Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun engellenemez yıkılışı

Bundan 26 yıl önce, Aralık 1991’de SSCB fiilen sona erdi. 1917 Ekim Devrimi’nden itibaren iktidarı elinde tutan komünist rejimin orak-çekiçli bayrağı indi, yerine üç renkli Rusya bayrağı çekildi. Sayısız mücadelenin bileşiminden oluşan bu muazzam sürecin kilometre taşları.

Fransız İhtilali’nin 200. yıldönümün­de, Doğu Avrupa kimilerinin dev­rim dediği bir dizi büyük değişime sahne oldu. Olup bitenlerin sadece iki yıl içerisinde SSCB’nin tarihe karışmasıyla sonuçlanacağını, 1989’da çok az kişi tah­min edebilmişti.

Doğu ve Orta Avrupa ulusları bağım­sızlıklarını kazanmaya çalışırken, diğer yandan da Rusya ve diğer Doğu Bloku ül­kelerinde reformcularla eski parti çizgi­sini savunanlar arasında adı konulmamış bir içsavaş yaşanıyordu. Muhafazakarlar Gorbaçev’in değişimlerine karşı çıkıyor, reformcular ise değişimin yeterince hızlı olmadığını ileri sürüyordu ki, ikinci ke­simin içinde birkaç yıl sonra SSCB’yi ip­tal eden kararı imza edecek olan Yeltsin de vardı. Bu mücadele 1991 Ağustos’un­da eski ekolden komünist bürokratların açık bir darbe girişimine dönüştü; ancak tarihin çarkları artık geriye dönemezdi. Darbenin bastırılmasında öne çıkan Rus­ya Federasyonu başkanı Yeltsin, Gorba­çev’in Kırım’dan Moskova’ya gelmesini sağladı. Ancak ar­tık ipler onun elindeydi. Gücü elinden kayıp giden Gorbaçev 25 Aralık 1991’de istifa etti ve Yeltsin hemen ertesi gün SSCB’nin sona erdiğini ilan etti. Moskova’da tüm yetki şimdi ona aitti (Gorbaçev’in daha sonraları “Yeltsin’in Po­litbüro’dan uzaklaşmasından sonra tekrar önemli görevlere gelmesine izin vermek en bü­yük hatalarımdan biriydi” de­diği öne sürülmüştür).

Kremlin’de dalgalanan orak-çekiçli bayrak indiri­lerek yerine üç renkli Rus­ya bayrağı çekildi. SSCB, ku­ruluşunun 69. yılında tarihe intikal ederken, komünistler de 1917 İhtilali’nin 74. yılında sahneden çekiliyordu. Sayısız mücadelenin bileşiminden oluşan bu muazzam süreci bi­raz daha geriden alalım.

1980’li yıllarda Sovyet sis­temi tüm haşmetine rağmen içten içe çürüme ve dağılma sürecine girmişti. Aksi hal­de Gorbaçev gibi reformist bir kişi Politbüro’ya giremez, bu kurumun önemli işlerini yönetemez ve Mart 1985 ta­rihinde genel sekreterliğe ge­tirilemezdi. 1964’den 1982’ye kadar parti genel sekreterliği yapmış olan Brejnev döne­minde iyice hantallaşmış olan yapı, Yuri Andropov’un iki, Konstantin Çernenko’nun sa­dece bir yıl süren yönetimle­rinde değişmediği gibi, gidişat da artan bir endişe uyandır­maktaydı. Böylece, açık farkla en genç Politbüro üyesi olan 54 yaşındaki Gorbaçev’in li­derliğinden medet umuldu. O da hiç vakit yitirmeden kolla­rı sıvadı. Önünde, son derece verimsiz bir ekonominin mo­dernizasyonu ve parti başta olmak üzere her alanda hantal bir yapı arz eden bürokrasi­yi etkin kılmak gibi çok zor iki görev vardı.

Kremlin’de kitleler Ağustos 1991’deki darbe girişiminden sonra halk sokağa dökülerek Gorbaçev’e destek verdi (üstte). Yüksek Sovyet toplantısında Gorbaçev ve Yeltsin el sıkışması yeni Rusya Federasyonu’nun habercisiydi (solda).

