Bitkilerden elde edilen ve günümüzde uyuşturucu sınıfında sayılan maddeler insan hayatına ağrıkesici ve sakinleştirici olarak girmiş; sarhoş edici etkilerinin anlaşılmasıyla kullanım alanları genişlemişti. 19. yüzyılda laboratuvarlarda morfin, eroin, kokain ve amfetamin üretilmeye başlanması, 20. yüzyıldaki felaketlere doğru evrilecekti…
Fransızca “narcotique” sıfatı, 14. yüzyılda uyku getiren ve duyuları körelten maddeler için kullanılıyordu. Ortaçağ Latincesinde narcoticus olan sözcük, Yunanca narkōtos, yani “uyuşturmak” fiilinden gelmişti. 1671’de dünyanın ilk bilimsel dergisi Philosophical Transactions’da “narcosis” sözcüğü ilk defa geçiyordu. Oysa narkotikler çok daha eski zamanlardan beri vardı. Ağrıları hafifletmek için doğal etkenlerin mevcut olduğunu insanların ne zaman öğrendiği tam olarak bilinmiyor; narkotiklerin tarihi de bu bilinmeyen zamanda başlıyor.
Bilinen ilk narkotiklerden biri, hintkeneviri bitkisinden üretilen esrar. Hindistan’da MÖ 800-700 arasında yaşadığı düşünülen Sushruta’nın bilinen en eski cerrahi ders kitabı Sushruta Samhita, hastayı sakinleştirmek için Hindu kültürlerinin kutsal bitkisi hintkenevirinin (kannabis) buharını öneriyordu.
Arkeolojik buluntular ise kenevirin 11 bin 700 yıl önce Orta Asya’da bulunduğunu gösteriyor. İplik yapılabilen lifleri ve yağ çıkarılabilen tohumları için kenevir yetiştirilirken, dişi bitkilerin ürettiği reçinenin ısıtıldığı zaman “coşku verdiği” de tesadüfen keşfedilmiş olmalı. Kenevir tohumları göçler ve ticari alışverişlerle dünya üzerinde yayıldı. Bu yayılış sözcüklere de yansıdı; İngilizce “hemp” ve Almanca “hanf”, Latince cannăbis, İtalyanca “canapa” ve Rusça “konoplja” ile aynıydı. Arapçada “qunnab”, Türkçede “kendir” ve Gürcücede “kanap” olmuştu. Kenevirin küresel yayılımı, Afrika’ya ve en sonunda Amerika’ya ulaşmasıyla tamamlandı. Parisli eczacı Louis Hébert, 1606’da Kanada’da, bugünkü adı Nova Scotia olan Acadia’da kenevir yetiştiren ilk sömürgeciydi.
Hindistan’daki kimi mitlerde “ilahî bir lütuf” gibi ortaya çıkan kenevir, ayurvedik tıpta binlerce yıl ağrıyı, mide bulantısını ve kaygıyı azaltmak, iştahı ve uykuyu iyileştirmek, kasları gevşetmek ve öfori hissi yaratmak için kullanıldı. Esrarın iltihap için lokal olarak uygulanması, MÖ 1500 civarında Mısır’da yazılmış olan Ebers papirüsünde belirtilir. Asur kil tabletlerinde tıbbi kullanımı bildirilen esrar, muhtemelen bugün depresyon dediğimiz durumlara karşı ilaç olarak veriliyordu.
Roma İmparatorluğu döneminde Yaşlı Plinius’un (Plinius Major) yazdığı Naturalis Historia’da kenevir köklerinin suda kaynatılmasıyla ağrı kesici ve iltihap giderici olarak eklem rahatsızlıklarını tedavi ettiği anlatılır; fakat bunun sarhoş edici özelliklerinden bahsedilmez. Yunan hekim Dioscorides, De Materia Medica adlı kitabında kaynatılmış kenevir kökünün iltihabı azaltabileceğini doğrular. Galen ise, tohumların bir sıcaklık hissi yarattığını ve büyük miktarlarda tüketildiğinde sıcak ve zehirli bir buhar yayarak başdöndürdüğünü belirtir.
