Bundan 26 yıl önce, Aralık 1991’de SSCB fiilen sona erdi. 1917 Ekim Devrimi’nden itibaren iktidarı elinde tutan komünist rejimin orak-çekiçli bayrağı indi, yerine üç renkli Rusya bayrağı çekildi. Sayısız mücadelenin bileşiminden oluşan bu muazzam sürecin kilometre taşları.
Fransız İhtilali’nin 200. yıldönümünde, Doğu Avrupa kimilerinin devrim dediği bir dizi büyük değişime sahne oldu. Olup bitenlerin sadece iki yıl içerisinde SSCB’nin tarihe karışmasıyla sonuçlanacağını, 1989’da çok az kişi tahmin edebilmişti.
Doğu ve Orta Avrupa ulusları bağımsızlıklarını kazanmaya çalışırken, diğer yandan da Rusya ve diğer Doğu Bloku ülkelerinde reformcularla eski parti çizgisini savunanlar arasında adı konulmamış bir içsavaş yaşanıyordu. Muhafazakarlar Gorbaçev’in değişimlerine karşı çıkıyor, reformcular ise değişimin yeterince hızlı olmadığını ileri sürüyordu ki, ikinci kesimin içinde birkaç yıl sonra SSCB’yi iptal eden kararı imza edecek olan Yeltsin de vardı. Bu mücadele 1991 Ağustos’unda eski ekolden komünist bürokratların açık bir darbe girişimine dönüştü; ancak tarihin çarkları artık geriye dönemezdi. Darbenin bastırılmasında öne çıkan Rusya Federasyonu başkanı Yeltsin, Gorbaçev’in Kırım’dan Moskova’ya gelmesini sağladı. Ancak artık ipler onun elindeydi. Gücü elinden kayıp giden Gorbaçev 25 Aralık 1991’de istifa etti ve Yeltsin hemen ertesi gün SSCB’nin sona erdiğini ilan etti. Moskova’da tüm yetki şimdi ona aitti (Gorbaçev’in daha sonraları “Yeltsin’in Politbüro’dan uzaklaşmasından sonra tekrar önemli görevlere gelmesine izin vermek en büyük hatalarımdan biriydi” dediği öne sürülmüştür).
Kremlin’de dalgalanan orak-çekiçli bayrak indirilerek yerine üç renkli Rusya bayrağı çekildi. SSCB, kuruluşunun 69. yılında tarihe intikal ederken, komünistler de 1917 İhtilali’nin 74. yılında sahneden çekiliyordu. Sayısız mücadelenin bileşiminden oluşan bu muazzam süreci biraz daha geriden alalım.
1980’li yıllarda Sovyet sistemi tüm haşmetine rağmen içten içe çürüme ve dağılma sürecine girmişti. Aksi halde Gorbaçev gibi reformist bir kişi Politbüro’ya giremez, bu kurumun önemli işlerini yönetemez ve Mart 1985 tarihinde genel sekreterliğe getirilemezdi. 1964’den 1982’ye kadar parti genel sekreterliği yapmış olan Brejnev döneminde iyice hantallaşmış olan yapı, Yuri Andropov’un iki, Konstantin Çernenko’nun sadece bir yıl süren yönetimlerinde değişmediği gibi, gidişat da artan bir endişe uyandırmaktaydı. Böylece, açık farkla en genç Politbüro üyesi olan 54 yaşındaki Gorbaçev’in liderliğinden medet umuldu. O da hiç vakit yitirmeden kolları sıvadı. Önünde, son derece verimsiz bir ekonominin modernizasyonu ve parti başta olmak üzere her alanda hantal bir yapı arz eden bürokrasiyi etkin kılmak gibi çok zor iki görev vardı.