Ekonomideki yeniden ya­pılandırmaya “peresteroyka” adını verdi. Stalin döneminden kalma merkezî planlamayla yö­netilen ekonominin teknik ve organizasyon olarak yenileş­tirilmesi için halkın desteğine ihtiyacı vardı. Geniş kesim­leri politik olarak kazanmak için açıklık politikasını öne sürdü ki, buna da “glasnost” adı verildi. Bu iki terim derhal dünya siyasi literatürüne gir­di. Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev döneminde uç verme­ye başlayan ancak kısa süre­de durdurulan yumuşama, bu ikinci gelişinde geri dönülmez bir şekilde ülkeyi sardı. İfade ve eleştiri özgürlüğü artarken, yıllardır sansüre takılmış ki­taplar basıldı, oyunlar sahne­lenmeye başlandı. KGB bile eleştiriliyordu ama, diğer ülke­lerde olduğu gibi paçayı kolay kaptırmayacaktı.

Elbette ki tüm bu değişim­ler çok kısa sürede gerçekleş­medi. Ressamlar, müzisyenler ve diğer sanatçılar istedikleri gibi çalışmak üzere çok zorlu mücadeleleri sürdürdüler, ifade özgürlüğü hiçbir alanda kolay kazanılmadı ama Pandora’nın Kutusu bir kez açılmıştı. Her ne kadar Komünist Partisi’nin önderliği henüz sorgulanmıyor­sa da, bunu sona erdirecek güç­ler artık harekete geçmişti.

Gorbaçev’in işi kolay de­ğildi. Bugün durumun umut­suzluğu daha iyi değerlendiri­lebiliyor. Rus ordusu 1979’dan beri Afganistan’da sonu görün­meyen bir asimetrik savaş yü­rütüyor, silahlanmanın yükü, kaynaklar üzerinde büyük bas­kı yapıyordu. Ayrıca 1986’da Çernobil’deki nükleer facianın günlerce halktan gizlenmesi hiç de yerinde bir tutum olmamış, ancak radyasyonun İsveç ma­kamları tarafından keşfedilme­sinden sonra açıklama ve tahli­ye yapılmıştı. Çarlık dönemin­den Bolşeviklere geçen sansür ve kapalılık alışkanlıkları o ka­dar kısa sürede geride bırakıla­mazdı.

Ancak, bunlardan çok daha önemli bir başka husus vardı ki, o da nüfus artış hızının 1950 ile 1981 arasında % 1.8’den % 0.8’e düşmüş olmasıydı. Bu, ülke­de uzun vadede bir nüfus krizi yaşanacağına işaret ediyordu. Bebek ölüm oranı binde 25 gi­bi oldukça yüksek bir düzeyde idi. Kürtaj sayısı doğumların çok üzerinde olup, nüfus yaş­lanıyordu. Etnik Ruslar ayrıca SSCB nüfusu içerisindeki pay­larının son 30 yıl içerisinde % 55’den % 51’e düşmüş olmasın­dan da hoşnut değillerdi. Bun­lar rejimin geleceği açısından, suç oranı ve alkolizm sorunun­da çok hızlı artışla birlikte, de­rin tehlike arz ediyordu. Ülke üretmiyor, tüketmiyor ve üre­miyordu.

Glasnost kör-topal ilerle­yedursun (Stalin’in milyonlar­ca cinayeti açıkça tartışır hale gelmişti), perestroyka bir türlü başarılı olamıyordu. İşletmele­re devlet sübvansiyonu kesil­se bile üretkenlik artışı ve en azından kendisini çevirecek kadar kârlılık sağlanamıyordu. Keza tarım alanında da 50.000 kolektif işletme veya devlet iş­letmesinde, çalışanlara teşvik verilmesine ve küçük özel çift­çiliğin özendirilmesine rağmen üretim artmadı. İşletmelerin büyük bölümü zarar ediyor ve devlet fonlarıyla ayakta tutulu­yordu. Çoğu yerde bir kişilik iş için üç-dört kişiye maaş öden­mekteydi. Ortada tam bir “dev­let maaş verir gibi yapıyor, işçi­ler ve memurlar da çalışır gibi yapıyorlar” durumu vardı.

Darbe girişimi sırasında Moskova Darbe girişimi sırasında Moskova’da tanklar kol gezerken halk darbecilere direnmişti (üstte). Moskova’daki Lubyanskaya meydanında bir grup, Sovyet istihbarat örgütü Çeka’nın kurucusu Dzerjinski’nin heykelinin yıkılışını izliyor (altta).

