Mustafa Kemal 1911 sonunda bu güzel mahallesinden, o zamanki adıyla Koca Kasım Paşa Mahallesi’ndeki evinden, imparatorluğun en uzak köşesindeki Libya’yı kurtarmak için ayrılacağını ve hayatı boyunca âşık olduğu şehrine bir daha dönemeyeceğini çocukken bilebilir miydi? O’nu izinde, Selanik’te bir gezi.
Şimdilerde “Trigonion Kulesi” denen Zincirli Kule’nin dibindeyim. Bu Osmanlı eseri güçlü yapı, şehre 15. yüzyılda vurulmuş bir mühür gibi, deniz kenarından kuzeye doğru yükselen doğu surlarının en uç köşesinde. Duvarların biraz arkasında uzun Osmanlı yüzyıllarının hapishanesi, türkülere konu olan Yedikule, müzeye çevrilmiş olan Sinop Kalesi veya Ankara Ulucanlar Cezaevi gibi, zamanında çekilen çilelerin izlerini taşıyor kirli duvarlarında.
Selanik şehrine surlar boyunca tepeden bakıyorum. Eskiden surların denize kavuştuğu yerde 16. yüzyılda inşa edilmiş Türk eseri Beyaz Kule, bugün şehrin simgesi. Güneş batıda tanrıların tahtı Olimpos Dağı’nın ardında kaybolurken, bu 2.300 senelik şehrin ne büyük insanlar yetiştirdiğini düşünüyorum. Büyük İskender, Selanik yakınlarında Pella’da doğmuştu. Türk dilinin en büyük şairi Nâzım Hikmet, bir daha ayak basamayacağı bu şehirde dünyaya gözlerini açtı. Bu akşamüstü yine izinin peşine düştüğüm sarı saçlı, mavi gözlü zeki çocuk da, az ötemde ülkeme ve dünyaya armağan edildi.
Doğu’da, eski surların dışındaki kocaman yapılar Osmanlı 3. Ordu’sunun 19. yüzyıl sonunda yapılan binalarıydı. Bugün de Yunan 3. Kolordu’suna karargah binası olarak hizmet ediyor. Buradaki mesaisinden çıkan genç Yüzbaşı, Beyaz Kule’nin yakınındaki cafe’lerde arkadaşları ile buluşuyor, bazen 1908 Devrimi’ne gidecek yoldaki siyasi faaliyetleri örgütlüyor, bazen de her gencin yaşaması gerektiği gibi gençliğinin tadını çıkarıyordu bu güzel şehirde. Şehrin güneybatı ucundaki 19. yüzyıl liman ve gümrük binaları imparatorluğun bu zengin şehrinin görkemini yansıtıyor; 15 ve 16. yüzyılların mirasları, ara sokaklara serpilmiş Alaca İmaret, Hamza Bey gibi camiler, hamamlar ve Sultan 2. Bayezid bedesteni de o zamanlar bile çok eski bir devrin hâtırasını yaşatıyordu.
Zincirli Kule’den aşağı, dar sokaklardan surlar boyunca yürüyorum. 1917’de bu şehir korkunç bir yangınla kül oldu. Nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Müslüman ve Yahudi mahallelerini ve yüzlerce yıllık mirası yok etti. 5 sene sonra benzeri bir trajediyi, Selanik’in Akdeniz’deki ikizi İzmir yaşayacaktı.
Yine de bugüne kalabilmiş eski taş ve ahşap evler var dik yokuşlu bu mahallede. Bu yürüdüğüm dar sokaklarda, 1878 savaşında Tuna boylarından kaçıp Selanik’e sığınan muhacir arkadaşlarıyla cumbalı evlerin gölgesinde oynuyordu belki Mustafa. O korkunç yazgının kendi ailesinin başına da geleceğini, 1911 sonunda bu güzel mahallesinden imparatorluğun en uzak köşesindeki Libya’yı kurtarmak için ayrılacağını ve hayatı boyunca âşık olduğu şehrine bir daha dönemeyeceğini çocukken bilebilir miydi? İmparatorluğun renkli dünyası içindeki en zengin, en kozmopolit şehirde çocukluğunu ve gençliğini geçirmesi, bize bugünkü Türkiye’de halen güzel ve değerli bulduğumuz çok şeyi hediye etti. Mustafa başka bir şehirde doğsaydı, Kemal olur muydu, Atatürk olur muydu acaba?
Doğduğu mahallenin o zamanki adı Koca Kasım Paşa idi. Tarihçi Vasilis Dimitriadis, değerli eseri Bir Evin Hikayesi’nde, arşiv belgeleri ile belki de Türkiye dışındaki bu en anlamlı Türk mirasının ayrıntılı öyküsünü anlatıyor bize: Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım bu evi 1878’de aldılar. Çocukları Mustafa, Naciye ve Makbule bu evde doğdular. Ali Rıza Bey’in 1888’deki vefatından sonra aile geçinmek için bu evi kiraya verdi ve daha küçük bir eve yerleştiler. 1895’de Manastır’a, 1899’da İstanbul’a okumaya okumaya giden genç Mustafa Kemal, tatillerinde bu mahalledeki diğer evlerine döndü. 1905 başında Kurmay Yüzbaşı olarak okul hayatı bittiğinde hemen Suriye’de göreve başladı. Memleketi Selanik’e 1907 Eylül’ünde tayin oldu. Ailenin 1908’de kendi mülkiyetlerindeki bu eve tekrar taşındıklarını görüyoruz. İttihat ve Terakki içinde memleketi kurtarma planları yapan genç subay Mustafa Kemal Bey’in, 1908’de aynı sokakta bir küçük ev satın aldığını da arşivdeki belgelerden takip edebiliyoruz.