Ekonomideki yeniden yapılandırmaya “peresteroyka” adını verdi. Stalin döneminden kalma merkezî planlamayla yönetilen ekonominin teknik ve organizasyon olarak yenileştirilmesi için halkın desteğine ihtiyacı vardı. Geniş kesimleri politik olarak kazanmak için açıklık politikasını öne sürdü ki, buna da “glasnost” adı verildi. Bu iki terim derhal dünya siyasi literatürüne girdi. Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev döneminde uç vermeye başlayan ancak kısa sürede durdurulan yumuşama, bu ikinci gelişinde geri dönülmez bir şekilde ülkeyi sardı. İfade ve eleştiri özgürlüğü artarken, yıllardır sansüre takılmış kitaplar basıldı, oyunlar sahnelenmeye başlandı. KGB bile eleştiriliyordu ama, diğer ülkelerde olduğu gibi paçayı kolay kaptırmayacaktı.
Elbette ki tüm bu değişimler çok kısa sürede gerçekleşmedi. Ressamlar, müzisyenler ve diğer sanatçılar istedikleri gibi çalışmak üzere çok zorlu mücadeleleri sürdürdüler, ifade özgürlüğü hiçbir alanda kolay kazanılmadı ama Pandora’nın Kutusu bir kez açılmıştı. Her ne kadar Komünist Partisi’nin önderliği henüz sorgulanmıyorsa da, bunu sona erdirecek güçler artık harekete geçmişti.
Gorbaçev’in işi kolay değildi. Bugün durumun umutsuzluğu daha iyi değerlendirilebiliyor. Rus ordusu 1979’dan beri Afganistan’da sonu görünmeyen bir asimetrik savaş yürütüyor, silahlanmanın yükü, kaynaklar üzerinde büyük baskı yapıyordu. Ayrıca 1986’da Çernobil’deki nükleer facianın günlerce halktan gizlenmesi hiç de yerinde bir tutum olmamış, ancak radyasyonun İsveç makamları tarafından keşfedilmesinden sonra açıklama ve tahliye yapılmıştı. Çarlık döneminden Bolşeviklere geçen sansür ve kapalılık alışkanlıkları o kadar kısa sürede geride bırakılamazdı.
Ancak, bunlardan çok daha önemli bir başka husus vardı ki, o da nüfus artış hızının 1950 ile 1981 arasında % 1.8’den % 0.8’e düşmüş olmasıydı. Bu, ülkede uzun vadede bir nüfus krizi yaşanacağına işaret ediyordu. Bebek ölüm oranı binde 25 gibi oldukça yüksek bir düzeyde idi. Kürtaj sayısı doğumların çok üzerinde olup, nüfus yaşlanıyordu. Etnik Ruslar ayrıca SSCB nüfusu içerisindeki paylarının son 30 yıl içerisinde % 55’den % 51’e düşmüş olmasından da hoşnut değillerdi. Bunlar rejimin geleceği açısından, suç oranı ve alkolizm sorununda çok hızlı artışla birlikte, derin tehlike arz ediyordu. Ülke üretmiyor, tüketmiyor ve üremiyordu.
Glasnost kör-topal ilerleyedursun (Stalin’in milyonlarca cinayeti açıkça tartışır hale gelmişti), perestroyka bir türlü başarılı olamıyordu. İşletmelere devlet sübvansiyonu kesilse bile üretkenlik artışı ve en azından kendisini çevirecek kadar kârlılık sağlanamıyordu. Keza tarım alanında da 50.000 kolektif işletme veya devlet işletmesinde, çalışanlara teşvik verilmesine ve küçük özel çiftçiliğin özendirilmesine rağmen üretim artmadı. İşletmelerin büyük bölümü zarar ediyor ve devlet fonlarıyla ayakta tutuluyordu. Çoğu yerde bir kişilik iş için üç-dört kişiye maaş ödenmekteydi. Ortada tam bir “devlet maaş verir gibi yapıyor, işçiler ve memurlar da çalışır gibi yapıyorlar” durumu vardı.