1989’a gelindiği zaman, 1917 sonundan beri ilk kez, çok sa­yıda adayın yarıştığı seçimler yapıldı. Oy verenler 2.250 üyesi olan Halk Temsilcileri Kong­resi’ni seçti, onlar da 542 üye­li yasama organı olan Yüksek Sovyet’i oluşturdular. Ayrıca, beş yıl için seçilen bir başkan olacaktı. Bu seçimin niteliği, rekabete rağmen tartışmalıy­dı; çünkü sandalyelerin üçte bi­ri parti ve bağlı kuruluşlar için ayrılmıştı. Buna rağmen yeni muhalefet partileri, resmen ol­masa da fiilen oluşmaya baş­ladı.

1990’da Gorbaçev, Batı’da­ki yetkili başkanlık modeline yakın bir statüyü kabul ettirdi. İşler bu safhaya geldiğinde çok önemli bir değişiklik daha orta­ya çıkmaktaydı. Devletin parti­ye üstünlüğü öne çıkmakta ve kabul edilmekteydi. Ne var ki her büyük kriz döneminin ge­nel özellikleri, SSCB’de de orta­ya çıktı. Yapılanlar ve yapılma­yanlar kimseyi tatmin etmiyor, ülke bölünüyordu. Reformları çok yavaş bulanlar ile çok aşı­rı bulanlar giderek daha kızgın tartışmalara girdiler. Ama bu­nun ötesinde, 200’e yakın etnik ve dinî gruptan oluşan ülkede özerklik ve bağımsızlık iste­yenler seslerini yükseltiyor, es­ki düşmanlıklar canlanıyordu. Azeriler ve Ermeniler toprak savaşına başlarken, Gürcistan ve diğer Kafkasya toplulukları arasında da çatışmalar yüksel­di. Baltık ülkeleri bağımsızlık hareketlerine giriştiler. Böyle bir ortamda reformların yürü­tülmesi çok daha zor hale geldi. Ve işte, tam da bu dönemde Do­ğu Avrupa ülkelerinde bir dizi büyük siyasi değişim veya baş­ka bir deyişle “devrim” patlak verdi (Hangi terimin kullanıla­cağı nihayetinde bir tanım me­selesidir).

Parti ve devlet reformu, ekonomik değişim için başarı­sız çabalar, siyasi muhalefetin açık hale gelmesi, 64 bin kayıp verilen Afganistan işgalinin sona erdirilme çabaları, etnik çatışmalar ve bağımsızlık ha­reketleri ile Doğu Avrupa’daki olayların hepsi üstüste gelince, hâlâ çok verimsiz olan bir sis­temin tüm bunlarla aynı an­da başa çıkması imkansız hale geldi. Çöküşün koşulları ortaya çıkmıştı. Şimdi bağımsızlık ha­reketleriyle birlikte, dış olayla­ra bir göz atalım.

SSCB’nin 15 Temmuz’u Moskova’da kalabalık grupların darbe girişimi sırasında askerî araçların Kızıl Meydan’a ilerleyişini durdurması 15 Temmuz ile benzer manzaralar meydana getirmişti.

Glasnost ile başlayan mu­halefet hareketleri önce Rusya’da yükselmiş, bu Doğu Avru­pa’daki gelişmeleri tetiklemişti. Ruslar kendi basın özgürlükle­rini genişletirken, diğer ülke­lerin 2. Dünya Savaşı sonra­sından kalan Stalinci parti şef­lerinin sansürüne tâbi şekilde yaşamaları elbet kabul göre­mezdi. İlginçtir, bu kez de Doğu Avrupa’daki olaylar ters yön­de etki yaparak Rusya’yı daha derinden sarsacaktı. Pandül “doğu-batı-doğu” diye sallandı, sallanırken de dünyayı sarstı.

Estonya’da ve Kazakistan’da huzursuzluk daha 1986-87’de ortaya çıkmaya başlamıştı. Kısa süre içinde tüm Baltık ülkeleri bağımsızlık hazırlığına başladı. 1988 Şubatı ile 1989 Ağustos’u arasında Kafkasya, Ukrayna, Baltık ülkeleri ve Moldavya’da olaylar yükseldi. Aynı dönemde Doğu Ukrayna, Batı Sibirya ve Kuzey Kafkasya’da çok yaygın madenci grevleri görüldü. Hazi­ran 1989’da Fergana vadisinde Özbekler, Stalin’in buraya sür­düğü Mesket Türklerine saldı­rıp 115’den fazla kişiyi öldür­dü. Karadeniz çevresinde ise Abhazlar Gürcülerle, Kazaklar da Lezginler (veya Lezgiler) ile çatışmaya başladılar. İşler gün be gün kontrolden çıkıyordu. Doğu Avrupa daha fazla daya­namazdı.

