Tarihte ‘Körler Ülkesi’ yani Khalkedon olarak bilinen Kadıköy’ü MÖ 675’te kuran Yunan kolonistler (Megaralılar), bölgedeki verimli toprakları hedeflemişti. Hiç de kör değillerdi; zira Avrupa yakasında, bugünkü Sultanahmet-Ayasofya hattına yerleşmiş ve kentin Bizans’tan önceki sahibi olan Thrako-Frigler bulunuyordu.
İstanbul tarihi ile ilgili kitaplar hep aynı klişe ile başlar; “İstanbul (Byzantion/Tarihi Yarımada) Yunanistan’dan gelen Megaralılar tarafından MÖ 658’de kurulmuştur”. Bu klişe ile İstanbul’un bilinen en eski adının Byzantion olduğu tarihe not düşülmüş, aynı zamanda tarihsel dönemlere Grek yerleşmesiyle girilmiş olduğu algısı oluş(turul)muştur.
Öte yandan, 2000’li yılların ilk yarısından itibaren özellikle kentsel altyapı (Metro-Marmaray) çalışmaları nedeniyle Tarihî Yarımada’da gerçekleştirilen arkeolojik kazılar sonucunda açığa çıkmaya başlayan yeni bulgular, bugüne değin Batı tarzı tarihçilik anlayışı ile Hellen arkeopolitikası temelinde yazılan “İstanbul Resmî Antik Tarihi”ni arkeolojik kimlik temelinde sorgulamaya başlamıştır.
Yenikapı ve Sultanahmet’te gerçekleştirilen arkeolojik kazılar, İstanbul’un tarihsel geçmişinin MÖ 6500’lere (Neolitik dönem) değin uzandığını göstermiştir. Yoğun yapılaşma Suriçi’ndeki eski yerleşmelerin anlaşılmasını zorlaştırmış olsa da, tesadüfi buluntular Kalkolitik dönem (MÖ 5500-3500) ve Tunç Çağı’nda (MÖ 3500- 1200) İstanbul’un iskanlara sahne olduğu konusunda şüphe yaşanmasını engellemiştir.
Tunç Çağı’nı izleyen Demir Çağı’nda (MÖ 1200-600), Sultanahmet-Ayasofya düzlüğünde yerel halkın (Thrako-Frigler) kurmuş olduğu bir yerleşme ile ilgili kanıtlar her geçen gün artmaktadır. Ayasofya Müzesi eski müdürlerinden Muzaffer Ramazanoğlu’nun 1945-1946 yıllarında Aya İrini’nin içinde gerçekleştirdiği sondajlar sırasında bulduğu ve Frig olarak değerlendirdiği gri renkli çanak-çömlek parçaları, Byzantion öncesi yerleşmenin varlığına işaret etmekteydi. Aya İrini’de anakayaya kadar inilen sondajlarda, kaya üzerindeki ilk tabakanın Frig tabakası olduğu, açığa çıkarılan bir duvar kalıntısının Çorum-Boğazköy’deki Frig duvarlarına teknik ve malzeme açılarından benzediği hususları ise Afif Erzen tarafından aktarılmıştır.
Öte yandan, Aya İrini’nin bitişiğinde inşa edilen İstanbul Arkeoloji Müzelerinin Ek Bina temel kazısında bulunan Thrak kökenli çömlek parçası, Aya İrini kazısındaki Thrak ya da Proto-Frig varlığını teyit eder nitelikte olmasının yanısıra, Topkapı Sarayı Birinci Avlusu’ndaki Demir Çağı yerleşmesinin mevcudiyeti için de güçlü bir işarettir.
Tarihî Yarımada jeostratejik konumuyla antik Thrakia’nın doğal parçası ve uzantısıdır. Mevcut ve güncel arkeolojik bulgular ışığında bölgenin yerli sakinleri olan Thrako-Frig kökenli toplumların Erken Demir Çağı’nda (MÖ 1200-1000) Sultanahmet (At Meydanı)-Ayasofya düzlüğünde bir yerleşmede yaşıyor olmaları ve bunu Megaralı kolonistler gelene değin (MÖ 7. yüzyıl) yaşatmış oldukları dikkate alınması gereken bir olasılıktır. Diğer taraftan 1997’de başlayan Sultanahmet Eski Cezaevi (Büyük Saray) kazılarında bulunmuş bir Frig fibulası ile bazı çömlek parçalarının, Thrako-Frig yerleşmesi ile ilgili bağlantıları henüz sorgulanabilmiş değildir.