Kenevir, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Batı tıbbında popüler oldu. Kraliçe Victoria’nın âdet sancıları için, Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in (Sissi) ise öksürüğü kesmek ve iştahı açmak için kenevir kullandığı bilinir. 1878’de Kraliçe Victoria’nın hizmetine atanan İngiliz doktor J. Russel Reynolds, 1890’da tıp dergisi Lancet’ta kenevirle ilgili deneyimini yayımlar. Reynolds, nevralji, migren, âdet sancısı ve gut gibi çeşitli ağrılı hastalıklarda “faydalı bir ilaç olduğunu” saptadığı esrarın çocukların diş çıkarma sorunlarında kullanımından da bahseder.
Aspirin gibi ağrı kesicilerin ve modern sakinleştirici ilaçların keşfi esrarı gözden düşürdü ve 20. yüzyıl boyunca alınan önlemler, özellikle ABD’de esrar kullanımını kısıtladı. 1961’de Birleşmiş Milletler Narkotik İlaçlar Tek Sözleşmesiyle esrar, eroinle birlikte ilk sıradaki kontrol rejimine tabi tutuldu. 1970’te ABD’de “Çizelge 1 İlacı” olarak ilan edildiğinde, “esrarın altın çağı” nihayete erdi. Ancak 1960’larda yeniden gündeme gelen esrarın yasallaşması ya da yasakların gevşetilmesi konusu, bilimsel ilerlemeler bağlamında tartışma konusu olmaya devam etti. ABD Ulusal Tıp Akademisi’nin 2017 tarihli raporunda, esrar ve türevlerinin etkilerine dair kanıtlar bulunan, dolayısıyla tıbbi amaçla kullanılabilen durumlar şunlarla sınırlandırıldı: Yetişkinlerde kronik ağrının hafifletilmesi, kemoterapi kaynaklı bulantıyla kusmanın tedavisi ve multipl skleroza (MS) bağlı spastisite semptomlarının iyileştirilmesi.
Beden üzerinde alkollü içkiler ve tütünden daha az toksisiteye sahip olduğu bilinmekle birlikte, esrarın oluşturduğu en büyük tehdit, sinir sisteminin gelişimsel döneminde zihinsel gelişim eksikliklerine neden olması!
Bir diğer çok eski narkotik ise haşhaş bitkisinden üretilen afyon. Afyon haşhaşı da denen papaver somniferum’un henüz olgunlaşmamış kapsül çeperi kesildiğinde süte benzeyen, havayla temas ettiğinde katılaşan, daha sonra toz hâline getirilebilen elastik bir sıvı. Morfin, kodein, eroin de buradan üretiliyor.
MÖ 3200’de haşhaşı ilk yetiştirenler Sümerler. Yine afyonla ilgili bilinen en eski belgeler, “neşe bitkisi” olarak adlandırıldığı MÖ 2100 tarihli Sümer kil tabletleri. MÖ1500-1300 yıllarında Mısır’dan Filistin’e getirilen, Mezopotamya’dan Arabistan’a oradan da Hindistan’a gittiği bilinen afyon, diş ağrısı ve eklem ağrısının tedavisinde kullanılıyordu.
Afyon, antik Yunan efsanelerinde, mitolojisinde ve edebiyatında da yer aldı. Homeros’un Odysseia’sında Zeus’un kızı Truvalı Helen, Truva Savaşı sırasında yoldaşlarının öldürülmesi nedeniyle acı çeken Yunan askerlerine tüm acıları yatıştıran ve her türlü hastalığı unutturan “nēpenthés” adlı bir ilaçla karıştırılmış şarap ikram ediyordu “Nē-penthés” sözcüğü “keder yok” anlamına geliyordu.
Afyonun tıbbi kullanımları ise ilk olarak Dioscorides (40-90) ve Galen (129-200) gibi antik Yunan hekimlerinin tıp ders kitaplarında yer aldı. Roma toplumunda da bilinen ve kullanılan afyon, ağrı kesici, uyku verici, öksürük kesici ve ishal önleyici olarak tıbbi uygulamalarda yer buldu. İmparator Marcus Aurelius’un da sık sık afyona başvurduğu bilinmekle birlikte, bağımlı olduğuna dair sağlam bir kanıt bulunmadı.