SSCB’nin kaderinin belirlendiği yıllar Darbe girişimi sırasında Rusya devlet başkanı Boris Yeltsin hükümet binasının önünde halkı darbeye karşı genel greve çağırmakta (üstte). 1990’da Moskova’da ilk McDonalds açıldığı gün Moskova’daki restoranı otuz bin kişinin ziyaret etmesi Sovyet Ekonomosi’nin sona erdiğini simgeleyen fotoğraflardandı (altta).

1980’leri yaşayanlar Polon­ya’da Lech Walessa ve Daya­nışma Hareketi muhalefeti­ni çok iyi hatırlar. 1970’lerde reformcu Edmund Gierek’in zamanında gelişen bu hareket, Rusya’nın Polonya üzerinde­ki ağır baskısıyla sona erdiril­mişti. Gierek’in yerine parti ve hükümet lideri olarak General Jaruzelski getirildi. Gösteriler ve grevler yasaklandı, Wale­sa tutuklandı. Fakat küskün bir işçi sınıfıyla sorunları çözeme­yeceğini gören Jaruzelski, işçi liderlerini serbest bırakıp sıkı­yönetimi kaldırdı. Ancak 1985- 89 arasında direniş giderek arttı ve nihayet Dayanışma’ya seçimlere katılma izni veril­di. Komünistlere gene konten­jan ayrılmıştı ama 40 yıldır ilk kez yapılan serbest seçimler­de Dayanışma, rakiplerini silip süpürdü. Geçmişinden kopmak isteyen Polonya Komünist Par­tisi dağılırken, Batı tipi bir sos­yalist partiye dönüştü.

Polonya, barışçı bir şekil­de sistemden çıkmıştı. Polon­ya’dan sonra Macaristan da ha­rekete geçti ve 1989 Eylül’ünde Batı ile sınırını açarak değişime katıldı. Akabinde Doğu Alman­ya’daki büyük değişim başladı. Onlar da kapıları açtılar ve ser­bestlik olunca Batı’ya ilticanın azalacağını düşündüler. Ne var ki, 1989/90 kışında yarım mil­yondan fazla kişi Batı’ya kaçtı ve ülke hızla boşalırken yıl so­nuna doğru Berlin Duvarı açıl­dı. 2.4 milyon üyesi olan Doğu Alman Komünist Partisi de hız­la çözüldü. Arkasından ABD ve SSCB, savaş sonrası sınırla­rının değişmeyeceği garantisi şartıyla iki Almanya’nın birleş­mesine muvaffakat ettiler.

1989’un değişim fırtınala­rında Çekoslovakya’nın özel bir yeri vardır. 1968’deki halk ayak­lanmasının Varşova Paktı ordu­ları tarafından işgalle bastırıl­masından 21 yıl sonra Prag’da gösteriler o kadar etkiliydi ki, genel grev karşısında çaresiz olduklarını anlayan parti ve hü­kümet yetkilileri derhal istifa ettiler. 68’in kahramanı Dub­çek, yeni başbakanın yanında halkın karşısına çıkarak, onun özgürlük vaatlerini destekle­di. Gorbaçev de ülkedeki Rus askerlerini çekmeyi kabul et­ti. Muhalif yazar Vaclav Havel geçici başkan olurken, bir ülke daha eski sistemi yıkmış oldu. Tüm bunlar kan dökülmeden, sadece muhalefetin ezici güç gösterisi sayesinde gerçekleşti.

Benzer bir değişim, halkın tek parti diktatörlüğüne artık tek bir gün dahi dayanmak is­temediği Bulgaristan’da tekrar­landı. 1954’den beri iktidarda olan Todor Jivkov’un Kasım ayında görevden alınması üze­rine yönetime getirilen Peter Mladenov, 11 Aralık 1989 tari­hinde Komünist Parti’nin artık iktidarda olmadığını açıkladı. Bu karar bir ay sonra parla­mento tarafından onaylana­caktı ama, ahalinin kızgınlığı çabuk geçmemiş olacak ki 1990 yazında kızgın bir grup Komü­nist Parti binasını ateşe verdi.

