Geçen ay medyaya düşen görüntüler, Kudüs’e giden Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un, Ste. Anne Kilisesi’ne girmeye çalışan İsrail askerlerine bağırıp çağırmasını dünyaya duyurdu. Aynı problem 1996’da Cumhurbaşkanı Chirac’ın ziyareti sırasında da yaşanmıştı. Ancak esas problem, Sultan Abdülaziz devrinde Osmanlı yönetimindeki şehirde bulunan ve Selahaddin Medresesi adını alan yapının, Fransız toprağı sayılarak Fransızlara verilmesiydi!
Kudüs, Hz. Ömer tarafından 638’de fethedildikten sonra, 1096’daki ilk Haçlı Seferi’ne kadar 458 yıl Müslümanların egemenliğindeydi. Türkler de 1071’de Malazgirt’te Bizans kuvvetlerini bozguna uğrattıktan dört yıl sonra Bizans’ın burnunun dibindeki İznik’i ele geçirip Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti yaptılar.
Asırlardır Hıristiyanlık içinde liderlik mücadelesi yürüten Doğu Roma’nın İstanbul Patrikliği ile Batı Roma’nın Vatikan Papalığı 1054’te kesin olarak ayrıldı. Bizans’ın güçsüz düştüğü ve giderek mevzi kaybettiği yıllarda Kudüs’ü, Hıristiyanlığın kutsal topraklarını ve Doğu’daki din kardeşlerini Türklerin-Müslümanların elinden kurtarma adına ortaya çıkan Haçlı Seferleri’nin isim babası Franklardı.
Papa 2. Urban’ın 1095’in Kasım ayındaki Haçlı Seferi çağrısı üzerine keşiş Pierre l’Ermite’in vaazları 10 binlerce insanı yola döktü ve 1096’da Franklar, Normanlar, Cermenler, Anglo-Saksonlar ve diğer Avrupa uluslarının Doğu’ya hücumu başladı. Haçlıların 1099’da Kudüs’ü ele geçirip kurdukları Kudüs Krallığı 1187’de Selahaddin Eyyûbî tarafından yıkılsa da, Urfa, Antakya, Trablus devletleri ayaktaydı. Uzun mücadeleler sonucu Haçlıların 1291’de ellerinde tuttukları son kale olan Akka’nın da teslim olmasıyla, Doğu Akdeniz’deki Haçlı egemenliği ortadan kalktı. Sonrasında yine Müslüman devletlerin elinde kalan Kudüs 1517’den itibaren Osmanlıların egemenliği altına girdi.
Fransızların kutsal topraklarına olan hasreti, tarihsel kolektif hafızalarından hiç silinmedi ama 1291’den 1914’e kadar hacı olmak ve ticaret yapmaktan öte askerî gayelerle buralara gelemediler. Yine de diplomasi sahasında galebe çalmak için Osmanlılara ellerinden gelen tüm baskıyı uyguladılar. 18. yüzyıl ve sonrasında Avrupa’da Türklerin her gerilemesinde, Hıristiyan din kardeşleri üzerinde himaye iddialarını, kutsal yerlere yönelik tasavvurlarını antlaşma maddelerine geçirdiler.
Kudüs tavizi
1856’da Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Fransa’nın yardımıyla Rusya’yı Kırım’da dize getirmesi, Kudüs bölgesinde çeşitli tavizler vermesini gerektirdi. Normalde gerçekleşmesine asla izin vermeyecekleri şekilde asırlardır İslâm’a mâlolmuş kimi dinî mekanlardaki egemenlik ve mülkiyet haklarını o dönemki müttefiklerine devrettiler. Fransızların Haçlı Seferleri sırasında inşa ettikleri Kudüs’teki Ste. Anne Kilisesi de bunlardan biriydi.
Selahaddin Eyyûbî Kudüs’ü ele geçirdikten sonra burayı bir külliye haline getirmiş, zengin vakıflar tahsis etmişti. Osmanlılar zamanında bu vakıflar daha da zenginleştirildi. Aradan asırlar geçse de Fransızlar bu kiliseyi unutmadılar ve geri almanın fırsatını kolladılar.