Ortaçağ döneminde İbn-i Sina (980-1037) afyonu “terapötik” (tedavi edici) olarak tanımlamış, Tıp Kanunu’nda afyonun ağrı kesici ve teskin edici etkilerini anlatmış ve her türlü ağrının tedavisinde kullanılabileceğini belirtmişti. Kronik başağrısı, eklem ağrısı, diş ağrısı, kulak ağrısı gibi durumlarda ağız yoluyla, cilt üzerine, burundan ya da rektal yoldan uygulanmak üzere afyon reçete edilmesini öneriyordu.
17. yüzyılda Thomas Syndenham’ın yaptığı afyon, safran, tarçın, karanfil ve alkol karışımı olan “Laudanum” adlı ilaç Viktorya dönemi İngiltere’sinde yaygın olarak kullanılıyor, patentli ilaç olarak satılıyordu. Toz hâline getirilmiş afyon, ağrı kesici
olarak serbestçe bulunabiliyor; yaralanma, baş ağrısı, dizanteri ve ishal gibi rahatsızlıklarda, çocuklar için öksürük şurubunda kullanılıyor; hattâ bebeklerin diş çıkarma huzursuzluklarında yine afyona başvuruluyordu.
“Laudanum” dışında afyon şekerlemesi, afyon tentürü, afyon fitilleri, afyonlu meyan kökü pastilleri de üretiliyordu ve birçok tescilli ilaç afyon içeriyordu. Bu ilaçlardan kimileri 20. yüzyılın başına kadar Avrupa ve Kuzey Amerika’da kullanıldı. Afyon tüketimi yüksek sınıflar arasında moda oldu ve sanat çevrelerinde yaratıcılığı teşvik etmek için kullanıldı. Lord Byron ve Charles Dickens’ın da dahil olduğu birçok edebiyat insanı afyondan etkilenmişti.
1822’de Thomas De Quincey, Confessions of an English Opium-Eater (Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları) adlı otobiyografik kitabında, “dayanılmaz romatizmal ağrılar” nedeniyle başladığı uyuşturucu deneyimini anlatırken İngiltere’de afyon tüketiminin üst sınıflar ve sanat çevreleriyle sınırlı kalmadığını, işçi sınıfı bölgelerinde de yaygınlaştığını yazmıştı. Toplum, afyon bağımlılarıyla doluydu.
19. yüzyılın başlarında çok sayıda bilimsel keşif yapıldı. Alman eczacı Friedrich Sertürner, 1805’te afyondan “uyku getirici faktör” olarak morfini izole eden ilk kişi oldu. Afyonun kurutulmuş sütü, %9-17 morfin olmak üzere kodein, tebain gibi 25 farklı alkaloid içeriyordu. Sertürner, bu maddeye Yunan Uyku Tanrısı Morpheus’un adını verdi. 1840’ta Almanya’da morfinin ilk endüstriyel üretimi başladı. 1850’lerde Charles Gabriel Pravaz ve Alexander Wood tarafından şırıngaların icat edilmesi, morfin kullanımının yaygınlaşmasını sağladı. Hassas ölçülmüş dozlarda, saf, enjekte edilebilir bir ilacın deri altına uygulanabilmesi ağrı tedavisinde yeni bir çağ başlatırken, uygulamanın kolaylığı maalesef morfin bağımlılığına giden yolu da açmıştı.
1874’te Charles Adler Wright, aralarında diasetil-morfinin de (eroin) bulunduğu birkaç morfin esteri sentezledi. Bu ilaç morfine kıyasla analjezik olarak daha az etkili fakat öksürüğü bastırmada daha güçlüydü. 1898’de Bayer firması, diasetil-morfini Heroin markasıyla tescil ettirdi. Daha az bağımlılık yarattığına inanılan eroin, dünya çapında “öksürük yatıştırıcı” olarak pazarlandı.