Sovyet rejiminde yumuşama dönemi Ekonomide açıklık anlamına gelen ve Sovyet rejiminin yumuşatıldığı Perestroyka döneminde yasaklı tüm kitaplar yeniden basıldı (sağda). Bu dönemde popülerleşen çocuk diplomasisiyle 1988’de Los Angeles’tan 9 yaşındaki bir öğrenci Rusya’ya barış mesajı getirdi (üstte).

1989 Aralık ayına gelindi­ğinde, Doğu Avrupa’da Çavu­şesku’nun Romanya’sından başka diktatörlük kalmamıştı. Tüm bu olaylar olurken ikti­dardakiler durumu adeta uzak­tan seyretmişlerdi. Ne var ülke için için kaynıyordu ve yılın son günlerinde olaylar aniden patlak verdi. Ordu, hüküme­tin “halka ateş” emrine uyma­dı. Çavuşesku’nun özel muha­fızları devreye girdi ve yüzler­ce kişinin öldürüldüğü şiddet eylemlerine girişildi. Bunun üzerine ordu da Çavuşesku’nun muhafızlarına hücum ederek onları dağıttı. Çatışmalar sü­rerken Bükreş’ten kaçan dik­tatör yakalanarak “ayaküstü mahkemesi”nde ölüme mah­kum edildi. Noel günü karısıyla birlikte kurşuna dizildi. Böyle­ce Doğu Avrupa’daki son dikta­törlük de tarihe karışmış oldu. Şimdi tarihin pandülü tekrar SSCB’ye doğru sallanacak ve oradaki işini tamamlayacaktı.

1990 ve 1991’de SSCB’yi oluşturan tüm cumhuriyet­ler durumu görmüş ve dağılma sonrasındaki bağımsızlık için hazırlanmaya başlamışlardı. Bunlar arasında üç Baltık cum­huriyeti, Estonya, Letonya ve Litvanya bağımsızlık ilan ettik­ten sonra SSCB bunu tanıma­mıştı. Henüz buna hazır değildi. Bir yandan görüşmeleri sürdü­rürken diğer yandan da bu ülke­lerdeki duruma darbe girişim­leri ve askerî operasyonlarla müdahale etmeye çalıştılar ama direniş karşında geri çekildikleri gibi, Batı ül­kelerinin bu bağımsız­lıkları tanıması karşı­sında çaresiz kaldılar. Bu süreçte Gorbaçev’e Nobel barış ödülü veril­miş ve perestoroyka ser­best piyasaya geçişin hız­landırılmasıyla sürdürül­meye çalışılmıştır ama, söz konusu günlerde siyaset öne çıkmış, ekonomiye kulak asan pek kimse kalmamıştı.

1991’de üç Baltık ülkesi ve Gürcistan’ın bağımsızlık ila­nından sonra, diğerleri de on­ları izledi. Bu dağılma süreci­ni askerî darbeyle durdurma yolunda beyhude gayret sırası, şimdi Rusya’daki bir grubun eline kalmıştı. Ne var ki dağıl­mayı önlemek bir yana, Ağus­tos ayında bu grubun yarattı­ğı kriz tam tersine kopmaları hızlandırdı ve hemen ertesinde bağımsızlık ilanları resmî hale getirildi. Darbenin bastırılma­sıyla, 15 devletin egemenliğinin resmen tanınması önünde bir engel kalmadı. 1991 sonunda SSCB tarihe karışırken, Baltık ülkeleri ve Gürcistan dışın­da kalanlar Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) oluşturdu­lar ama, bu, egemen devletler arasında bir işbirliği antlaşma­sından ibaretti. Gürcistan bir ara katılıp sonra tekrar ayrıldı. Yeltsin ise BDT’den ayrı ola­rak, hiç değilse gevşek bir Slav birliği oluşturmaya çabaladı. Rusya, Belarus, Ukrayna ve Ka­zakistan’ın yoğun Rus nüfusa sahip Kuzey bölgesini BDT’nin ötesinde birleştirme çabaları başarılı olmadı. Öte yandan da­ğılma da kolay olmamıştı. Zira tüm ülkelere dağılmış Rusların ve Rus birliklerin geri çekilme­si, üslerin ve tesislerin paylaşıl­ması, yeni orduların yaratılma­sı, her ülkede kalan azınlıkla­rın durumu, Kırım ve Donetz’in tartışmalı toprakları gibi sayı­sız sorun ortaya çıktı ve bunlar günümüzde de bu ülkeleri sars­maya devam ediyor.

