Batı’dan Doğu’ya, Schönberg’den Fârâbî’ye müziğin iyileştici gücü tarihsel kayıtlara geçmiş. Schönberg, geçirdiği krizi, kalbine saplanan iğneyi, duruma müdahale eden sağlık görevlisini “Opus 45”te notalara dökmüştü. Musiki, kadim zamanlardan beri Hayat’a ilişkin her şeyi kendi ifade sahasında dillendirmiş. Bütün hastalıklardan bir diskotek kurulabilir mi?
Thomas Mann 22 Ekim 1946 tarihli günlüğünde, bir gece önce Los Angeles’taki kâşanelerinde Schönberg çiftiyle Horkheimer çiftini yemekte ağırladıklarını aktarıyor. Birkaç kelime farkla aynı izlenim notunu Doktor Faustus’un Günlüğü’nde de kullanmış. Konu, Schönberg’in taze bestesi. Opus 45’te hastalığını betimlediğini anlatmış onlara, “erkek hemşire”yi ve kendisine yapılan müdahaleleri de dahil ettiğini söyleyerek. Bestenin icrasının kesin zorun zoru olur görüşündeymiş Arnold Schönberg; Mann ise romanı açısından dikkate değer bir özellik bulduğunu vurguluyor bu ayrıntıda.
Besteci, 2 Ağustos 1946 tarihinde Brentwood Park’taki evinde çok ağır bir kriz geçirmiş, kalbi durmuş, nefesi kesilmiş, doğrudan kalbine yapılan iğneyle geri döndürülebilmişti; o sırada 72 yaşındaydı ve hasarlı organıyla 5 yıl daha yaşayacaktı. Kriz sonrası ruhsal cephede çabuk toparladığı görülüyor: Sadece 3 haftalık bir aranın ardından Opus 45’i yazıyor.
Yemekte Thomas Mann’a birkaç tok cümlede anlattıkları, Opus 45 “konusu” bağlamında tek kaynak mı? Yazılarının toplandığı Üslûp ve Fikir’de de, mektubatında da herhangi bir göndermeye rastlamadım. Tanıtım metinlerinde yegane bağ Mann’ın günlükleriyle. O “anekdot” olmasa Opus 45’in “ne anlattığı” hakkında “doğrudan” yorum yapılamayacaktı ya, musiki yapıtı bağlamında “arka hikâye” şart mıdır: Tartışılır.
Anlatım-cılık, Dışavurumcu anlayışın özünde var. Viyana Okulu her ne kadar arayışlarının bir ucunda ifadeyi “ses”e indirgemeyi başarmışsa da, genel çizgilerinde anlatı alanından uzaklaşılmadığı biliniyor. Opus 45 bu çerçevede bağlantıyı bir adım öteye taşıyan bir yapıt: Anlattığı “öznel”in, dahası “özel”in kapsamına giren yaşamöyküsel bir kesit: Besteci geçirdiği krizi, kalbine saplanan iğneyi, duruma müdahale eden sağlık görevlisini notalara döküyor. Musiki, kadim zamanlardan beri Hayat’a ilişkin her şeyi kendi ifade sahasında dillendirmiştir: Mevsimler, kuşlar, deniz ya da dağ, Aşk ya da Ölüm. Beni burada ilgilendiren “hastalık” ile ilişkisi.
Opus 45’in bestecisi, Heinz Holliger’in “Cardiophonie”sini (1971, 12’ 30”) nasıl karşılardı acaba? Obua ve 3 teyp bandı üzerine kurulu bu beste nabız ve nefes arası salınır; beni dinleyici öznelliğimde ve hastalık özelimde ilgilendirmiş, sarmıştır.
Bütün hastalıklardan bir diskotek kurulabilir mi? Verdi’deki verem temasından, “yakınım” Péter Eötvös’ün (çok yakında kaybettik!) AIDS’e dayalı “Angels in America”sına geniş güldestedir.
Selçuklu ve Osmanlı hastanelerinde kimi ruh sarsıntılarına musikinin olanaklarıyla karşılık bulma çabasının kökeninde baksı geleneğinin payı olduğu biliniyor. Sorun Fârâbî’nin makamlar ile “çalkantılara iyi gelme” tablosuna dek kurcalanabilir.
Konuya ilgili 2 kitabın izine rastladım: Giovanni Morelli’nin Musikî ve Hastalık’ı (2017) Homeros’tan Rabelais’ye, Beethoven’den Schumann’a sağaltım ekseninde bir incelemeymiş. James Kennaway’in Kötü Titreşimleri (2016) ise, tam tersine, hasta edici özellikleriyle (işkencede kullanımı gibi) musiki yapıtlarının kullanımına odaklı çalışmaymış. İki kitaba da ulaşmaya çalışacağım.
Bu denemeyi dostum, besteci, santur ustası ve yazar Sedat Anar’la paylaşmak istedim. Karşılık gelince mektubunu buraya raptiyelemek için iznini istedim.
ENİS BATUR’A CEVABEN
Sessizliğin kalbinden şifa verici nağmeler…
Yazınızı okuduktan sonra ben de affınıza sığınarak birkaç kelâm etmek istedim hocam. Biraz farklı bir yerden bakacağım. Müziğin hastalıkla ilişkisi uzunca konuşulacak bir konu ama, aklıma Hallâc-ı Mansûr’un -özellikle dalak ağrısı olanlar için- şiir ve münâcatlarıyla insanları iyileştirmesi geldi (ben de sizin Lirik Şiirler’i her hasta olduğumda okurum. Eşime “benim ağrı kesicim bu şiirler” demiştim).