Bugüne değin İstanbul’un ilk kenti olarak kabul edilen Byzantion’un kuruluşuna ve kurucusuna ilişkin çok sayıda mitolojik hikâye bulunmaktadır. Sözkonusu mitolojik hikâyelerden yapılan çıkarsamalar sonucunda, kentin MÖ 658’de Orta Yunanistan’dan gelen Megaralılar tarafından kolonize edildiği kanısına varılmıştır. Efsaneye göre Megaralıların başındaki komutan Byzas idi ve kentin adı bu şahıstan gelmekteydi.
Başka bir efsaneye göre, Byzantion’un kurucusu olan Byzas, Zeus’un kızı Keroessa ile deniz tanrısı Poseidon’un oğludur. Byzas, doğduğu yerde bir kent kurmuş ve kente kurucusuna izafeten Byzantion adı verilmişti. Byzantion, İstanbul Boğazı’nın batı kıyısında, bugünkü Sarayburnu ile Ayasofya arasındaki bölgede kurulmuş olmalıdır. Sahil Yolu-Cankurtaran mevkiindeki sur temellerinde yer alan ilkel görünümlü kaba yonu iri blok taşlar, koloni kenti Byzantion ile ilgili olmalıdır. Bunun yanısıra Aziz Ogan’ın 1937’de Topkapı Sarayı İkinci Avlusunda, Babüsselam’ın önündeki alanda yaptığı sondajda bulduğu Yunanistan kökenli Proto-Korinth (MÖ 7. yüzyıl) çanak-çömlek parçaları, yine Koloni Dönemi’yle bağlantılı olmalıdır.
İstanbul arkeolojisinin bugün geldiği noktada, Koloni Dönemi, başka bir deyişle Byzantion’un kuruluşu ile ilgili herhangi bir yazılı ya da ciddiye alınacak arkeolojik buluntu olmadığına işaret etmektedir. Megaralı kolonistlerle ilgili gerçekten uzak, rivayet niteliğindeki bilgilerin hepsi antik dönem ya da sonrasından aktarmadır. Hiçbiri koloni ya da kuruluş dönemine ait değildir. Bu zorlamalar sonucunda bugün karşımızda tümüyle mitolojik hikayeler temel alınarak çalışılmış “Byzas-Megaralılar-Byzantion-MÖ 658” kurgusu bulunmaktadır. Kentin kurucusu olarak aktarılan kişinin (Byzas) Thrak kökenli bir isim taşıması, uzun yıllar önce Afif Erzen tarafından Kolonizasyon Dönemi için bir sorun olarak tanımlanmışsa da bugüne değin bu konu da maalesef gözardı edilmiştir.
İstanbul’un Kolonizasyon Dönemi’ne daha geniş bir çerçeveden bakıldığında yine tarihsel kayıtlarda yerini alan, ancak arkeolojik kimlik kazanmamış diğer bir konu, Kalkhedon’un (Kadıköy) “Körler Ülkesi” olarak tanımlanmış olmasıdır.
Tarihsel sürece göre Kalkhedon, İstanbul Boğazı’nın Asya kıyısında, MÖ 675’de yine Megaralılarca kurulmuştur. Bu iki kentin kuruluşundan yaklaşık 150 yıl sonra Pers (Akhaimenid) komutanı Megabazos, Kalkhedon’un Byzantion’dan yaklaşık 17 yıl önce kurulduğunu öğrenince, burasını “Körler Ülkesi” olarak tanımlamıştır. Megabazos yerleşmeye uygun iki yer arasından Kalkhedonluların daha elverişsiz olanını bilerek seçmelerindeki anlamsızlığı belirtmek için bu tanımlamayı yapmış olmalıdır. İstanbul Erken Dönem Tarihi’nin belki de en ilginç tanımlamasına neden olan Megabazos’un bu sözleri, sığ bir bakış açısını beraberinde getirmektedir. Bugüne değin İstanbul tarihini yazanlar olaya asker gözüyle, yani stratejik olarak bakan Megabazos’u temel alarak Kalkhedonluları yalnızca aşağılamışlardır.
Arkeolojik temelde değerlendirildi, Kalkhedon’un deniz ticareti için değil, tarımsal bir amaçla hinterlanttaki (Papaz’ın Çayırı) bereketli topraklar için kurulmuş olduğu söylenebilir. Yani tarım amacıyla yer bakan Kalkhedon kolonistlerinin Sarayburnu’na göre daha verimli topraklara sahip olan Kadıköy bölgesini tarımsal potansiyeli nedeniyle tercih ettikleri anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Kalkhedon’un kurucularının yer seçimini tümüyle bilinçli olarak yaptıkları gözlenmektedir.