1989’a gelindiği zaman, 1917 sonundan beri ilk kez, çok sayıda adayın yarıştığı seçimler yapıldı. Oy verenler 2.250 üyesi olan Halk Temsilcileri Kongresi’ni seçti, onlar da 542 üyeli yasama organı olan Yüksek Sovyet’i oluşturdular. Ayrıca, beş yıl için seçilen bir başkan olacaktı. Bu seçimin niteliği, rekabete rağmen tartışmalıydı; çünkü sandalyelerin üçte biri parti ve bağlı kuruluşlar için ayrılmıştı. Buna rağmen yeni muhalefet partileri, resmen olmasa da fiilen oluşmaya başladı.
1990’da Gorbaçev, Batı’daki yetkili başkanlık modeline yakın bir statüyü kabul ettirdi. İşler bu safhaya geldiğinde çok önemli bir değişiklik daha ortaya çıkmaktaydı. Devletin partiye üstünlüğü öne çıkmakta ve kabul edilmekteydi. Ne var ki her büyük kriz döneminin genel özellikleri, SSCB’de de ortaya çıktı. Yapılanlar ve yapılmayanlar kimseyi tatmin etmiyor, ülke bölünüyordu. Reformları çok yavaş bulanlar ile çok aşırı bulanlar giderek daha kızgın tartışmalara girdiler. Ama bunun ötesinde, 200’e yakın etnik ve dinî gruptan oluşan ülkede özerklik ve bağımsızlık isteyenler seslerini yükseltiyor, eski düşmanlıklar canlanıyordu. Azeriler ve Ermeniler toprak savaşına başlarken, Gürcistan ve diğer Kafkasya toplulukları arasında da çatışmalar yükseldi. Baltık ülkeleri bağımsızlık hareketlerine giriştiler. Böyle bir ortamda reformların yürütülmesi çok daha zor hale geldi. Ve işte, tam da bu dönemde Doğu Avrupa ülkelerinde bir dizi büyük siyasi değişim veya başka bir deyişle “devrim” patlak verdi (Hangi terimin kullanılacağı nihayetinde bir tanım meselesidir).
Parti ve devlet reformu, ekonomik değişim için başarısız çabalar, siyasi muhalefetin açık hale gelmesi, 64 bin kayıp verilen Afganistan işgalinin sona erdirilme çabaları, etnik çatışmalar ve bağımsızlık hareketleri ile Doğu Avrupa’daki olayların hepsi üstüste gelince, hâlâ çok verimsiz olan bir sistemin tüm bunlarla aynı anda başa çıkması imkansız hale geldi. Çöküşün koşulları ortaya çıkmıştı. Şimdi bağımsızlık hareketleriyle birlikte, dış olaylara bir göz atalım.
Glasnost ile başlayan muhalefet hareketleri önce Rusya’da yükselmiş, bu Doğu Avrupa’daki gelişmeleri tetiklemişti. Ruslar kendi basın özgürlüklerini genişletirken, diğer ülkelerin 2. Dünya Savaşı sonrasından kalan Stalinci parti şeflerinin sansürüne tâbi şekilde yaşamaları elbet kabul göremezdi. İlginçtir, bu kez de Doğu Avrupa’daki olaylar ters yönde etki yaparak Rusya’yı daha derinden sarsacaktı. Pandül “doğu-batı-doğu” diye sallandı, sallanırken de dünyayı sarstı.
Estonya’da ve Kazakistan’da huzursuzluk daha 1986-87’de ortaya çıkmaya başlamıştı. Kısa süre içinde tüm Baltık ülkeleri bağımsızlık hazırlığına başladı. 1988 Şubatı ile 1989 Ağustos’u arasında Kafkasya, Ukrayna, Baltık ülkeleri ve Moldavya’da olaylar yükseldi. Aynı dönemde Doğu Ukrayna, Batı Sibirya ve Kuzey Kafkasya’da çok yaygın madenci grevleri görüldü. Haziran 1989’da Fergana vadisinde Özbekler, Stalin’in buraya sürdüğü Mesket Türklerine saldırıp 115’den fazla kişiyi öldürdü. Karadeniz çevresinde ise Abhazlar Gürcülerle, Kazaklar da Lezginler (veya Lezgiler) ile çatışmaya başladılar. İşler gün be gün kontrolden çıkıyordu. Doğu Avrupa daha fazla dayanamazdı.