Sadece Hallâc değil, Ebû Saîd-i Ebü’l- Hayr da bir şiirden oluşan rukye yazarak bunu muska olarak hasta gûyendenin yani ilâhî okuyucusunun boynuna asıp şifa verirdi. Bana göre anlamları aktaran, sadece sözcükler değildir; sesin tonu da en az sözcükler kadar önemlidir. Bazen bir sözden çok onu söyleyenin ses tonundan etkileniriz. Mesala şair Mehmet Çetin, Zazaca şiirler okuduğunda hiçbir şey anlamasam bile ses tonuyla beni etkilerdi. Ses tonumuz karakterimizin veya içinde bulunduğumuz manevi hâlin nasıl olduğunu yansıtır. Seslerimiz bizim kimliğimizdir. Müziksiz de olsa, şiirin tedavi edici gücü vardır. Buna şahidim.
İran’da yaşadığım zamanlarda mizaç okuma (ilmi sîma) diye bir ilim öğrendim. Bu ilmi bilen kişiler ses tonumu yorumlayıp hislerimi ve düşündüklerimi söylerdi. Başta şaşırdım ama sonra alıştım ve ikna oldum. O sıralar Ali Şeriati okumaları yapıyordum. Onun Çöle İniş adlı kitabında bir cümle beni çok etkilemişti. Şöyle diyordu: “Başka bir dünyanın eşiğinde durmuşum. O güneş, toprak ve hayat dünyasından gözüme tanıdık gelen tek şey sadece sükût; ondan başka gördüğüm her şey garip ve yabancı.”
İşte hastalık sürecinde insana en tanıdık gelen şey de sessizlik oluyor. Seslerin daha iyi duyulabilmesi için sessizlik gerekir. Tıpkı müziğin icra edildiği konser salonunda sessizliğin sağlanması gibi. Kulaklarımızın işitemeyeceği ince ve hassas sesi, yani nefesimizi en çok hasta olduğumuzda işitmeye başlarız. Mutasavvıf Şair Hasan Lutfi Şuşud şöyle der: “Cihanda nefes kadar ince bir sanat görmedim.” İşte biz en ince sanatımızı hastalandığımızda yani sessizleştiğimizde idrak ediyoruz. Georges Rodenbach “Gürültü manevi acıları artırır” der. Bence fiziksel acılarımızı da arttırır.
Sağlığımız bozulmuşsa, vücudumuzun müziğinin de ayarı bozulmuştur. Nabız ve kalp ritmimiz belirli bir düzende olmayınca bunu hissederiz. Bir şeylerin yolunda gitmediğini hissederiz. İçimizdeki sesleri duymaya başlarız. Hayatımız bir müziktir ve kişi kendini bu müziğin ahengine uyumlamak zorundadır. Gögüs kafesimiz, aldığımız nefesle kendi içinde bir oda orkestrası gibi çalar ölen kadar. Hastalığımız içimizdeki düzenli ritmi bozar ve biz içimizdeki sesleri ancak bozulduğunda duymaya başlarız.
Sesler mahremiyetimizin önemli bir kısmını da teşkil eder. Evimizdeki duvarları sadece insanlar bizi görmesin diye inşa etmeyiz; seslerimiz de duyulmasın isteriz. Herkes John Cage gibi baştan sona sessizlikle örülü “4.33” adlı beste yaparak sessizliği anlamamıza yardımcı olmaz; ama herkes hasta olur ve o zaman kendi sessizliğini keşfeder. Bu kadar gevezelik yapmamın sebebi de budur hocam. Hastalık seslerle yakından muhabbet etme fırsatı veriyor insana. Tabii bunun için alımlayıcı bir zihin gerekir. Çok sevdiğim Paul Hindemith, Bestecinin Dünyası kitabında şöyle der: “Müzik hangi tınısal ve yapısal niteliklerle donanmış olursa olsun, alımlayıcı bir zihinle karşılaşmadıkça anlamsız bir gürültü olarak kalır.”
Ne mutlu bize ki bizim zihnimiz alımlayıcı bir zihin.
Bir döneme tılsımlı sesiyle damga vurmuş olan meşhur gazelhân Hafız Sami, hastalığında doktora gitmemiş, tedavi olmak istememiştir. Hastalığının cismani değil, ruhani olduğuna iyice kanaat getirip müziği bırakmak zorunda kalmış. Anadolu yakasından gazel okuyunca Avrupa yakasında duyulacak kadar güçlü sesi olan ve kimsenin okumaya cesaret bile edemediği Şevkefza makamında plak dolduran Hafız Sami, hastalığında sessizliğe gömülmüş. Son nefesinden önce ayağa kalkıp “Allah!!!” diye haykırıp yere düşmüş ve ölmüş. Kimbilir belki de Hafız Sami’nin hastalığında keşfettiği bütün sessizlik ve âlemin en ince sanatı olan nefesi, sadece bir “Allah” diyerek nara atmasına vesile olmuştur. Hâlık yani Yaratıcı, âlemi yaratırken “kün” (ol) der ve murat ettiği şey olur. Hafız Sami de “kün” diye emreden Yaratıcı’nın sesini haykırarak bu dünyadan göçer. Hocam, yazınıza yazdığım bu uzun cevabımı Mevlana’nın sözüyle bitirmek istiyorum. Belki de yazdıklarımı anlatan en iyi cümle bu: “İyileşmek için önce hasta olmak gerek.”