Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Resimden fotoğrafa, Hoca Ali Rıza’dan Ferit İbrahim’e geçiş

1858 doğumlu Hoca Ali Rıza, Türk resim sanatının ilk büyük ustalarındandı; öğrencisi Ferit İbrahim ise 1882 doğumlu ilk Türk fotoğrafçılarından. İkisi de değişen bir dünyaya tanıklık etti, eserleriyle tarihi, tarihî kişilikleri belgeledi. Bilinmeyen imzaların silinmeyen izlerinde bir yolculuk…

Arşivimde Hoca Ali Rıza’nın bir fotoğrafı var; Ferit İbrahim çekmiş. 20. yüzyıl başlarında her fotoğrafçı biraz da ressam olmak zorundadır; malum fotoğrafa yapılan rötuş, ustasının kalem ve fırçasından çıkmaktadır. Ferit İbrahim ayrıca resim yapardı ve resim hocası sevgili dostu Hoca Ali Rıza idi. Bu vesileyle bu iki değerli insanı anlatacağım.

Hoca Ali Rıza bir ressam. Binlerce karakalem, suluboya eseriyle zamanın İstanbul’unu tespit eden, yitirilen güzellikleri yaşatan bir ressam. Çok büyük iddialarla yola çıkmış değildir Hoca Ali Rıza. Şöyle der: “Resim sanatının icap ettirdiği diğer tarzlardan nasip almakla beraber mesleğim peyzaj ressamlığıdır. Yegâne zevkim memleketimin tatlı semaları altında, zümrüt yeşili görüntüler üzerine serpilmiş yerli ve milli bir yaşayışı anlatan Osmanlı aşiyanlarını, mahallelerini, manzaralarını, ağaçlıklarını, tarihi ve kıymetli eserlerini öldürmemek ve onlara uzun bir hayat vermek olduğu gibi, bu yolda yaptığım pek çok resim kroki ve karakalem, suluboya, yağlıboya resimlerim her gün artmakta olan yadigârlarımdır (Osmanlı Ressamlar Cemiyeti gazetesi, sayı 7). Onun resimlerine bakarken Üsküdar’ın sokakları, kırları, Anadolu Hisarı ve Boğaz gözlerimizin önünde o güzelim halleriyle belirdiğine göre, Hoca Ali Rıza ‘yegâne zevki’ini dolu dolu yaşamıştır.

Hoca Ali Rıza

Ferit İbrahim

Yine aynı yazıda resim üzerine görüşlerini açıklarken günümüzün resim anlayışından farklı düşündüğünü de görürüz: “Medeni milletlerce pek büyük önem verilen resim sanatı, birçok faydalar sağlaması bakımından, hayal etme gücünün meydana konmasına ve bütün insan topluluklarının okuyup anlayabilmesine vasıta olan apaçık bir dil, bir nevi yazı gibidir”.

Ve Hoca Ali Rıza eski İstanbul’u en güzel ‘yazı’ya dökenlerden biridir.

Bazı kaynaklarda 1857 ve 1864 tarihlerinin verilmesine karşın, Hoca Ali Rıza 1858’de Üsküdar’da Ahmediye mahallesinde doğmuştur. Kendisinin el yazısıyla yazıp Süheyl Ünver’e verdiği notlarda da bu tarihi belirtir (Ressam Ali Rıza ve Eserleri [1858-1930], Prof. Dr. Süheyl Ünver, 1949). Babası hattat ve süvari binbaşısı Mehmet Rüştü’dür.

Ali Rıza’nın resim merakı çok küçük yaşlarda başlar. Okul defterlerinin kenarlarını süslemek için eline aldığı fırça ve kalemi yaşamının son yıllarına kadar elinden bırakmayacaktır. Rüştiye ve İdadi’yi bitirdikten sonra 1878’de Mekteb-i Harbiye’ye girer. Birkaç arkadaşıyla beraber okul komutanlığına başvurarak bir ‘Resimhane’ açılmasını sağlar.

Okulun sağladığı malzemelerle resim yapma olanağına kavuşan Ali Rıza ve arkadaşlarının ilk hocası, asker ressam Osman Nuri Paşa olur. Daha sonra Fransa’da eğitim görmüş olan Albay Süleyman Seyyit ve İtalya’da eğitim görmüş olan Fransız asıllı Mösyö Guez’den ders alırlar. Yapılan resimler sarayın da hoşuna gitmekte ve grup, padişahın hediyeleriyle ödüllendirilmektedir.