1980’leri yaşayanlar Polonya’da Lech Walessa ve Dayanışma Hareketi muhalefetini çok iyi hatırlar. 1970’lerde reformcu Edmund Gierek’in zamanında gelişen bu hareket, Rusya’nın Polonya üzerindeki ağır baskısıyla sona erdirilmişti. Gierek’in yerine parti ve hükümet lideri olarak General Jaruzelski getirildi. Gösteriler ve grevler yasaklandı, Walesa tutuklandı. Fakat küskün bir işçi sınıfıyla sorunları çözemeyeceğini gören Jaruzelski, işçi liderlerini serbest bırakıp sıkıyönetimi kaldırdı. Ancak 1985- 89 arasında direniş giderek arttı ve nihayet Dayanışma’ya seçimlere katılma izni verildi. Komünistlere gene kontenjan ayrılmıştı ama 40 yıldır ilk kez yapılan serbest seçimlerde Dayanışma, rakiplerini silip süpürdü. Geçmişinden kopmak isteyen Polonya Komünist Partisi dağılırken, Batı tipi bir sosyalist partiye dönüştü.
Polonya, barışçı bir şekilde sistemden çıkmıştı. Polonya’dan sonra Macaristan da harekete geçti ve 1989 Eylül’ünde Batı ile sınırını açarak değişime katıldı. Akabinde Doğu Almanya’daki büyük değişim başladı. Onlar da kapıları açtılar ve serbestlik olunca Batı’ya ilticanın azalacağını düşündüler. Ne var ki, 1989/90 kışında yarım milyondan fazla kişi Batı’ya kaçtı ve ülke hızla boşalırken yıl sonuna doğru Berlin Duvarı açıldı. 2.4 milyon üyesi olan Doğu Alman Komünist Partisi de hızla çözüldü. Arkasından ABD ve SSCB, savaş sonrası sınırlarının değişmeyeceği garantisi şartıyla iki Almanya’nın birleşmesine muvaffakat ettiler.
1989’un değişim fırtınalarında Çekoslovakya’nın özel bir yeri vardır. 1968’deki halk ayaklanmasının Varşova Paktı orduları tarafından işgalle bastırılmasından 21 yıl sonra Prag’da gösteriler o kadar etkiliydi ki, genel grev karşısında çaresiz olduklarını anlayan parti ve hükümet yetkilileri derhal istifa ettiler. 68’in kahramanı Dubçek, yeni başbakanın yanında halkın karşısına çıkarak, onun özgürlük vaatlerini destekledi. Gorbaçev de ülkedeki Rus askerlerini çekmeyi kabul etti. Muhalif yazar Vaclav Havel geçici başkan olurken, bir ülke daha eski sistemi yıkmış oldu. Tüm bunlar kan dökülmeden, sadece muhalefetin ezici güç gösterisi sayesinde gerçekleşti.
Benzer bir değişim, halkın tek parti diktatörlüğüne artık tek bir gün dahi dayanmak istemediği Bulgaristan’da tekrarlandı. 1954’den beri iktidarda olan Todor Jivkov’un Kasım ayında görevden alınması üzerine yönetime getirilen Peter Mladenov, 11 Aralık 1989 tarihinde Komünist Parti’nin artık iktidarda olmadığını açıkladı. Bu karar bir ay sonra parlamento tarafından onaylanacaktı ama, ahalinin kızgınlığı çabuk geçmemiş olacak ki 1990 yazında kızgın bir grup Komünist Parti binasını ateşe verdi.
