Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Eşsiz Uygur vesikaları ve bozkırdaki medeniyet

Günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan Dunhuang Mağaraların ve çevresinde bulunan Türkçe vesikalar, yerleşik hayata geçiş aşamasındaki Uygurlar’la ilgili zengin bilgiler sağlıyor, içerdiği detaylı hukuki düzenlemeler ile “tipik göçebe” algısının kırılmasında da rol oynuyor. Belgeler aynı zamanda, Dil Devrimi öncülerine, Türkçeleştirme sürecinde esin kaynağı olma özelliği de taşıyor.

HATİCE ŞİRİN

Sir Aurel Stein 20. yüzyıl başlarında tarihî İpek Yolu’nun ünlü rotaları Miran ve Dunhuang ekspedisyonlarından topladığı 500 sandık civarında elyazmasını yüzlerce devenin sırtına yükledi. Bunları önce Hindistan’a, ardından da gemi ambarlarında British Library’ye getirdiğinde, ortaya çıkan verilerin Türk Dil Devrimi’nin mimarlarına esin kaynağı olacağını tahmin edemezdi.

Taklamakan Çölü’nün kumlar altındaki antik vaha kentlerinde, aynı tarihlerde başka bilim heyetleri de bölgeyi tarıyor, buldukları yazmaları ülkelerinin kütüphanelerine aktarıyordu. Bulgular arasında Runik, Soğd, Brahmi, Tibet ve Süryani harfleriyle yazılmış binlerce Eski Türkçe fragman vardı. Bunlar, milattan sonra 80’de Moğolistan’daki devletleri yıkılınca Çin’in kuzeybatısındaki Turfan havzasına göç edip orada şehir devletleri kuran Manihaist, Budist ve Hırıstiyan Uygurlar’a aitti.

Tüm bu Türkçe vesikalar; budizm ve manihaizme ait çeviriler, Aisopos masalları, İncil tercümeleri, şiirler, mektuplar, astronomi ve tıp belgeleri gibi çok geniş bir konu külliyatını kapsar. İçlerindeki ayrıntılı hukuk belgeleri, Batılı bilim insanlarını halen şaşırtmaya devam eder. Bunlar askerî birliklere verilen yemek makbuzlarından evlat edinme vesikalarına; vasiyetlerden ipotek senetlerine; tapu belgelerinden kölelik azatnamelerine kadar uzanan konuları içerir ve her birinin özel adları var dır. İçeriklerindeki titizlik, toplumun en alt tabakasındaki kişilerin bile “hak bilinci”- ne sahip olduğunu gösteren bir şikayetnamede somutlaşır: Koço şehri harabelerinde bulunan bir ötüg bitig’te (dilekçe) birinde, Pintung adlı bir Türk köle, Çinli yargıçların olduğu bir heyete efendisini şikayet eder. Efendisi, Budist keşiş olma seviyesine ulaşacak kadar kutsal kitap okuduğunda onu azat edeceğini söyler ve azatnameyi de hazırlar. Ancak “belgeyi kaybettim” deyip Pintung’u bir başkasına satma planları yapar. Üstelik de belgenin kaybından köleyi sorumlu tutar. Pintung, epeyce uzun olan dilekçesini “Beylerim, beni yüreğinizle anlayıp merhametle karar verin” diye bitirir.

Eski Uygurca senetlerde bir yük eşeğinin 10 günlük ki­ralama bedelinin ödenmeme­si veya eşeğin kaybı durumun­da dahi, kiracıya uygulanacak cezai müeyyide açıktır: Kiracı, ödemeyi yapmazsa eşeğin sa­hibine hisseli tarlasının ekim gelirlerini vermekle yüküm­lüdür. Eşeğin kaybolması du­rumundaysa ödeme, 5 yaşın­dan büyük olmayan başka bir eşekle yapılacaktır.

Vesikalardaki detaylar hay­rete şâyândır: Alınan borçların aylık faizleri kuruşu kuruşuna hesaplanır. Borçlunun kaçma­sı durumunda borçtan hangi aile üyesinin sorumlu olaca­ğı belirgindir. Sözleşmelerin hepsi en az iki tanık huzurun­da düzenlenir; tanıkların adla­rı yazılıp mühürleri basılır.

Kadim Türk kağanları, Çin, Bizans ve Sasaniler’le olan dinamik siyasi ilişkilerin ya­nısıra, 4. yüzyıldan beri kağıt ve mürekkep kullanan Soğd kültürüyle girift bir etkileşim içindeydi. Kendilerine ait bir devletleri olmayan, İpek Yolu boyunca koloniler kurup hu­kuk ve bürokrasi anlayışlarını, yazı ve kültürlerini bu koloni­ler vasıtasıyla yaygınlaştıran Soğdlar’a, ilk Türk kağanlı­ğından itibaren devlet kade­mesinde meşru idari roller verilmişti. Yetenekli Soğd bü­rokratlar hem ticaret anlaş­malarına hem de barış ortamı sağlanmasına aracılık ediyor­lardı.

İpek Yolu’nda bir kaşif Sir Aurel Stein (ortada köpekli olan), araştırma ekibi ve Yolcu Bey adlı köpeğiyle Turfan’da… (British Museum arşivi)

Türk elitleri, dilleri Erken İç Asya’nın lingua franca’sı olan Soğdlar’ın alfabelerine ve inanç sistemlerine kucak aç­mışlar; ilk yazıtlarını Budist armoniyle Soğdca ve Brahmi harfleriyle Moğolca yazdır­tacak kadar çoğulcu olmayı başarmışlardı. Böylece, içle­rinden, “otlak ve su peşinde koşan tipik göçebeler” stere­otipini kırıp yerleşik dünyaya hızla uyum sağlayan büyük bir kitle ortaya çıktı. Tokuz Oguz­lar arasından çıkan bu kitle, daha Moğolistan’daki çağla­rında kent yaşamının provala­rını yapan Uygurlar’dı.

Runik harflerle kağıda yazılmış Eski Türkçe fal kitabı Irk Bitig’den bir fragman, British Museum…

Uygurlar döneminde va­ha kentlerindeki refah düzeyi, ipek, at, yeşim taşı, baharat, kürk ve diğer ürünlerden el­de edilen gelirle Avrupa liman kentleriyle kıyaslanamayacak ölçüde üst düzeye erişmişti. Bunu Çinli elçi Wang Yan-de, 10. yüzyıl sonundaki üç yıl­lık Uygur seyahatinin rapor­larında somutlaştırır: Uygur­lar yemeklerini altın ve gümüş kaplarda yiyor; samur kürkü, ipek ve keten giysiler giyiyor­du. Koyunlarını Kıtaylar’a, sığırlarını Tatarlar’a güttüre­cek kadar zenginleşmişlerdi. Geceleri kopuz çalıp piyesler sahnelerken kımız içip sarhoş oluyorlar ve 100 yaşının üstü­ne kadar yaşıyorlardı.

Budist tüccarlar gittikleri her yere ve döndükleri şehirlerine maldan daha önemli olan bir şey daha taşımışlardı: Bilgi. Bunun göz kamaştıran semeresi, mez­kur vaha kentlerinin kumları al­tından ve Bin Buda diye de bili­nen Dunhuang mağaralarından çıkıp Batı dünyasına ulaştı.

Devamını Oku

Son Haberler