İstanbul gibi büyük kentlerde yük ve eşya nakliyatı yüzyıllar boyunca kelimenin tam anlamıyla hamalların sırtındaydı. Özellikle sırt ve sırık hamallığı çok tehlikeliydi ve hamalların yüzlerce kiloluk yükün altında ezilip ölmesi kimseyi şaşırtmıyordu. 1937’de yasaklanan hamallık, 1950’lerde Demokrat Parti döneminde yeniden serbest bırakılacaktı.
Türk Dil Kurumu’nun 1930’larda hazırladığı sözlüklerde “sırık hammalı” şöyle tarif edilir: “Sırıkla ağır eşya nakleden hammallar hakkında kullanılır bir tabirdir. Büyük fıçı ve variller ağırlıklarına göre iki yahut dört hammalla nakledilir. İki hammalla naklolunanlar bir sırığa geçirilir, hammalın biri önde, öteki arkada olmak ve sırığın uçları omuza konmak suretiyle taşınır. Ağırlığının fazlalığı hasebiyle dört hammala taşınanlar ise çaprasvari iki sırıkla ve hammalların ikisi önde, diğer ikisi de arkada olduğu ve sırıkla uçları keza omuza alınmış bulunduğu halde nakledilir.”
Kurumun 1938 sonrasındaki sözlüklerinde “hammal” kelimesinin bir m’si kaybolur; “sırık hamalı” açıklamasındaki tüm cümleler -di-li geçmiş zaman ile değiştirilir ve son bir cümle eklenir: “Sırık hamallığı cumhuriyet devrinde menedilmiştir.”
Sırık hamallığının (ve sırt hamallığının) neden yasaklandığını daha iyi anlamak için, bu işin özellikle İstanbul’daki tarihine bir gözatmak gerekir. İstanbul gibi binlerce yıldır liman işleten bir şehirde, malların bir yerden bir yere taşınması her zaman bir sorun olmuştur. Şehir Osmanlı kontrolüne geçtiğinde, mevcut yük taşıma nizamı korunur. Her pazarın, her iskelenin bir “yiğitbaşı”sı olduğu gibi bir “hamalbaşı”sı da vardır. Başkente Anadolu’dan ve Rumeli’den gelenlerin ilk yaptığı işlerden biri hamallıktır.
Hamallığın, iskele hamallığı, sırık hamallığı, sırt/arka hamallığı, sepet hamallığı, beygir hamallığı ve gümrük hamallığı gibi alt kolları vardır. Bunların dışında pazardan alınanları ve aşırı sarhoş olanları (“küfelik”) evlerine taşıyan küfeciler ile hasta taşıyan sedyeciler de hamal sınıfından sayılır.
Hamallık türlerinden en tehlikelisi hiç kuşkusuz sırık hamallığıdır. Yükün bağlandığı dayanıklı ve esnek sırıkların yaylanması, hamalların üzerine binen ağırlığı giderek arttırır. Sırığın üzerindeki yükün kayması ise genellikle felaketle sonuçlanır; sayısız sırık hamalı bu nedenle ezilerek ölmüş veya sakat kalmıştır.
Osmanlı döneminde bu mesleğin de kendi odaları, loncaları; başkethüda, kethüda, kethüda vekili, bölükbaşı, ihtiyarlar ve hamallar şeklinde giden bir hiyerarşisi vardı. İstanbul’da yaşayan birinin kendine ait ağır yükleri taşıması yasaktı; herkes yükünü hamala taşıtmak durumundaydı. İzmir doğumlu İtalyan gazeteci Willy Sperco, Yüzyılın Başında İstanbul kitabında bu durumu şöyle anlatır: “Fakir olsanız bile, kendinize ait ağır bir bavulu sırtınızda taşıyamazdınız. Ailenizin yardımıyla eşyanızı bir arabaya yükleyemezdiniz. Bu hakka yalnızca mahallenin hamalları sahipti ve nakliye ücretlerini de kendileri saptardı. Hamalların başkanı gelir, eşyanızı incelerdi.”
Hamallar, aynı zamanda Yeniçeri Ocağı’nın da defterlerine kayıtlı oldukları için 1826’da Ocak ortadan kaldırılınca İstanbul bir süre hamalsız kaldı. Bu boşluğu yüzyılın sonlarına kadar Ermeni hamallar doldurdu. 26 Ağustos 1896’da hamal kılığına giren Ermeni Taşnaktsutyun militanlarının Osmanlı Bankası genel müdürlük binasını silah ve bombalarla basmasından sonra çıkan olaylarda çok sayıda Ermeni hamal öldürüldü ve mesleğe Kürt hamallar hakim oldu.
2. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’de, Avusturya ve Bulgaristan mallarını boykot eylemlerinde hamalların büyük rol oynaması; Selanik, İzmir ve İstanbul limanlarındaki grevler; 1909’da İttihat ve Terakki hükümetinin hamal loncasını ve gümrük hamallığı kethüdalığını kaldırmasıyla sonuçlandı.
Bu tarihe kadar hamallar, taşıdıkları yükten kazandıkları paranın bir kısmını haraç olarak loncaya verir; bir kaza ya da hastalık durumunda masraflar bu haraçlarla oluşturulan sandıktan karşılanırdı. Loncalarının kapatılması, hamalları sahipsiz bıraktı. 1910’larda ve cumhuriyetin ilk yıllarında, aşırı yükün altında ezilerek ölen hamallarla ilgili gazete haberlerine sıklıkla rastlanır.
1935’te gazetelerde hamallarla ilgili hararetli bir tartışma başlar. Bir grup, İstanbul’daki 4 bin hamalın insanlıkdışı koşullarda çalıştığına dikkati çekip sırt ve sırık hamallığının yasaklanmasını ya da hiç değilse taşınan yüklere sınırlama getirilmesini isterken; karşı grup ise şehrin engebeli, asfaltsız, taşlı yollarının yük taşıyacak motorlu araçlar için uygun ve yeterli olmadığını, İstanbul’daki ticaretin hamallığa muhtaç olduğunu savunur. Hamallığın zorluklarına dikkati çeken gazeteci Asım Us, Akşam gazetesindeki köşesinde şunları yazar:
“Bir adam bir silah ile öldürülürse bunun adı cinayettir. Herkes isyan eder. Halbuki İstanbul’da hamal denilen binlerce adam 100, 150 kiloluk ağır yükler altında her gün inleyerek tedricî surette ölüme gidiyorlar. Buna ses çıkaran yoktur. Sırt hamallığı hiç olmazsa makul şekle konmalı. Mesela 50 kilodan fazla bir adama yüklenemez diye.”
1935 Nisan’ında hamalların taşıyacağı yük İstanbul’da 50 kilogramla sınırlanır ama, hız kesmeden gelmeye devam eden ölüm haberlerine bakılırsa bunu pek umursayan olmamıştır. Başkent Ankara’da ise daha radikal bir karar alınır ve yılın sonunda sırt ve sırık hamallığı yasaklanır. Kararı alkışlayanlardan Falih Rıfkı Atay, Ulus gazetesindeki köşesinde şöyle yazar: “Ankaramız bu manzaradan kurtulmuştur. Hamallar küçük yükleri elde ve ağırlarını arabada taşımaktadırlar. Diğer şehirlerimizin niçin beklediklerini sorabilir miyiz? Acaba bize araba tekerleklerine elverişli düz yollar olmadığını mı söyleyecekler? Böyle bir iddia meşhur özür ve suç fıkrasını hatıra getirebilir. Daha kısasını söyleyeyim: İki büklüm cumhuriyet vatandaşı olamaz! Sırt ve sırık hamallarının ıstırabını seyretmeye daha uzun müddet tahammül etmek istemiyoruz!” 1936’da sırt ve sırık hamallığının tüm yurtta kaldırılması için ilk ciddi adım atılır ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya 4 Nisan 1936’da belediyelere bir genelge gönderip hamallığın kaldırılması için gerekli çalışmalara başlanması talimatı verir: “Ağır yükler altında iki büklüm ezilerek geçen hamalların vaziyeti, vatandaşlık gurur ve şefkatini zedeleyen bir manzaradır. Eşya nakliyatı hayvanlara veya makinelere havale edilmelidir. Yalnız yapılacak müdahaleler nakliyat işini sekteye uğratmamalıdır. İdareci reislerle belediyeciler ve ticaret odaları gibi alakadar teşkilat mensupları biraraya gelerek şehrin bütün nakliyat işlerini, mahalli şartları tetkik ederek gözden geçirmeli. Yapılacak ıslahat, bir plan dahilinde ve kademe kademe gerçekleştirilmelidir.”
İçişleri Bakanı’nın genelgesi hamallığın kaldırılmasına ilişkin hazırlıkları hızlandırır belki ama, ölümleri azaltma yönünde bir etki oluşturmaz. Nitekim ilk genelgeden 10 ay sonra Bakanlık belediyelere bir genelge daha göndererek bu defa sırt ve sırık hamallığının tamamen yasaklanmasını ister. Cumhuriyet gazetesi bu gelişmeyi 19 Şubat 1937’de şöyle duyurur: “Geçen gün Karaköy’de bir hamalın arkasındaki ağır yükle düşüp beyni patlayarak ölmesi üzerine, Dahiliye Vekaleti yeni bir tamimle sırt hamallığının men’ini istedi. Vekaletin isteği pek isabetlidir. Bu şekil yük taşıma hem halk hem de bizzat hamallar için tehlikelidir.”
