19. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı topraklarına girerek geleneksel koku beğenilerini tümden değiştiren ‘Batılı parfümler’ hakkında Refik Halid’in eserlerinde yer alan tespit ve yorumlar Avrupa parfümeri tarihi açısından da büyük önem taşır.
Meşrutiyet döneminden Cumhuriyet’e kadar uzanan bir zaman diliminde Osmanlı insanının gündelik yaşamının ve tüm alışkanlıklarının hemen her alandaki değişimine tanıklık eden Refik Halid, gerek romanları gerekse denemelerinde, yaşanan kültürel dönüşüme oldukça ayrıntılı ve çoğu zaman da eleştirel bir dille yer verir. Onun, Osmanlı insanının koku beğeni ve alışkanlıklarının değişimi özelindeki verdiği bilgiler, bu konudaki araştırmalar için paha biçilmez bir nitelik taşır.
İmparatorluğun son günleri ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan toplumsal ve kültürel dönüşümleri oldukça renkli ve mizahi bir dille kaleme aldığı Üç Nesil Üç Hayat adlı eserinde Refik Halid, alkol içeren parfümlerin Sultan Abdülaziz devrinde bilinmediğini dile getirir: “Alkollü ıtriyat henüz meçhuldür;
koku olarak gülyağı revaçta. Fakat devir sonlarına doğru Avrupa’dan gelme bir kaç parfön kibar ailelerce kullanılmaya başlıyor. Mesela Lüben suyu…”
19. yüzyılda özellikle kimya alanında yaşanan yenilikler Avrupa’da parfüm üretimini başlı başına bir endüstri haline gelmesini sağlamıştı. Bitkilerden elde edilen uçucu yağlar içindeki maddelerin izole edilebilmesi ve koku moleküllerinin sentetik olarak üretilebilmesi, parfümlerin daha ucuza mal edilmesini mümkün kıldı. Kokuların sentetik olarak üretilebilmeleri ve sonrasında doğada olmayan kokuların keşfi birbirinden değişik parfümlerin yaratılabilmesi için hayal gücünü harekete geçirecek bir ortam yarattı. Böylece Avrupa’da 19. yüzyıldan itibaren parfümerinin altın çağı başladı. Bu gelişmeler, beraberinde yoğun bir rekabet ortamını da getirdi. Yaşanan üretim patlaması, Avrupa’da özellikle de Paris’te sayıları hızla artan parfüm evlerinin ürünlerini satabilmek için yeni pazar arayışına girmesini zorunlu kıldı. Osmanlı İmparatorluğu ise parfüm üreticileri için mükemmel bir pazardı.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygın olmasa da Avrupa’nın özellikle de Fransa’nın köklü parfüm evlerine ait ürünler yavaş yavaş, başta İstanbul, Pera’da ve İzmir, Selanik, Beyrut gibi liman kentlerinde açılan bonmarşelerde, tuhafiyecilerde ve yağlıkçı esnafında boy göstermeye başladı.
Bu öyle bir denk gelişti ki, Tanzimat’tan itibaren baş döndürücü toplumsal değişikliklere tanık olan ve Batılı yaşam tarzını kabule hazır Osmanlı insanında yeni bir merak ve beğeni dalgası yaratması kaçınılmazdı. Daha
önceki dönemlerde, kokulu yağ, gül ya da çiçek suları gibi geleneksel kokulardan başka bir ürün kullanmayan ancak yeni modaları yakından takip eden, özellikle üst tabaka Osmanlı hanımların ve beylerin Avrupa tarzı parfümleri benimsemeleri zor olmadı.
O yıllarda, bugün parfüm olarak adlandırdığımız ürünlerin tamamı “lâvanta” olarak adlandırılıyordu. Koku beğenileri köklü bir geleneğe dayanan Osmanlı insanı Batı’dan gelen “lâvantaları” benimseyerek kullanmaya başladı ama bu, hiçbir zaman gözü kapalı bir hayranlıkla olmadı. İşte bu noktada Refik Halid’in gözlem ve yorumları dikkate değerdir.
Refik Halid, Osmanlı topraklarına ilk giren parfümlere örnek olarak Lüben suyunu verdikten sonra şöyle
ekler: “…Bu kırmızı renkte, lavanta çiçeği ve karanfil kokan, temizlik hissi verip iç açıcı latif bir losyondur; amma bir kusuru vardır: Damladığı kumaşta, çamaşırlarda leke bırakıyor. Çok sonradan fabrika bu kusurun önüne geçmişse de malın da modası geçmiş, revacı kalmamıştır.”
Avrupa’dan gelen parfümlere örnek olarak verdiği Lüben suyu, 1798’den beri var olan, Avrupa’nın en eski ve köklü parfüm evlerinden Lubin’e aittir. Parfümleri ile başta İmparatoriçe Josephine olmak üzere tüm sarayın dikkatini çeken ve beğeni alan Lubin’in en gözde kokularından Eau de Lubin ile ilgili böyle bir değerlendirmeye Avrupa parfüm tarihi literatüründe rastlamak mümkün değilken Refik Halid’in bu noktaya özellikle dikkat çekmesi ilginçtir.