1989 Aralık ayına gelindiğinde, Doğu Avrupa’da Çavuşesku’nun Romanya’sından başka diktatörlük kalmamıştı. Tüm bu olaylar olurken iktidardakiler durumu adeta uzaktan seyretmişlerdi. Ne var ülke için için kaynıyordu ve yılın son günlerinde olaylar aniden patlak verdi. Ordu, hükümetin “halka ateş” emrine uymadı. Çavuşesku’nun özel muhafızları devreye girdi ve yüzlerce kişinin öldürüldüğü şiddet eylemlerine girişildi. Bunun üzerine ordu da Çavuşesku’nun muhafızlarına hücum ederek onları dağıttı. Çatışmalar sürerken Bükreş’ten kaçan diktatör yakalanarak “ayaküstü mahkemesi”nde ölüme mahkum edildi. Noel günü karısıyla birlikte kurşuna dizildi. Böylece Doğu Avrupa’daki son diktatörlük de tarihe karışmış oldu. Şimdi tarihin pandülü tekrar SSCB’ye doğru sallanacak ve oradaki işini tamamlayacaktı.
1990 ve 1991’de SSCB’yi oluşturan tüm cumhuriyetler durumu görmüş ve dağılma sonrasındaki bağımsızlık için hazırlanmaya başlamışlardı. Bunlar arasında üç Baltık cumhuriyeti, Estonya, Letonya ve Litvanya bağımsızlık ilan ettikten sonra SSCB bunu tanımamıştı. Henüz buna hazır değildi. Bir yandan görüşmeleri sürdürürken diğer yandan da bu ülkelerdeki duruma darbe girişimleri ve askerî operasyonlarla müdahale etmeye çalıştılar ama direniş karşında geri çekildikleri gibi, Batı ülkelerinin bu bağımsızlıkları tanıması karşısında çaresiz kaldılar. Bu süreçte Gorbaçev’e Nobel barış ödülü verilmiş ve perestoroyka serbest piyasaya geçişin hızlandırılmasıyla sürdürülmeye çalışılmıştır ama, söz konusu günlerde siyaset öne çıkmış, ekonomiye kulak asan pek kimse kalmamıştı.
1991’de üç Baltık ülkesi ve Gürcistan’ın bağımsızlık ilanından sonra, diğerleri de onları izledi. Bu dağılma sürecini askerî darbeyle durdurma yolunda beyhude gayret sırası, şimdi Rusya’daki bir grubun eline kalmıştı. Ne var ki dağılmayı önlemek bir yana, Ağustos ayında bu grubun yarattığı kriz tam tersine kopmaları hızlandırdı ve hemen ertesinde bağımsızlık ilanları resmî hale getirildi. Darbenin bastırılmasıyla, 15 devletin egemenliğinin resmen tanınması önünde bir engel kalmadı. 1991 sonunda SSCB tarihe karışırken, Baltık ülkeleri ve Gürcistan dışında kalanlar Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) oluşturdular ama, bu, egemen devletler arasında bir işbirliği antlaşmasından ibaretti. Gürcistan bir ara katılıp sonra tekrar ayrıldı. Yeltsin ise BDT’den ayrı olarak, hiç değilse gevşek bir Slav birliği oluşturmaya çabaladı. Rusya, Belarus, Ukrayna ve Kazakistan’ın yoğun Rus nüfusa sahip Kuzey bölgesini BDT’nin ötesinde birleştirme çabaları başarılı olmadı. Öte yandan dağılma da kolay olmamıştı. Zira tüm ülkelere dağılmış Rusların ve Rus birliklerin geri çekilmesi, üslerin ve tesislerin paylaşılması, yeni orduların yaratılması, her ülkede kalan azınlıkların durumu, Kırım ve Donetz’in tartışmalı toprakları gibi sayısız sorun ortaya çıktı ve bunlar günümüzde de bu ülkeleri sarsmaya devam ediyor.