ANALİZ

SİSTEM NEDEN-NASIL YIKILDI?

Savaşta, sürgünde, angaryada milyonlarca kişi can verdi…

Stalin dönemi katliamlarından ekonomik baskılara, silahlanma yarışından kapalı toplum yapısına…

Hiç kuşku yok ki en temel­deki neden, Çarlık Rusya’sı tarafından işgal ve ilhak edilen ülkelerin, bunun komünistlerin eliyle devamını kabul etmeme­sidir. SSCB tüm halkların gönüllü birliği üzerine kurulmuş olduğunu iddia etmiş olsa da, bu saf bir pro­pagandaydı. Bu “birlik” Kızılordu sayesinde zorla oluşturulmuştu; direniş ise hiçbir zaman sona ermemiş, açık veya kapalı bi­çimlerde sürmüştü. Komünistler işgal, asimilasyon, sürgün, toplu nüfus transferleri gibi yollarla Çarlık politikalarını devam ettir­diler. Örneğin Baltık ülkelerini denetlemek için buraya yer­leştirilen Ruslar her zaman kanayan bir yara oldu ki, bu her ülkede belli ölçülerde vardı. Stalin, Finlandiya (ki 1941’deki savaşla bu ülkeden de Karelya’yı almıştır) ile Kars-Ardahan hariç, Çarlık döneminde ilhak edilmiş top­rakların hepsini tekrar işgal etmiştir.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı image-278.jpg

İkinci faktör, Gor­baçev’in glasnost ile aşılmaya çalışılan kapalı toplum mesele­sidir. Ülke, her zaman ağır baskı, yasaklar ve sansürle yönetilmiş, muhalif görüş sahipleri kitlesel imha veya sürgünle karşılaşmıştı. Büyük bir toplumun uzun süre bu kadar ağır baskı ve zulümle yöne­tilmesi olanaksızdı. Bu nedenle parti ve devlet mekanizmaları sorgulamayan, eleştirmeyen, sadece yerli-yersiz talimatları uygulayan memurcuklarla (apa­ratchik) dolmuştu. Keza, bu ül­kede tarihî kökleri çok derin olan yabancı düşmanlığı ile sınırların kapatılması, ahalinin seyahatinin bile sınırlanması, artık bu çağda sürdürülemezdi.

Üçüncü faktör, ekonomik başarısızlıktır. Endüstrileşme için birikim, işçi sınıfına çok az ücret verilmesi ve köylülerin elindeki ürüne zorla el konulması pahasına gerçekleşmişti. Sayısı asla bilinmeyecek kadar köylü, tüccar, işletme sahibi ve okumuş insan kolektifleştirme sırasın­da öldürülmüş veya açlıktan hayatını yitirmiştir. Bunun etnik temizlikle birleştirilmesi (örneğin Ukrayna’daki Holomodor) bu ülkedeki yarayı kapatılmaz hale getirdi. Kurulan devlet işletmeleri ve kolektif çiftliklerde verimlilik son derece düşük kalmış, bunun sonucunda tüketime arz edilen ürün miktarı ve çeşidi çok sınırlı kalmıştır. Ayrıca hizmet sektörünün ihmal edilmesi de hayat kalitesini düşüren çok temel bir etkendi. Uzun çalışma saatlerinden sonra la­hanadan başka mal kalmamış olan dükkanlarda sıraya giren insanlar mutlu olamazdı. Bol olan tek şey, alkolizmi yaygınlaştıran içki arzıydı.

Dördüncü faktör silahlanma ve uzay yarışına ayrılan dev fonlardır. Depolarda ve limanlarda çürüyen on binlerce uçak, tank, gemi ve füze yerine biraz daha azı yapılsa, hatta her yıl hiç değilse bir-iki nükleer denizaltı ve geminin parası halkın refahı için harcansa, insanlar biraz daha mutlu olabilirdi. Her alanda kapitalist ülkeleri geçme iddiası, ancak daha özgür, mutlu ve şevkli bir ahaliyle başarılabilirdi. Kaldı ki, örmeğin bilim alanında Lysen­ko gibi sözde materyalist bilim sahtekarları nedeniyle Vavilov gibi gerçek âlimlerin öldürülmesi ülkeye sonsuz zararlar vermiştir.