Abdülhamit devrine gelindiğinde, başta parfümler olmak üzere, Avrupa’dan gelen tuvalet malzemeleri gitgide çoğalmaya başladığını görürüz. Refik Halid bu ürünlere de temkinli ve eleştirel yaklaşır. “ Beyoğlu’ndaki Bonmarşe mağazasının bir kısmına tamamile ıtriyat camekânları sıralanmış: Pirs sabunu, (tuvalet sabunları adi alelumum misk sabunudur). Çeri diş macunu ve diş fırçaları, Kaloderma kremleri ve pudraları, Violet markalı allıklar, daha sonra piyasayı Piver fabrikası dört türlü lâvanta, losyon ve pudrasiyle dolduruyor. Florami, Pompeia, Vivitz ve Safranor.” Ardından ekler: “Mamafih mürebbiyelerden frenk tahsili görenler nazarında bunlar âdi ve dikişçi kız ıtriyatıdır. “Guerlain” in pahalı çeşitleri, hususiyetle pudrası rağbette. Makbul olan sade kokular, Parm menekşesi, leylak, elyotroptur. Derken isimleri bugüne kadar ehemmiyetini kaybetmeyen yeni lâvantalar başlıyor: Origan ve Şipr! Umumî harpte Alman mamulâtından “Divinia” ve “Akazina”dan başkası tükenmiştir.”
Fransız İhtilali sonrasında Avrupa’da koku beğenileri çiçeksi ve hafif kokular yönünde bir gelişme gösterir. Yeni dönemde, birden fazla hammadde ile hazırlanan parfümlerin kullanımı gözden düşer ve yalnızca çiçeklerden yapılan parfümlerin Reşat Nuri’nin, İstanbul Kızı adlı 4 perdelik bir oyun olarak kaleme aldığı Çalıkuşu, Darülbedayi tarafından sahnelenmek istenmeyince yazar eseri roman haline getirmişti. Çalıkuşu önce Vakit gazetesi’nde tefrika edildi ve büyük ilgi gördü. 1922 yılında, Anadolu’da yaşanan kurtuluş mücadelesinin en yoğun günlerinde yayınlanan Çalıkuşu, konusu ile o günlerde ülkeye, özellikle de İstanbul’a hâkim olan havaya cevap veren bir roman olmuştu. Eserin başarısı, edebiyattan çok ama çok farklı başka bir alanda da bir ilk’in yaratılmasına vesile oldu. Roman ile aynı dönemde, Çalıkuşu bu kez bir parfümde hayat buldu. Başarılı tiyatro eserlerinin, romanların, operaların parfümlere ilham kaynağı olması, Avrupa’da, özellikle Belle Epoque döneminde yaygın bir pazarlama yöntemiydi. Bu parfümler arasında en bilinen örnek 1905 yılındaki Japon-Rus Savaşı’ndaki bir aşkı konu eden kullanılması uygun görülür. Eau de Cologne gibi hafif ve ferahlatıcı kokular sadeliğin ve saflığın simgesi haline gelir ve burjuvazinin gözdesi olur. Napoleon bile dönemin en büyük keşfi olan Eau de Cologne ’u tercih emektedir. Eau de Cologne, Osmanlı topraklarında da benimsenir. Nitekim II. Abdülhamit ve kızları, Jean Marie Farina üretimi Eau de Cologne’dan başka koku kullanmazlar.
Refik Halid’in menekşe, leylak ve helyotrop gibi sade kokuların makbul olduğunu belirtmesi bizde de geleneksel ve ağır kokulardan uzaklaşılmaya başlandığının işaretidir. Yazarın adlarını verdiği Florami, Pompeia, Vivitz ve Safranor Osmanlı topraklarına ilk adım atan parfümlerdendir. Paris’in en eski parfümevi L.T.Piver’nin namlı parfümleri arasında yer alan ve içerikleri itibariyle ağır ve egzotik olan bu kokular yavaş yavaş terk edilen beğenilere hitap ettikleri için adi olarak nitelendirilmiş, alt tabakaya uygun görülmüşlerdir.
Buna karşılık L.T. Piver’e göre daha genç ancak onun kadar ünlü Guerlain’in parfümlerinin tercih ediliyor olması Osmanlı insanının Avrupa’dan ithal edilen her ürüne gözü kapalı bir hayranlıkla yaklaşmadığının en güzel kanıtlarındandır. Frenk tahsili görenlerin hafif ve sade kokuları tercih ettiklerine dair bir başka kanıt da Reşat Nuri Güntekin’den gelir. Reşat Nuri Çalıkuşu romanının kahramanı Feride için helyotrop’u uygun görür ki bu koku da Guerlain’e aittir.