ANALİZ
SİSTEM NEDEN-NASIL YIKILDI?
Savaşta, sürgünde, angaryada milyonlarca kişi can verdi…
Stalin dönemi katliamlarından ekonomik baskılara, silahlanma yarışından kapalı toplum yapısına…
Hiç kuşku yok ki en temeldeki neden, Çarlık Rusya’sı tarafından işgal ve ilhak edilen ülkelerin, bunun komünistlerin eliyle devamını kabul etmemesidir. SSCB tüm halkların gönüllü birliği üzerine kurulmuş olduğunu iddia etmiş olsa da, bu saf bir propagandaydı. Bu “birlik” Kızılordu sayesinde zorla oluşturulmuştu; direniş ise hiçbir zaman sona ermemiş, açık veya kapalı biçimlerde sürmüştü. Komünistler işgal, asimilasyon, sürgün, toplu nüfus transferleri gibi yollarla Çarlık politikalarını devam ettirdiler. Örneğin Baltık ülkelerini denetlemek için buraya yerleştirilen Ruslar her zaman kanayan bir yara oldu ki, bu her ülkede belli ölçülerde vardı. Stalin, Finlandiya (ki 1941’deki savaşla bu ülkeden de Karelya’yı almıştır) ile Kars-Ardahan hariç, Çarlık döneminde ilhak edilmiş toprakların hepsini tekrar işgal etmiştir.
İkinci faktör, Gorbaçev’in glasnost ile aşılmaya çalışılan kapalı toplum meselesidir. Ülke, her zaman ağır baskı, yasaklar ve sansürle yönetilmiş, muhalif görüş sahipleri kitlesel imha veya sürgünle karşılaşmıştı. Büyük bir toplumun uzun süre bu kadar ağır baskı ve zulümle yönetilmesi olanaksızdı. Bu nedenle parti ve devlet mekanizmaları sorgulamayan, eleştirmeyen, sadece yerli-yersiz talimatları uygulayan memurcuklarla (aparatchik) dolmuştu. Keza, bu ülkede tarihî kökleri çok derin olan yabancı düşmanlığı ile sınırların kapatılması, ahalinin seyahatinin bile sınırlanması, artık bu çağda sürdürülemezdi.
Üçüncü faktör, ekonomik başarısızlıktır. Endüstrileşme için birikim, işçi sınıfına çok az ücret verilmesi ve köylülerin elindeki ürüne zorla el konulması pahasına gerçekleşmişti. Sayısı asla bilinmeyecek kadar köylü, tüccar, işletme sahibi ve okumuş insan kolektifleştirme sırasında öldürülmüş veya açlıktan hayatını yitirmiştir. Bunun etnik temizlikle birleştirilmesi (örneğin Ukrayna’daki Holomodor) bu ülkedeki yarayı kapatılmaz hale getirdi. Kurulan devlet işletmeleri ve kolektif çiftliklerde verimlilik son derece düşük kalmış, bunun sonucunda tüketime arz edilen ürün miktarı ve çeşidi çok sınırlı kalmıştır. Ayrıca hizmet sektörünün ihmal edilmesi de hayat kalitesini düşüren çok temel bir etkendi. Uzun çalışma saatlerinden sonra lahanadan başka mal kalmamış olan dükkanlarda sıraya giren insanlar mutlu olamazdı. Bol olan tek şey, alkolizmi yaygınlaştıran içki arzıydı.
Dördüncü faktör silahlanma ve uzay yarışına ayrılan dev fonlardır. Depolarda ve limanlarda çürüyen on binlerce uçak, tank, gemi ve füze yerine biraz daha azı yapılsa, hatta her yıl hiç değilse bir-iki nükleer denizaltı ve geminin parası halkın refahı için harcansa, insanlar biraz daha mutlu olabilirdi. Her alanda kapitalist ülkeleri geçme iddiası, ancak daha özgür, mutlu ve şevkli bir ahaliyle başarılabilirdi. Kaldı ki, örmeğin bilim alanında Lysenko gibi sözde materyalist bilim sahtekarları nedeniyle Vavilov gibi gerçek âlimlerin öldürülmesi ülkeye sonsuz zararlar vermiştir.