Kalkhedon’dan kısa bir süre sonra Byzantion’u kuracak olan Megaralıların, Sarayburnu’nu yerleşme için seçmiş olmaları da denizcilikten ziyade yine tarımla ilgili olmalıdır. Bugünkü Topkapı Sarayı’nın ötesindeki alanda yer alan Aksaray-Vatan Caddesi ile Haliç Havzası gibi bölgelerde, su ve verimli topraklar bulunmaktaydı. Bununla birlikte, Sarayburnu ve Topkapı Sarayı civarına yerleşen Megaralı kolonistlerin, büyük olasılıkla bölgede bulunan Thrako-Frigler nedeniyle tarımcı düşünceden vazgeçip denizciliğe yönelmiş oldukları anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle Byzantion’u önemli bir yerleşme yapan etken “Kalkhedonluların körlüğü” değil, Thrako-Friglerin bölgedeki tehditleri ile varlıkları olmalıdır.
Tarihî Yarımada’nın Demir Çağı ile ilgili arkeolojik bulguları ve tarihsel kaynaklar, günümüzde Sultanahmet-Ayasofya düzlüğünde bir Thrako-Frig yerleşmesinin mevcudiyeti ile ilgili olasılıkları son derece güçlendirmektedir. Sultanahmet-Ayasofya düzlüğünde hatta Topkapı Sarayı’nın ikinci avlu kapısı Babüsselam’a uzanan alanda izlenebilen İstanbul Arkeoloji Müzeleri Ek Bina, Aya İrini ve Sultanahmet Eski Cezaevi kazılarının bulguları, Byzantion öncesi bir yerleşmeye kesin olarak işaret etmektedir. Bu bulgular içinde ön plana çıkan Thrako-Frig çömleği ve bir Frig fibulası Demir Çağı İstanbul arkeolojisinin karakteristik örnekleridir.
Bununla birlikte Antik Batı kaynaklarında Byzantion antik kenti sınırları içinde izlenebilen “Thrakion” ismi oldukça dikkati çekicidir. Byzantion’da bir meydan ismi olan Thrakion’un, Sultanahmet-Ayasofya düzlüğü olduğuna işaret eden tarihsel kayıtlar bulunmaktadır. Ksenophon, Anabasis adlı eserinde meydanın boyutuyla ilgili önemli bilgiler vermektedir. Meydanın üzerinde ev olmadığını belirten Ksenophon, Thrakion’un ordunun dizilmesine elverişli olduğunu aktarmaktadır. Thrakion Meydanı’nın oldukça geniş olduğu düşünülmektedir.
Plinius’un aktardığı bilgiler ise Byzantion’un, Thrakion isimli bir kapısı olduğunu kanıtlamaktadır. Thrakion Meydanı ile Thrakion Kapısı’nın bağlantılı olduğu Ksenophon tarafından aktarılan bilgiler arasındadır. Thrakion Kapısı’nın Bab-ı Hümayun’un bulunduğu yerde olduğuna dair güçlü bulgular mevcuttur. Bu bağlamda Thrakion Meydanı’nın Sultanahmet-Ayasofya düzlüğüne lokalize edilmesinde bir sorun olmadığı anlaşılmaktadır.
Sultanahmet-Ayasofya düzlüğünün Byzantion kent belleğinde yaşamış olması oldukça manidardır. Bir mevkii ya da bir yerleşme isminden hatıra kalmış olduğu anlaşılan Thrakion isminin hem bir meydana hem de bir kapıya verilmiş olması, çok büyük olasılıkla Sultanahmet-Ayasofya düzlüğündeki Thrako-Frig yerleşmesine atıf olarak değerlendirilmelidir.
Arkeolojik bulgular ve tarihsel kaynaklar ışığında Byzantion öncesi Thrako-Frig yerleşmesinin kent ölçeğinde olmasa da büyük bir köy ya da kasaba olduğu düşünülebilir. Bu bağlamda, Megaralıların Sarayburnu bölgesine geldiklerinde bölgenin ıssız olmadığı, bir Thrako-Frig yerleşmesinin Sultanahmet-Ayasofya düzlüğünde bulunduğu, Byzantion’u kuran halkın burayı Thrakion olarak isimlendirdiği, kentin tarihsel gelişiminde Byzantion ile bütünleşen bu yerleşmenin hatırasının Thrakion ismi ile yaşamış olduğuna inanıyorum.