20. yüzyılda parfümler içerik anlamında da gelişmeye, çeşitlenmeye devam eder. Parfüm tarihinde çığır açan bazı kokuların Osmanlı topraklarında da beğenilerek yer edindiğini görürüz. Refik Halid’in bahsettiği L’Origan, François Coty’nin 1905 yılında yarattığı, doğal ve sentetik maddeler karıştırılarak üretilen ilk modern parfümdür. Şipr ise yine Coty’nin 1917 yılında satışa sunduğu ve aynı ad ile anılan koku ailesinin
başlangıcı ve referans noktası olan önemli bir parfümdür.
Refik Halid, Üç Nesil Üç Hayat eserinde Avrupa orijinli parfümler ve ürünler ile ilgili verdiği kısacık da olsa
paha biçilmez bilgiler ve tespitleri ile Osmanlı insanının koku beğenileri konusundaki sır perdesini yalnız aralamakla kalmamış önemli bir boşluğu da doldurmuştur. Verdiği bilgiler sadece bizim açımızdan değil Avrupa parfüm tarihi çalışmaları için de kayda değerdir. Çünkü o, Avrupalı araştırmacıların hiç değinmedikleri bir şeyi yaparak, bugün bile hâlâ toz kondurulmayan kült parfümleri tarafsız bir göz ve cesur bir dil ile üstelik üretildikleri dönemde karşılaştırmalı olarak değerlendirebilmiş ve doğru yargılara varabilmiştir. Onun bu cesareti ve konuya olan hâkimiyeti, Osmanlı ve Doğu koku kültürünün oldukça köklü ve incelikli olduğunun en güzel kanıtı olarak değerlendirilmelidir.
ÇALIKUŞU
En ‘roman’tik parfüm
Reşat Nuri’nin, İstanbul Kızı adlı 4 perdelik bir oyun olarak kaleme aldığı Çalıkuşu, Darülbedayi tarafından sahnelenmek istenmeyince yazar eseri roman haline getirmişti. Çalıkuşu önce Vakit gazetesi’nde tefrika edildi ve büyük ilgi gördü. 1922 yılında, Anadolu’da yaşanan kurtuluş mücadelesinin en yoğun günlerinde
yayınlanan Çalıkuşu, konusu ile o günlerde ülkeye, özellikle de İstanbul’a hâkim olan havaya cevap veren bir roman olmuştu. Eserin başarısı, edebiyattan çok ama çok farklı başka bir alanda da bir ilk’in yaratılmasına vesile oldu. Roman ile aynı dönemde, Çalıkuşu bu kez bir parfümde hayat buldu.
Başarılı tiyatro eserlerinin, romanların, operaların parfümlere ilham kaynağı olması, Avrupa’da, özellikle Belle Epoque döneminde yaygın bir pazarlama yöntemiydi. Bu parfümler arasında en bilinen örnek 1905 yılındaki Japon-Rus Savaşı’ndaki bir aşkı konu eden Claude Farrere’in La Bataille romanından esinlenilerek 1919’da
Guerlain tarafından üretilen Mitsouko parfümüdür. Ancak Çalıkuşu parfümünün Avrupa’daki benzerlerinden oldukça önemli bir farkı vardı. Zira romandan isim olarak esinlenmenin ötesinde, parfümün sunumu birebir romanla ilişkilendirilmişti. Parfümün kutusu bir kitap şeklindeydi ve kapağın içinde romandan bir alıntı ve altında da yazarının adı yer alıyordu:
“Feride bütün vücudu titreyerek ayaklarının ucunda yükseldi. Genç adamı omuzlarından çekti. Vücudunun bütün kanı dudaklarında toplanmış, boynunu uzattı.”
Reşat Nuri Bey’in Çalıkuşu romanından Çalıkuşu parfümünün şişesinin nasıl olduğunu ve nasıl koktuğunu ne yazık ki bilmiyoruz. Parfümü satışa sunan Altun Çiçek firması, İstanbul’un sayılı parfümeri üreticilerindendi.
Çalıkuşu parfümünün döneme hâkim olan koku beğenilerine uygun olarak formüle edildiğini düşünebiliriz. 1920’lerde piyasaya sürülen hemen hemen tüm modern parfümler, Chanel No 5’in yarattığı moda ile bol aldehit içeriyor ve doğadaki hiçbir kokuya benzemiyordu. Belki Çalıkuşu parfümü de dönemin modasına uygun bir şekilde aldehit bazlı olarak tasarlanmıştı. Ya da belki de, romanda Çalıkuşu Feride’nin kullandığı heliyotrop kokusundan ibaretti.
Çalıkuşu romanı bugün tam 93 yaşında ve Türk edebiyatının hâlâ en çok okunan eserleri arasında yer alıyor. Parfümünü ise hatırlayan ne yazık ki yok. Bununla birlikte, Çalıkuşu parfümü, her ne kadar çok sayıda bilinmezi barındırsa da, en az romanın kendisi kadar önem taşıyor. Çünkü o, parfümeri tarihimizde, Türk
edebiyatından bir eserin birebir adını taşıyan bildiğimiz ilk ve tek koku olma unvanına sahip…