1882’de okulu bitiren Ali Rıza, öğrenimine devam etmek üzere İtalya’ya gönderilecekken, Napoli’de görülen kolera salgını üzerine bundan vazgeçilir. Resim öğretmeni yardımcılığına getirilerek Mekteb-i Harbiye’de çalışmaya başlar. Okulda kurulmuş soylular sınıfının resim hocalığı da artık ‘Hoca’ olan Ali Rıza’nındır.

Ünlü ressam Zonaro’nun fırçasından ünlü ressam Hoca Ali Rıza’nın üniformalı portresi.

Bu hocalık 1908’de Meşrutiyet ilan olununcaya kadar sürer. Bunun ardından Mekteb-i Harbiye basımevinde başressam olarak görevlendirilen Hoca Ali Rıza, askerî okullarda resim derslerinde kullanılmak üzere albümler hazırlar. Resim modelleri içeren bu albümler daha sonra diğer okullar için başka basımevleri tarafından yeniden basılacaktır. Aynı yıl, Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin başkanlığına seçilerek Osman Asaf’la beraber cemiyet dergisini çıkarır. 1911’de yarbayken emekliliğini isteyip ordudan ayrılan Hoca Ali Rıza, çeşitli okullarda resim öğretmenliğine devam etmenin yanı sıra Maarif Nezareti tarafından kurulmuş olan Sanayi-i Nefise Encümeni’ne de üye seçilir.

Hakkında yazılanlardan, Hoca Ali Rıza’nın kendisinden bahsederken ‘ben’ diyemeyecek kadar mütevazı ve inanılmayacak derecede iyi yürekli bir insan olduğunu anlıyoruz. Kaç kişi oturduğu evdeki “farelerin de yaşama hakkı var” diye yuvalarının önüne ekmek ve su koyar? Çok yüklü bir arabayı yokuş yukarı çekerken zorlanan bir ata yardım etmek için arabayı iter? Uyumasına engel olan tahtakurularını öldürmeyip, su dolu bir çanağın ortasına koyduğu bir taşın üstünde toplayıp sabah bahçenin uzak bir köşesinde serbest bırakır? Arkadaşlarının anlattıkları, benzer pek çok anı içerir. Onun cömertliğini vurgulamak için Kemal Erhan’ın Hoca Ali Rıza (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) adlı kitabından bir anı daha nakledelim: “Bir yaz günü, Köprüden 17.30 da kalkan Şirketi Hayriye’nin en büyük ve güzel vapuru, 74 numara ‘Altınkum’, Kanlıca’ya yanaşmıştır. Hoca Ali Rıza vapura biner ve güvertede arka sıralarda bir yere oturur. Birkaç dakika sonra iki genç Hoca’yı hürmetle selamlayarak yanına gelirler. Gençlerden biri, -‘Hocam’ der, ‘zatıalileriyle bir müddetten beri görüşmek istedik. Biz de Paşabahçe’de oturuyoruz. Bir istirhamımız var. Kabilse sizin resimlerinizi görmek istiyoruz. Acaba mümkün olacak mı?’

Hoca fotoğrafta, öğrenci kamerada

Hoca Ali Rıza, Ferit İbrahim Stüdyosu’nda çektirdiği fotoğrafını Hattat İsmail Hakkı Bey’e (Altunbezer) “Yar-ı canım Hakkı bey karındaşıma. A. Rıza” diye imzalamış.

Hoca her iki genci gözlüklerinin üstünden süzer ve pek memnun bir eda ile:

-‘Beyler’, der. ‘Evim resim meraklılarına açıktır. Ancak, anlıyorum ki, sizler iş güç sahibisiniz. Zamanlarınız dardır. En iyisi şimdi ben size birer resim yapayım. Siz evinizde ara sıra bakarsınız.’

Vapur, Çubuklu’dan kalkmıştır. Paşabahçe’ye 10 dakika sonra yanaşacaktır. Hoca, elini cebine atar, bir defter ve kalem çıkarır. Oturdukları yerden Boğaz’ın Rumeli yakasına bakar ve kalemini oynatır.