Kudüs, tarihî önemine binaen müstakil mutasarrıflık sistemiyle ve doğrudan doğruya Babıâli’den idare edilen bir Osmanlı toprağıydı. Merkezden gönderilen mutasarrıflar Babıâli’ye danışmadan dış politika manevralarına giremezdi. Her tayin edilen mutasarrıf Kudüs’e ilk geldiğinde, Fransız konsolosları Selahaddin Medresesi’nin harabe hâlde olduğunu belirterek buranın kendilerine verilmesini talep ederlerdi.
Oysa burası her haliyle sağlam ve vakıfları işlek, mütevellileri işin başında mamur bir müesseseydi. Mutasarrıflar konsolosların aksine binanın sağlam ve faaliyette olduğunu bildirerek Fransızların taleplerini Bâbıâli’ye havale ederlerdi. Gönderilen bilgiye nazaran Fransızların talepleri yerine getirilmez, onlar da bir sonraki mutasarrıfı beklerlerdi. Ahmed Cevdet Paşa’nın Tezakir adlı eseri, Fransızların yıllarca talep ettikleri halde alamadıkları bu kilisenin nasıl bir düzenbazlıkla tekrar Fransızlara verildiğini ifşa ediyor.
‘Fransızlı’ Kâmil Paşa
Cevdet Paşa’ya göre, en sonunda Fransızlar baktılar ki böyle olmayacak, dedesinden babasına kadar Osmanlılara hizmet etmiş Kâmilîzade ailesinden İsmail Kâmil adında bir kaymakam buldular; onu parlatıp, cilalayıp, himaye edip, “Beylerbeyi” unvanı verilerek Kudüs Mutasarrıfı olmasını sağladılar.
Cevdet Paşa’nın tam bir “Fransızlı” olmuştu dediği Kâmil Paşa, ilk iş olarak Fransızların Ste. Anne Kilisesi talebini “kilisenin harabe olduğu” raporuyla Bâbıâli’ye havale etti. Bâbıâli bu rapor uyarınca gereken izinleri verdi ve 1856’da Sultan Abdülmecid’in de onayıyla Selahaddin Eyyûbî Medresesi Fransızlara verilerek tekrar Ste. Anne Kilisesi hâline geldi.
Cevdet Paşa’ya göre bu durum sadece İsmail Kâmil Paşa’nın Fransızperestliği yüzünden olmuştu. “Nazırların, sadrazam ve padişahın elinden bir şey gelmezdi” diyerek işin sorumluluğunu İsmail Kâmil Paşa’ya yıkıvermiştir. Kudüs’ün yerli ahalisinin şikayet mektuplarıyla İstanbul yönetimi durumun vehametini anladı ve ardından İsmail Kâmil Paşa hemen azledildi. Ömrünün sonuna kadar bir daha kendisine mutasarrıflık yaptırılmadı.
Cevdet Paşa’ya göre üyesi bulunduğu Osmanlı yönetici sınıfı pir ü pak temizdir ama “o Kâmil Paşa yok mu, bütün olumsuzluklar onun başının altından çıktı” diyerek sorumlu devlet erkânından eleştiri oklarını uzaklaştırır. Aslına bakarsanız Kâmil Paşa da bir köşede terkedilmemiştir. Kudüs’ten Urfa mutasarrıflığına tayin edilmiş ve daha 13 yıl devlet hizmetinde bulunup, Canik (Samsun), Karesi (Balıkesir) mutasarrıflığından emekli olmuştur.
O zamandan bugüne Fransızların mülkiyetinde olan Ste. Anne kilisesi, İsrail’in buradaki otoritesinin tanınmadığını ifade edebilmek için kullanılan önemli bir politik simgedir. 1996’da Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın ve geçen ay şimdiki cumhurbaşkanı Macron’un Kudüs ziyaretinde Ste. Anne Kilisesi’ne girmeleri yasak olduğu halde girmeye çalışan İsrail polislerine bağırıp çağırmasının arkaplanı budur: “Kurallara saygı duyun, bu kurallar yüzyıllardır yürürlükte ve cumhurbaşkanları ile değişmezler”.