Eroin bağımlılığı 20. yüzyılın başlarında ABD’de büyüyen bir sorun hâline geldi. Reçetesiz satılıyordu, morfinden daha etkiliydi ve içilebiliyor, enjekte edilebiliyor, koklanabiliyor veya yutulabiliyordu. 1914’te reçeteli ilaçlarda eroinin miktarı sınırlandırıldı ve reçetesiz ilaçlarda afyon, morfin, eroin, kokain kullanımı yasaklandı. 20. yüzyılın ilk yarısında ilerleyen bilimsel çalışmalarla morfin ve kodeinin sentetik türevleri geliştirildi. Sentetik narkotiklerin geliştirilmesi üzerinde çalışan Paul A. J. Janssen, 1960’ta morfinden 40 kat daha aktif olan fentanilin sentezini gerçekleştirecekti.
1990’larda ilaç şirketleri, afyondan geliştirilen sentetik opioid (afyon türevi) ilaçların kârlarını artırmak için, tıp camiasını bu hapların bağımlılık yapmadığına ikna etmişlerdi. Hastalara, toleransları arttıkça giderek daha yüksek opioid dozları reçete edildi ve bunların birçoğu ilaca bağımlı hâle geldi. 1999-2020 arasında yarım milyondan fazla kişi opioid aşırı dozundan öldü. ABD Sağlık Bakanlığı, 2017’de ülke çapında bir halk sağlığı acil durumu ilan etti ancak fentanil ve metadon gibi sentetik opioidlerden kaynaklanan aşırı doz ölümlerinin tümüyle önüne geçilemedi.
Yasal açıdan narkotikler, afyon, afyon türevleri ve bunların yarı-sentetik türevlerini ifade ediyor. Uyuşturucu özellikleri nedeniyle kokain de bir narkotik olarak kabul ediliyor; ama aslında bir uyarıcı olarak ortaya çıkıyor. Arkeolojik çalışmalar bugünün Peru topraklarında MÖ 2500’den kalma mezar yerlerinde ölülerle birlikte gömülmüş koka yapraklarını ortaya çıkardı. Koka, İnka İmparatorluğu’nun tarihi boyunca her derde deva bir bitkiydi ve bu sözcüğün öncülü de bir İnka kelimesi olan “kuka” idi. Efsaneye göre güzel Kuka kurban edilince, mezarında mucizevi bir bitki çıkmıştı. And Dağları’nın yerlileri binlerce yıldır yetiştirdikleri ve kutsal saydıkları bu bitkiyi hem tıbbi amaçlar hem de dinî ritüeller için kullandılar.
Avrupa’ya koka hakkında ilk bilgiler 16. yüzyılda geldi. İspanyol Pizarro 1532’de Peru’yu işgal ettiğinde yerlilerin koka yaprakları çiğnediklerini görmüştü; bunun vücutlarını güçlendirdiğine inanıyorlardı. Fransız doğabilimci Joseph de Jussieu, 18. yüzyılda koka bitkisini Avrupa’ya getiren ilk kişiydi. 1858’de Karl von Scherzer, Amerika’dan getirdiği kuru koka yapraklarını tahlil için Göttingen’deki Alman kimyager Wöhler’e verdi. 1860’ta Wöhler’in öğrencisi Albert Niemann, koka yapraklarındaki etkili maddeyi izole etmeyi başardı ve bunu kokain diye adlandırdı.
Kokainin endüstriyel üretimi 1862’de başlatıldı ama ciddi bir tıbbi kullanım alanı bulunamadı. 1880’de Basil von Anrep, insanlara uygulanmasıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarına göre kokaini cerrahi anestezi olarak öneriyordu. 12 Aralık 1883 tarihli Deutsche Medizinische Wochenschrift adlı tıbbi dergide Alman askerî hekim Theodor Aschenbrandt’ın “Kokainin Fizyolojik Etkisi ve Önemi” başlıklı makalesi yayımlandı. Aschenbrandt, sonbahar manevralarında kokain verdiği birkaç askerin talim kabiliyetlerinin kuvvetlendiğine şahit olmuştu.