Ayrı ayrı yerleri canlandıran iki resim birkaç dakika içinde sona ermiştir. Gençler, şaşkın bir halde resimlere hayranlıkla bakarlar ve dayanamayıp Hoca’nın elini öperek hürmetle ayrılırlar” (s.57).

Nerdeyse bütün zamanını resim yapmaya veren ve binlerce resim yapan Hoca Ali Rıza yaşamının son günlerinde hastalığı nedeniyle fırça ve kalem tutamayacak hale gelir ve 1930 yılının Mart ayında ölür. Pek çok kez resim yaptığı Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verilir.

Ve Ferit İbrahim…

Şimdi biraz da Ferit İbrahim’den bahsedelim. Ayaşlı Miralay (Albay) İbrahim Bey’in oğlu Ferit, 1882’de Üsküdar’da doğdu. Üsküdar Lisesi’nde okurken annesinin hediye ettiği makineyle fotoğraf çekme merakı başladı. Hukuk Fakültesi’nde tahsiline devam ederken Şurayı Devlet Mülkiye Dairesi’nde çalıştı. Bu sırada resim ve musikiye de ilgi duydu. Taha Toros’un yazdığına göre Üsküdar’daki Zöhre-i Musiki Cemiyeti’nin kurucusudur (Taha Toros, O Güzel İnsanlar, s.47)

24 Temmuz 1908’de “Hürriyetin ilanı”ndan sonra başlayan memur tasfiyesi sırasında aynı dairede çalışan ve “sarhoş” olarak tanınan başka bir Ferit’le ismi karıştırılınca işinden oldu. Liseden okul arkadaşı Faik Sabri’nin (Duran) teklifiyle Resimli Gazete’de fotoğrafçı olarak çalışmaya başladı. Uygulamaya gelince işin zorlukları ortaya çıktı. Mesela İshak Paşa yangınında herkesin canı yanarken, keyifle (!) fotoğraf çektiği için halkın hücumuna uğruyor, bir yerleri gezmeye giden padişahın resimlemek istediğinde polisler engel oluyordu.

Ferit İbrahim çareyi yine de polise başvurmakta bulur; yaptığı işi anlatarak fotoğraf muhabirliği vesikasını alır. Bu ülkede foto muhabirlerine verilen ilk kimlik olarak numarası 1’dir. Ferit İbrahim pek çok tarihî olayın tanığı olur, fotoğraflarını çeker. 31 Mart Vakası’ndan dolayı idam edilenlerin fotoğraflarından kendisi bile korkar. Babıâli Baskını’nın (23 Ocak 1913) fotoğraflarını, tırmanıp gizlendiği bir ağaçtan çeker. Bazıları yayımlansa da çoğu yayımlanamaz; bunların arasında Nâzım Paşa’nın vurulup yere yuvarlanışının fotoğrafı da vardır.

Fotoğrafçı ve sinemacı Ünlü fotoğrafçı Ferit İbrahim (solda) ve Türk sinemasının ilk görüntü yönetmenlerinden Cezmi Ar, ellerinde kameraları bir çekim esnasında…

Balkan Savaşı başladığında Haydarpaşa’da Anadolu’dan gelen asker ve gönüllülerin fotoğraflarını çeker. Fotoğrafları İngiliz, Fransız, Alman ve Avusturya gazete ve dergilerinde yayımlanır.

Balkan Savaşı’nın sonunda İkdam gazetesine geçer. Uçağa binen Talat Paşa’nın fotoğrafını çekerek bu gazetede yayımlar; diğer bütün fotoğrafçıları atlatmıştır.

Fotoğrafını çektiği bir devrin devlet adamlarını, 1939’da Münir Süleyman Çapanoğlu’na şöyle anlatır:  

“Sultan Reşad resim çekeceğimi anlarsa düzelir, fesine bir intizam verir, önünü, yakasını iliklerdi. Ve daima gülerdi. İttihat ricali -Talat Paşa’dan başka- hemen hepsi yüzlerine bir ciddiyet verirlerdi. Rahmetli Talat laubali bir tavır takınırdı. Demokrat adamdı o…  Enver, kimseye belli etmeden bıyıklarını büker, dikleştirir, yüzüne bir vakar vermeğe çalışırdı. Şehzadelere gelince onlar objektif karşısında bir başka insan olurlar, güzel çıkmak için ne gibi jestler yapmak, poz almak lazımsa yaparlardı. Bebekleşirler, züppeleşirlerdi kamera karşısında…” (Münir Süleyman Çapanoğlu, Modern Türkiye Mecmuası, no: 44).

