaten ne oluyorsa o zaman oluyor. Optimates’in tek parti dönemini bir şekilde atlatan Roma Cumhuriyeti artık bu kadarına dayanamıyor.
Sezar, ama dövüşerek ama hakkıyla ama katakulliyle geldiği yönetimden ayrılmamak için hem kendisine oy vereceğini varsaydığı yeni seçmenler yaratıyor; hem de Sulla’nınki kadar zalimce olmasa da, muhalefetin sesini kısmak için elinden geleni ardına koymuyor. E şimdi halk da Sezar’ı destekliyor çünkü Sezar basbayağı, “Haydi Roma’yı yeniden büyük yapalım” falan gibi boş boş sözler veriyor, hayatında millet görmediği hâlde “Yeter söz milletin” diye konuşuyor ama bir yandan da ne kadar siyasi rakibi varsa birer birer hepsini soymaya başlıyor. Mallarına mülklerine el koyuyor.
Hani şu Brutus’u bile isyan ettiren tavrın arkasında yatan üç aşağı beş yukarı bunlar yani. Mesela Sulla’nın bile yapmadığını yapıp kendini ömür boyu diktatör ilan ediyor. Tabii en azından hiç olmazsa, “yahu ben bunu kendim için mi istiyorum?” demiyor. E sonrasını biliyorsunuz. Brutus ve cumhuriyetçiler Sezar’ı, Sezar’ın yeğeni Augustus ve asker arkadaşı Brutus ve cumhuriyetçileri, sonra Augustus hepsini şeklinde bir olaylar zinciriyle, Roma Cumhuriyeti’nin mezartaşını dikiyorlar.