Makaleyi okuyan Sigmund Freud 1 gram kokain ısmarladı ve kendi üzerinde deneyince dikkati çekici bir etkisini gördü; çalışma gücü buluyor, depresyondan kurtuluyor ve kendine güveni artıyordu. Bir süre önce kokain hakkında okuduğu başka bir makaleyi anımsadı. Morfin bağımlılığı üzerine çalışan Amerikalı Doktor Bentley, Detroit Medical Gazette’deki yazısında morfinmanların kokain verilerek iyileştirilebileceğini bildirmişti. Freud, morfin bağımlısı bir meslektaşını kokainle tedavi edebileceğini düşündü. Ernst Von Fleischl 38 yaşında bir biliminsanıydı, 25 yaşındayken enfeksiyon nedeniyle sağ el baş parmağı ampute edilmişti ve dayanılmaz ağrıları nedeniyle 13 yıldan beri gittikçe artan dozlarda morfin kullanmaktaydı. Artık bağımlıydı ve geçici bilinç kayıpları, ruhsal sorunları oluyordu. Freud kokain kullanmasını teklif edince bu fikre can havliyle sarılan Fleischl her gün 1 gram kokain kullanmaya başladı. Çok rahatlamış hissediyordu; ruhsal bunalımı geçmişti, bilinç kaybı olmuyordu. Freud buna çok sevinmişti; kokaini meslektaşlarına, hastalarına ve kız kardeşine önerirken kendisi de kullanmaya başladı. 1884 tarihli “Koka Üzerine” adlı makalesinde Freud, kokainin uyarıcı, kaşeksi (zafiyet) tedavisi, morfin bağımlılığının tedavisi, afrodizyak ve lokal anestezik gibi çeşitli olası terapötik endikasyonlara sahip olduğu sonucuna varmıştı.
Freud, Viyana Hastanesi’nde göz hastalıkları hekimi Carl Koller ile görüştüğü bir gün tesadüfen yanlarında olan ve dişeti ağrılarından yakınan bir meslektaşlarının dişetine kokain eriyiği sürdü. Ertesi gün Koller bu ilacı öğrenmek istemiş, Freud onu da araştırmaya davet etmişti. Koller, Freud’la beraber birçok defa kokain kullandı. Bu esnada her ikisi de kas güçlerinin arttığını, sıcaklık hissettiklerini, soluk almalarının derinleştiğini ve tansiyonlarının yükseldiğini tespit ettiler.
Koller, kokainin benzer etkisinin gözde de olup olmadığını merak ediyordu. Araştırdığında, ilk defa koka yapraklarından kokaini imal eden Niemann’ın 1859’da yazdığı bir cümleye rastladı: “Acı bir tadı var. Dil üzerinde dokunduğu yerde geçici olarak uyuşmuş gibi hissiz bir duygu veriyor.” Kokaini lokal anestezik olarak ilk defa bir kurbağanın gözünde deneyen ve sonuçları daha sonra diğer deney hayvanlarından başka asistanı ve kendisi üzerinde de doğrulayan Koller, kokainin lokal anestezik olarak başarılı sonuçlar verdiğine dair bildirisini oftalmoloji kongresine gönderdi. Seyahat masraflarını karşılayamadığı için meslektaşı Josef Brettauer’den 15 Eylül 1884’te Heidelberg’de yapılan bu kongrede makalesini sunmasını istemişti. Telgraf sayesinde, buluş tüm dünyada duyuldu. Heidelberg’deki sunumdan sadece 3 hafta sonra kokain New York’ta göz cerrahisinde kullanıldı. Birkaç hafta sonra Amerikalı cerrah William Steward Halsted, bir sinir gövdesine kokain enjekte ederek sinirin tüm alanında anestezi sağlayan yeni bir teknik geliştirdi. Halsted ve birkaç meslektaşı bu ilacı cerrahi anestezi için denerken kokaine bağımlı hâle geldiler!
1896’da Londra’daki Kanser Hastanesi’nde cerrah olan Dr. Herbert Snow, kanser ağrısının tedavisinde kokain kullanan ilk doktordu; rahatsızlığı çok ilerlemiş hastalarda ağrı kesici olarak kokainle birlikte afyon uyguluyordu. Sonraki 20 yıl boyunca Avrupa ve Amerika’da popüler bir ilaç hâline gelen kokain, kısa süre sonra ciddi bir bağımlılık potansiyeline sahip olduğuna dair raporlar ortaya çıkmaya başlayınca narkotik sınıfına dahil edildi ve tıbbi kullanımı sınırlandı.