Ferit İbrahim, Balkan Savaşı biterken ilk fotoğraf dükkanını Sirkeci’de Büyük Postane karşısında açar. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Çanakkale ve Galiçya cephelerinde ordu fotoğrafçılığı yapar ve dükkânını kapatır. Savaşın bitiminden sonra, 1919’da Beyoğlu’nda fotoğrafhane açan ilk Türk olur.

Dumlupınar’ın ikinci yıldönümü Ferit İbrahim (en sağda) ve diğer fotoğrafçılar, 1924’te zaferin yıldönümü için Dumlupınar’da. Trenin üstündeki yazıda Haydarpaşa-Dumlupınar yazıyor (Cengiz Kahraman Arşivi).

1925’te Ankara’ya çağrılır. Kendisi de fotoğrafla uğraşan zamanın İçişleri Bakanı Cemil Uybadın fotoğraf ve film çekilmesine çok önem vermektedir. Onun teklifiyle Ferit İbrahim Çankaya’nın fotoğrafçısı olur. Bir yıldan uzun bir süre Mustafa Kemal’in (Atatürk) bütün seyahatlerine katılır, yüzlerce fotoğrafını çeker.

İstanbul’a döndükten sonra önce yine Beyoğlu’nda, yaşlanınca da Kadıköy’de fotoğrafhane açar. Kendisine Özgünar soyadını seçen İbrahim Ferit, 1953’te vefat eder.

Fotoğraftaki fotoğraf: Atatürk Hoca Ali Rıza’nın öğrencisi Ferit İbrahim, fotoğrafhanesinde iki gözlüğünü üst üste takarak resim yapıyor. Münir Süleyman Çapanoğlu, Ferit İbrahim’le yaptığı röportajda fotoğrafhanesinin duvarında onun çektiği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün imzaladığı fotoğraflar olduğunu yazıyor. Bu fotoğrafta da duvarda fraklı Mustafa Kemal Atatürk fotoğrafını görüyoruz; böylece pek çok yerde yayımlanan bu fotoğrafı Ferit İbrahim’in çektiği kanıtlanıyor.

ÇANAKKALE 1916

Ferit İbrahim: Sembol fotoğrafın ardındaki isim

1. Dünya Savaşı sırasında Harp Mecmuası adıyla bir dergi yayımlandı. Propaganda amaçlı çıkartılan bu derginin hayatı Ekim 1915-Haziran 1918 tarihleri arasında 27 sayı sürdü. Servet-i Fünûn dergisini de çıkaran Ahmet İhsan’ın matbaasında basılan bu dergi, yüzlerce kaliteli fotoğrafla doludur. Birinci Dünya Savaşı üzerine o zamandan bu zamana kadar yayımlanan hemen her kitap için görsel kaynak olan bu fotoğrafları kimlerin çektiği bilgisi ne yazık ki dergide yoktur. Fakat Şehir Üniversitesi’nde bulunan Taha Toros Arşivi’ndeki bulunan ve Ferit İbrahim’in çektiği bu fotoğraf, Harp Mecmuası’nın Şubat 1916 tarihli sayısının kapağında da yer alır. İtilaf Devletleri’nin Çanakkale’yi terketmek zorıunda kalmasının ardından çekilen ve sembolleşen bu fotoğrafının dergideki altyazısı şöyledir: “Arıburnu’nda Kanlısırt’ta düşman siperine dikilen gazi alay sancağıyla muhafızları, azmin önünde kırılmış uydurma İngiliz satvetinin çalkanarak kaçan son teknesini seyrederlerken…” Taha Toros’un arşivindeki fotoğraf ve derginin tarihi, Çanakkale muharebeleri biter bitmez Gelibolu Yarımadası’nda çekilen karelerin pek çoğunun usta fotoğrafçı Ferit İbrahim’e ait olduğunu da kanıtlıyor.

Devamını Oku

Son Haberler