Mustafa Kemal, 1911 sonhabarında Libya görevi ile bir daha geri dönemeyeceği ana ocağından ayrıldı. 9 Kasım 1912’de Selanik, Yunan ordusuna şavaşmadan teslim edilirken, Mustafa Kemal, Mısır yoluyla Derne’den İstanbul’a ulaşmaya çalışıyordu. Haberi ne zaman, nasıl aldı kimbilir? Issız bir çölde mi? Kahire’nin kalabalık sokaklarında mı? Akdeniz’de bir gemide mi? Doğduğun büyüdüğün şehrin düşman eline düşmesi, annenden kızkardeşinden aylarca haber alamamak… Çaresizlik içinde tek başına kalmak… Biz, bize bugünkü Türkiye’yi veren bu insanların neler yaşadıklarını hiç anlayabildik mi? Sanmıyorum.
Kızkardeşi Naciye çocukken vefat etmişti. Zübeyde Hanım ve Makbule şehrin düşmesi üzerine bugünkü Türkiye’nin belkemiğini oluşturan onbinlerce Balkan göçmeni gibi Anadolu’ya doğru canlarını kurtarmaya çalıştılar. Libya’dan gelir gelmez 2. Balkan Savaşı’na, oradan Sofya’ya ve oradan da tarihe ilk defa ismini yazdıracağı Çanakkale cephesine gönderilen Yarbay Mustafa Kemal’in ailesiyle uzun bir süre görüşemediğini, bugün Sofya Büyükelçiliği residansı olarak kullanılan tarihî binadaki bir odanın duvarında orijinali asılı duran telgraftan anlıyoruz:
“23 Mart 1915
İstanbul’a seyahat etmekte olan annemi araması için Dedeağaç’taki konsolosumuza emir verilmesini rica ederim. Dedeağaç’tan mektubunu aldığımdan orada olduğunu zannediyorum. M. Kemal”
5 yıldır Selanik’e hakim olan Yunan Devleti, Türklerin mülklerini istimlak etmeye başlamıştı. Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Bey’in Pembe Ev’i korumak için Selanik’te kaldığını, umutsuzca yazdığı ve reddedilen dilekçesinin 1917 tarihinden anlıyoruz. 1917’den itibaren eve devletin el koyduğunu ve 1925’de de mübadele ile Anadolu’dan gelen bir Rum aileye sattığını arşivlerden takip edebiliyoruz.
1930’ların başında Başbakan Venilezos ve Atatürk arasında başlayan, oradan da Balkan Paktı’na uzayan Türk-Yunan dostluğunun bir simgesi olarak, 1933’te Selanik Belediyesi evi satın almaya karar verse de, evin satın alınıp Atatürk’e hediye edilmesi 1937’yi buldu. Evin çevresindeki mülkler de Türkiye Cumhuriyeti tarafından satın alınıp bugünkü Selanik Başkonsolosluğu ile birlikte Türkiye toprağı oldu. Evin müzeye çevrilmesi 1953’te gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın talimatı ile evin içini döşeme ve müzeye çevirme görevi tarihçi Prof. Enver Ziya Karal ve eşi Fatma Karal’a verildi. Belgelerden anlaşıldığı kadarıyla zorlu bir bürokrasi ile mücadele eden çift, Ankara ve İstanbul’daki müzeler ve saraylar, Kapalıçarşı mezatları ve Batı Trakya evlerinden derledikleri eşyalarla evi geç 19, erken 20. yüzyıl modası ve Selanik orta sınıf yaşam tarzına göre döşediler. 10 Kasım 1953 günü Atatürk’ün naaşı Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledilirken, doğduğu ev de müze olarak törenle açılıyordu.
Yıllarca Selanik’e seyahat eden Türklerin esas gitme nedenlerinden birisi olan Pembe Ev, 2013’te bir restorasyon sonrası yeniden açıldı. Bu restorasyon sonrası ziyaretçilerde büyük bir tepki oluştu. Aslında restorasyon bilimsel yöntemlerle ve çağdaş müzecilik tasarımıyla yapılmıştı. Işıklı büyük panolarda Atatürk’ün hayatı ve Selanik’in Türk devri tarihi hakkında çok ayrıntılı bilgiler veriliyordu. Ancak şu ortaya çıktı: Türkler, Pembe Ev’e müze gezmek için gitmiyorlardı. “Babalarının, dedelerinin” evini ziyaret etmek istiyorlardı. O evi de eskisi gibi, sanki Mustafa’nın dün annesinin evini öpüp Libya’ya gittiği ev gibi görmek istiyorlardı. Beyaz ışıklı bilgi panoları insanları mekana yabancılaştırıyor, ağlayarak ve isyan ederek çıkıyorlardı evden. Bunun üzerine yaptırılan Atatürk ve Zübeyde Hanım’ın çok gerçekçi silikon heykelleri ile mekana hayat getirilmeye çalışıldı. Bugün Pembe Ev’i Selanik’teki yabancı turistler de ilgiyle ziyaret ediyor. Evin eski halini bilen Türkler ise, hâlâ “babalarının” evini özlüyor.
Selanik’te, Pembe Ev’in sokağındaki cafelerde oturup bir kahve içerken, eve giren ve çıkan Türk vatandaşlarını gözlemleyin: Tarihte çok az kişinin bu ismi gerçekten hakettiğini düşünürsünüz. O, gerçekten bu ulusun babasıydı…