Günümüzde hem dünyada hem Türkiye’de uyuşturucu tehlikesi denince akla gelen ilk maddelerden biri, “met” adıyla bilinen metamfetamin. Amfetamin türü uyarıcılar arasında yer alan metamfetamin bugün dünya genelinde esrardan sonra en çok tüketilen uyuşturucu durumunda.
Tümüyle laboratuvarda üretilen amfetaminler, Batı’da “efedra” olarak bilinen “ma huang” adındaki bitkinin yerine geçebilecek suni bir madde arayışından doğmuştu. Nispeten nadir bulunan bu çöl çalısı, Çin’de 5 bin yıldır bitkisel ilaç olarak kullanılıyordu. Öksürük ve soğuk algınlığı tedavisinde kullanıldığı gibi konsantrasyon ve uyanıklığı artırdığı için de Çin Seddi’nde devriye gezen muhafızlar tarafından alınıyordu.
Japon kimyacı Nagayoshi Nagai 1887’de bitkideki aktif madde efedrini başarıyla izole ettikten 6 yıl sonra da adrenaline çok benzeyen bu maddeyi kullanarak bir amfetamin sentezledi. Aslında amfetamin, 1887’de Lazar Edeleanu adında Romen bir kimyacı tarafından Berlin Üniversitesi’nde sentez edilmiş ama klinik olarak kullanılmamıştı. 1919’da bir başka Japon bilim insanı A. Ogata, efedrini sentetik olarak geliştirdi.
1927’de astım, saman nezlesi ve soğuk algınlığını tedavi etmek amacıyla UCLA laboratuvarlarında çalışan İngiliz kimyacı Gordon Alles tarafından tekrar sentezlenmesiyle, amfetaminin ticari kullanımı için bir formül bulunmuştu. Bulduğu formülü Philadelphia’da bir ilaç şirketi olan Smith, Kline & French’e sattı ve 1932’de ilk amfetamin ürünü Benzedrine, inhaler (solunum spreyi) şeklinde, nezle ve astımı tedavi eden bir ürün olarak tezgahlarda yerini aldı. Benzedrine, depresyondan obeziteye kadar birçok sağlık sorununda harikalar yaratan bir ilaç olarak da tanıtılıyordu ve bağımlılık potansiyeli, uzun dönemli fiziksel ve psikolojik hasar riskleri konusunda hiçbir şey bilinmiyordu. Benzedrine spreyi, marjinal gruplar tarafından hızlı bir şekilde keşfedildi ve 1930’ların sonunda müzik kulüpleri ve hapishaneler gibi mekanlarda yayıldı.
ABD’de 1950’lere gelindiğinde, amfetamin kullanımı sıradan vatandaşlar arasında yükselişe geçti. Özellikle kolej öğrencileri, uzun yol sürücüleri, atletler, evkadınları ve monoton işlerde çalışanlar arasında… 1959’da istismar edildiği gerekçesiyle amfetaminli spreyler yasaklandı; ancak amfetaminin çeşitli formları hiperaktivite, obezite, narkolepsi ve depresyon gibi bazı sağlık problemlerinde tedavi amaçlı kullanılmaya devam etti.
1971’de bütün amfetamin türleri “Liste 2 İlaçlar” kapsamına alındı. Bu grup ilaçlar tıbbi amaçla kullanılabilse de yüksek istismar potansiyeline sahip, fiziksel ve psikolojik bağımlılık yapan, yalnızca reçete ile ulaşılabilen ilaçlardı. Bütün bu çabalara rağmen amfetamin, gizli laboratuvarlarda üretilmeye devam ediyor.
BAĞIMLILIKTAN SUÇA GİDEN YOL
ABD’yi sarsan afyon salgını
Morfin ve diğer afyon türevleri 19. yüzyılın sonlarında ABD’de büyük bir bağımlılık salgınına yol açtı ve her 200 Amerikalıdan 1’ini etkileyen ciddi bir toplumsal soruna dönüştü.