Beşinci faktör, planlamanın sorunlarının teknik olarak çözülme­miş olmasıdır. Böylece sürekli yanlış kaynak tahsisi yapılmış, tüketim ve yatırım sektörleri arasında dengeler oluşturulamamış, verim artırılama­mıştır. 1970’lerde Sovyet sanayisi aynı üretim için gelişmiş ülkelerden en az iki kat daha fazla işgücü ve enerji kullanıyor, ayrıca ekolojik felaketler de birbirini izliyordu.

Ekonomik başarısızlık Stalin’den beri devam eden korumacı Sovyet ekonomisinde, çöküşe doğru temel tüketim mallarına erişimin zorluğu yeniden ortaya çıktı. 1940’lardan beri görülmeyen ekmek kuyrukları 1991’de kendini tekrar göstermişti.

Nüfus meselesi de altıncı faktördür. 1. Dünya Savaşı ve onu izleyen uzun içsavaş sırasında milyonlarca insan yokolmuş, bunu zorla kolektifleştirme ve parti temizlikleri ile muhaliflerin yoke­dilmesi sırasında öldürülen kitleler izlemişti. Nihayet 2. Dünya Savaşı sırasında yapılan büyük hataların kayıpları artırması nedeniyle, dört yılda 26 milyon insan yitirilmiştir. Sayısız milyonlar da sürgünde, çalışma kamplarında ve angaryada hayatını kaybetmiştir. Bu konuda araştırma yapanlar saçlarını başları­nı yolar, çünkü gerçek rakama ulaş­mak mümkün değildir. Belki biraz yaklaşan tahminler yapılabilir. Her halükarda 1914 ile Stalin’in ölümü arasındaki 39 yıldaki insan kaybı 40 ila 50 milyon arasındadır; muh­temelen 50’ye yaklaşmış veya az aşmıştır. Ahalisi bu kadar ezilen bir sistemin bu kadar ayakta kalması bile mucizedir. Gerçi, Bolşeviklerin 1917’den sonra ülkeyi ayakta tu­tacak yegane güç oldukları yaygın kabul görür; ancak bu doğru olsa bile, dağılmayı sadece bir süre, yani 74 yıl için ertelemiş oldular.

Nihayet yedinci faktör olarak bu dağılma sürecinde dış ilişkilerin rolünden de söz etmek gerekir. Sta­lin yıllarında Komünist Enternasyo­nal’in tamamen Rus çıkarlarının bir aracı olması, bu ülkenin ilk yılların­da görülen uluslararası dayanışma ve yardımlaşmayı yıkmıştır. Ayrıca, başta Çin olmak üzere diğer ülkeler­le ilişkiler çok sorunluydu. İşgal et­tikleri ülkelerle kurdukları Varşova Paktı da faydasından daha fazla yük getirmekteydi. Batılı güçler bu ülke­lerdeki muhalefeti her yolla destek­leyerek SSCB’yi sıkıştırdılar, Soğuk Savaş’ı yitirmesinin koşullarını oluşturdular. Bu arada yumuşamayı da aynı amaçla kullandılar. 1973’te başlayan Helsinki Görüşmeleri ve bunu izleyen antlaşmalar, SSCB tarafından mevcut statünün kabulü için bir fırsat olarak görülmüş ve çok istenmişti. Bu antlaşmalarda öngörülen ve güvenlik şartlarına ek olarak Batı’nın ısrar ettiği özgürleş­me, işbirliği, insan hakları konuları, Doğu Avrupa’daki muhaliflerin bi­raz olsun nefes almasını sağlayarak 1989 olaylarının koşullarını olgun­laştıracaktı. Soğuk Savaş Batılıların zaferiyle biterken, sadece eski, SSCB toprakları değil, Balkanlar ve Ortadoğu’da da karışıklar artırıla­cak ve kanlı olaylar yaygınlaşacak­tı. Yeni dünya düzeni, yeni güçleri harekete geçirmekte hiç gecikmedi.

Devamını Oku

Son Haberler