Beşinci faktör, planlamanın sorunlarının teknik olarak çözülmemiş olmasıdır. Böylece sürekli yanlış kaynak tahsisi yapılmış, tüketim ve yatırım sektörleri arasında dengeler oluşturulamamış, verim artırılamamıştır. 1970’lerde Sovyet sanayisi aynı üretim için gelişmiş ülkelerden en az iki kat daha fazla işgücü ve enerji kullanıyor, ayrıca ekolojik felaketler de birbirini izliyordu.
Nüfus meselesi de altıncı faktördür. 1. Dünya Savaşı ve onu izleyen uzun içsavaş sırasında milyonlarca insan yokolmuş, bunu zorla kolektifleştirme ve parti temizlikleri ile muhaliflerin yokedilmesi sırasında öldürülen kitleler izlemişti. Nihayet 2. Dünya Savaşı sırasında yapılan büyük hataların kayıpları artırması nedeniyle, dört yılda 26 milyon insan yitirilmiştir. Sayısız milyonlar da sürgünde, çalışma kamplarında ve angaryada hayatını kaybetmiştir. Bu konuda araştırma yapanlar saçlarını başlarını yolar, çünkü gerçek rakama ulaşmak mümkün değildir. Belki biraz yaklaşan tahminler yapılabilir. Her halükarda 1914 ile Stalin’in ölümü arasındaki 39 yıldaki insan kaybı 40 ila 50 milyon arasındadır; muhtemelen 50’ye yaklaşmış veya az aşmıştır. Ahalisi bu kadar ezilen bir sistemin bu kadar ayakta kalması bile mucizedir. Gerçi, Bolşeviklerin 1917’den sonra ülkeyi ayakta tutacak yegane güç oldukları yaygın kabul görür; ancak bu doğru olsa bile, dağılmayı sadece bir süre, yani 74 yıl için ertelemiş oldular.
Nihayet yedinci faktör olarak bu dağılma sürecinde dış ilişkilerin rolünden de söz etmek gerekir. Stalin yıllarında Komünist Enternasyonal’in tamamen Rus çıkarlarının bir aracı olması, bu ülkenin ilk yıllarında görülen uluslararası dayanışma ve yardımlaşmayı yıkmıştır. Ayrıca, başta Çin olmak üzere diğer ülkelerle ilişkiler çok sorunluydu. İşgal ettikleri ülkelerle kurdukları Varşova Paktı da faydasından daha fazla yük getirmekteydi. Batılı güçler bu ülkelerdeki muhalefeti her yolla destekleyerek SSCB’yi sıkıştırdılar, Soğuk Savaş’ı yitirmesinin koşullarını oluşturdular. Bu arada yumuşamayı da aynı amaçla kullandılar. 1973’te başlayan Helsinki Görüşmeleri ve bunu izleyen antlaşmalar, SSCB tarafından mevcut statünün kabulü için bir fırsat olarak görülmüş ve çok istenmişti. Bu antlaşmalarda öngörülen ve güvenlik şartlarına ek olarak Batı’nın ısrar ettiği özgürleşme, işbirliği, insan hakları konuları, Doğu Avrupa’daki muhaliflerin biraz olsun nefes almasını sağlayarak 1989 olaylarının koşullarını olgunlaştıracaktı. Soğuk Savaş Batılıların zaferiyle biterken, sadece eski, SSCB toprakları değil, Balkanlar ve Ortadoğu’da da karışıklar artırılacak ve kanlı olaylar yaygınlaşacaktı. Yeni dünya düzeni, yeni güçleri harekete geçirmekte hiç gecikmedi.