Amerikan İçsavaşı (1861-1865) sırasındaki kontrolsüz morfin kullanımı, savaşın sonunda birçok askerin bağımlı olmasıyla sonuçlanmıştı. Savaş yarasıyla eve dönen bir asker henüz bağımlı değilse bile daha sonra morfin reçete eden bir doktorla karşılaşma olasılığı çok yüksekti. Morfin bağımlılığı bir nevi asker hastalığı olurken, morfinin potansiyel riskleri de daha iyi anlaşılmaya başlandı.
Amerikan İçsavaşı’nda Birlik Ordusu (Union Army), askerlerine yaklaşık 10 milyon afyon hapı ile 80 tondan fazla afyon tozu ve tentürü (alkol içinde çözünmüş afyon) dağıtmıştı. Bu yüzden, bilinmeyen sayıda asker bağımlı olarak evlerine döndü. 1888’de Boston’da yazılan tüm reçetelerin %15’ini afyondan üretilen ilaçlar yani opioidler oluşturuyordu. Birçok kadın hastanın âdet sancıları, sinirsel hastalıkları, hattâ sabah bulantılarını gidermek için bu ilaçlar yazılıyordu. 1800’lerin sonlarında afyon bağımlılarının %60’ından fazlası kadınlardı.
19. yüzyıl biterken ve salgın zirvedeyken, doktorlar afyonun aşırı kullanımını yavaşlatmaya başladı. Tıp ilerliyordu; hastalık etkeni mikropların keşfi, aşılar, röntgen ışınları ve Aspirin gibi yeni ağrı kesicilerin piyasaya sürülmesi önemliydi. Hijyen ve sağlık koşullarının düzelmesi de özellikle dizanteri gibi bağırsak hastalıklarını azaltmıştı. 1895 ile 1915 arasında yapılan yasal düzenlemeler reçetesiz satışlara son vererek reçeteli afyon satışına da kısıtlamalar getirdi.
Tıbbi sebeplerden ötürü ortaya çıkan ve kriminal bir tarafı olmayan afyon bağımlılığı kontrol altına alınırken, bu defa başka bir bağımlılık ortaya çıkıyor, bağımlı kitlenin profili değişiyordu. ABD’de Çinli göçmenlerin işlettiği mekanlarda yayılan afyon, özellikle alt sınıftan kentli erkekleri cezbediyordu ve suçla yakın ilişkiliydi. Şubat 1909’da içilmek üzere hazırlanmış afyonun ithalatı yasaklandı. Afyon bulundurmanın cezası da 2 yıla kadar hapisti. Arzın sınırlanması fiyatları yükseltti ve bu durum bağımlıları daha güçlü afyonlara, özellikle morfine ve eroine yöneltti.
2.DÜNYA SAVAŞI’NIN ÖLÜMCÜL YAN ETKİLERİ
Muharebe alanlarında korkusuz ‘ilaçlı kuvvetler’
1939’da patlak veren 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin “blitzkrieg” (yıldırım savaşı) hücumlarının, pervasız Kamikazelerin intihar saldırılarının arkasında hep amfetamin kullanımı vardı.
Beyni uyararak yorgunluğu ve iştahı azaltan, uyanıklığı ve kendine güveni arttırarak daha “iyi” hissettiren amfetaminler, 2. Dünya Savaşı’nın kendine özgü koşullarında sanayi güçleri tarafından ticarileştirilmiş, kitlesel üretime geçilmişti. 2. Dünya Savaşı bu nedenle insanlık tarihindeki en yıkıcı savaş olmasının yanında bir “ilaçlı kuvvetler savaşı” da olmuştu.
1936 Berlin Olimpiyatları’nda, ticari adı Benzedrine olan Amerikan üretimi amfetamin, doping ürünü olarak kullanılmış; Alman kimyager Friedrich Hauschild, ertesi yıl amfetamine çok yakın bir madde olan metamfetamini sentezlemişti. Berlin merkezli ilaç şirketi Temmler-Werke, metamfetamini 1937 kışında “Pervitin” markasıyla satmaya başladı. Eczanelerde reçetesiz satılan tabletler, reklam kampanyasının da etkisiyle son derece popüler oldu. Metamfetamin ile takviye edilmiş çikolatalar bile piyasaya çıkmıştı. Savunma Fizyolojisi Araştırma Enstitüsü Müdürü Dr. Otto F. Ranke, yorgunluğu ortadan kaldıran Pervitin’in savaş alanında çok işe yarayacağını düşünüyordu.