Yasal düzenleme yapılmadığı için bu genelge de etkili olmaz. Nihayet 1937 Ağustos’unda yeni yasa hazırlanır. Buna göre sırt ve sırık hamallığı bazı bölgelerde 1 Ekim 1937’den, ticaretin hareketli olduğu bazı bölgelerde ise 1 Kasım 1937’den itibaren yasaklanmıştır.
1950’de Demokrat Parti’nin (DP) iktidara gelmesinden sonra işler yeniden değişir. DP, dönemin kimi aydınlarının “Atatürk devrimlerine karşı bir tutum” olarak yorumladığı bir karar alarak hamallığı serbest bırakır!
Başta sırt ve sırık hamallığı olmak üzere Osmanlı döneminden miras kalan geleneksel hamallığın ortadan kalkması için, bu mesleği ikame edecek teknolojileri beklemek gerekecektir. Zaman içinde karayollarının gelişmesi ve motorlu taşıt sayısının artmasıyla nakliyat kolaylaşır; buna forklift gibi yük taşımada kullanılan iş makinelerinin hayatımıza girmesi de eklenince geleneksel hamallık tarihe karışır.
1935’TE İSTANBUL’DA BİR TRAJEDİ
Bir hamalın feci ölümü ve Nâzım Hikmet’in tepkisi
Bir sırt hamalının İstanbul Bahçekapı’daki feci ölümü, Cumhuriyet gazetesinin 12 Haziran 1935 tarihli haberinde şöyle aktarılır: “Çiçekpazarı hamallarından Pütürgeli Mehmet oğlu Hasan 200 kilo ağırlığında bir yük alarak Bahçekapı’ya doğru yürümeye başlamıştır. Fakat Hasan Ecza Deposu’nun biraz ilerisinde şoför Niyazi’nin 1821 sayılı otomobili kendisine çarpmış ve hamal beyin üstü, yükü ile beraber düşmüş ve hemen ölmüştür.”
Nâzım Hikmet, 14 Haziran 1935’te Tan gazetesinde Orhan Selim takma ismiyle yazdığı “İşin İçyüzü” başlıklı yazısını hamal Hasan’ın ölümüne ayırır:
“I
Otomobilde genç bir kadınla bir erkek var. Kadının dizlerinde paketler duruyor, erkeğin dizlerinde paketler.
II
Bir hamal gidiyor. Sırtında 250 kiloluk bir yük. Yarı belinden aşağı eğilmiş. Baltayla ortasından kırılmış kocaman bir ağaç gibi.
III
Bir ecza deposu. Balıkyağı şişeleri, tıraş sabunları, arpa, mercimek unları, fitil kutuları, zeytinyağı tenekeleri. Alışveriş. Depoya girip çıkan.
IV
Gazetelere bakılırsa, otomobildeki gençler bir eğlentiye gidiyorlar. Ecza deposunun yanındaki dükkandan, belki de ecza deposundan bir şeyler almak istiyorlar. Şoföre ‘Şuraya’ diyorlar, şoför oraya doğru giderken sırtında 250 kilo yük taşıyan hamalla çarpışıyor. Bu belki ufacık bir sarsıntıyla geçecek bir çarpışmadır. Fakat 250 kilo, kambur, kemikleri çıkmış bir sırtta tek durur mu? 250 kilo yıkılıyor hamalın kafasına, hamal ölüveriyor.
V
1. Otomobildekiler belki şoförün hamalı öldürmediğini söyleyecek biricik şahitlerdi, fakat geç kalmamak her şeyden üstündür. Hemen inip otomobilden kayboluyorlar.
2. Hamal ya ölmüş ya ölmemiştir. Daha belli değil. Onu kaldırıyorlar, ecza deposuna, Hasan Ecza Deposu’na sokmak istiyorlar, depodakiler kafasından kan sızan, müşteriye benzemeyen yaralı adamı içeri almıyorlar.
3. Kaldırımda ölenin arkadaşları diyorlar ki: ‘Cebinden 292 kuruş çıktı. Halbuki o beş lira biriktirip evdekilere göndermek istiyordu. Muradına eremeden öldü adamcağız.’
VI
Bütün bu numaralı yazıları yazmaktan kastım şu:
A. Belediyece 50 kilodan fazla yük taşımak yasak edildiği halde bu adamcağıza 250 kiloyu kim yükledi? Bunun hesabı sorulacak mı?
B. Otomobildeki iki yolcu kazanın aslını gördüklerine göre, en küçük bir insanca hareketten niçin sakınıyorlar?
C. Hasan Ecza Deposu kanunen yaralıyı içeri almaya borçlu değildir. Ancak, eğer gazetelerin yazdıkları doğruysa, böyle bir ödevi yapmaya vicdanen borçlu değil miydi?”