Alman ordusunun sağlık görevlileri, ilk defa 1938’de Çekoslovakya’nın işgali sırasında askerlere Pervitin verdi. Ancak ilacın ilk gerçek askerî denemesi Eylül 1939’da Polonya’nın işgali sırasında gerçekleştirilecekti. Almanya, 100 bin Polonyalı askerin öldüğü saldırıda doğu komşusunu ele geçirdiğinde bütün dünya, düşmanı savunma kurmasına fırsat vermeden, olağanüstü hızlı mekanize saldırılarla imha etme amacını güden “blitzkrieg” (yıldırım savaşı) ile tanışıyordu. Bu savaş doktrininin zayıf halkası askerlerdi. Dinlenmeye ve uykuya ihtiyaçları vardı; yorgunluk ilerlemelerini yavaşlatıyordu. İşte Pervitin tam burada devreye girdi; kod adı “hız”dı; saldırganlığı ve kendine güveni artırıyordu ve “yıldırım savaşı” için gereken de buydu.
1940’ın sadece Nisan ve Temmuz ayları arasında, Alman askerler 35 milyondan fazla Pervitin tableti aldı. Metamfetamin etkisi altındaki Wehrmacht askerleri, aralıksız 10 gün süren yürüyüş ve savaşın ardından 1940’ın Haziran başında Dunkirk’te İngiliz ordusunu da yenilgiye uğratmıştı. Churchill anılarında bu yenilgi için “Şaşkındım; hayatımda yaşadığım en büyük sürprizlerden biri olduğunu itiraf ediyorum” demişti. İngiltere’de bombalama dalışları yapan korkusuz Nazi pilotlarına dair söylentiler yayılıyordu.
Bu arada İngilizler, düşen bir Alman uçağında Pervitin tabletlerini buldular; Müttefik askerlerin de aynı hapları kullanmasına dair bir plan yapıldı. İngiltere Kraliyet Hava Kuvvetleri 1941’de yine bir amfetamin olan Benzedrine’in sağlık görevlilerinin takdirine bağlı olarak kullanımını resmî olarak onayladı. 1942’de Amerikan güçlerinin Kuzey Afrika operasyonları da ilaç etkisi altında başlamış; askerlere yarım milyon Benzedrine tableti dağıtılmıştı.
2. Dünya Savaşı boyunca Alman, İngiliz, Amerikan ve Japon kuvvetleri büyük miktarlarda amfetamin tüketti; fakat ilaç kullanımı hiçbir yerde Japonya’daki kadar büyük ve uzun süreli bir toplumsal etkiye yol açmadı. Japon hükümeti yerli ilaç şirketlerine metamfetamin üretme görevi vermişti. Tabletler pilotlara ve askerlere Philopon (Hiropin olarak da bilinir) adı altında dağıtıldı. Mühimmat işçileri ve savunma ile ilgili fabrikalarda çalışanlara üretkenliklerini artırmak için metamfetamin tabletleri verildi. Kamikaze pilotları da intihar görevlerinden önce damardan büyük dozlarda metamfetamin alıyordu.
Savaş sırasında bağımlı olan birçok Japon asker ve fabrika işçisi, savaş sonrası yıllarda da ilaç tüketmeye devam etti. 1945’te teslim olan ülkenin depolarında kalan devasa miktarda Hiropin’in bir kısmı ilaç olarak dağıtılmak üzere kamu dispanserlerine gönderilmiş, geri kalanı ise karaborsaya yönlendirilmişti. Dağıtımın çoğunu suç örgütü Yakuza devraldı.
18-25 yaş arasındaki Japonların yaklaşık yüzde 5’i ilacı kullanmış, birçoğu 1950’lerin başında damardan bağımlı olmuştu.