İstanbul-Cerrahpaşa semtindeki Bulgur Palas, en az 100 yıllık geçmişiyle yakın mimari tarihimizin ve kent hafızamızın en önemli eserlerinden biri. Binayı yaptıran ilk sahibi, İttihat-Terakki Bolu milletvekili Mehmed Habib Bey. Tahıl ve bulgur ticaretinden servet edinen Habib Bey’in erken ölümü sonrası Osmanlı Bankası’na devredilen yapı, geçen ay İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından satın alındı. Bilgi-belge merkezi, arşiv, kütüphane, sergi salonu ve kafe olarak hizmet verecek.
İstanbul’daki ilginç yapılardan biri de “7 tepe”den biri olarak kabul edilen Cerrahpaşa semtindeki Bulgur Palas’tır. Yapının hemen yanıbaşında, bir ucu Cerrah Mehmed Paşa Camii’ne uzanan eski bir Osmanlı mahallesi yer alır. Diğer ucunda ise yine kadim muhitlerden biri konumundaki Cambaziye Mahallesi ve camisi bulunur.
Bu mahalle aynı zamanda İstanbul’un en güzel çeşmelerinden biri olan Keçecizade Kazım Bey çeşmesine de evsahipliği yapar. Caminin haziresinde bu köklü aileden pek çok isim son uykularına çekilmişlerdir. Camiye 100 metre mesafede ise sizi 5. yüzyıldan kalma Arcadius Sütunu’nun kaidesi; az daha ilerde 4. Murad’ın eniştesi ve sadrazamı Bayram Paşa’nın külliyesi ve muhite adını veren Haseki Hürrem Sultan’ın Mimar Sinan elinden çıkma camisi karşılar.
Tarihî Bulgur Palas, Nisan’ın son günlerinde İBB tarafından satın alındı. Başkan Ekrem İmamoğlu yapının kültürel amaçlı kullanılacağını ve İstanbulluların hizmetine sunulacağını ifade etti.
Bulgur Palas, ismini 1. Dünya Savaşı günlerinden alır. Bu dönemde İttihat Terakki Cemiyeti’nden Bolu milletvekili olan Mehmed Habib Bey, tahıl ve bulgur tekelinden büyük bir servet elde etmiş ve kazandığı parayla halk arasında biraz da ironik biçimde “Bulgur Palas” olarak anılan yapıyı inşa ettirmişti. Bulgur Palas, bu durumun etkisiyle çevre halkının pek sempati duymadığı bir bina olarak tanınmış; hakkında çeşitli hikayeler üretilmiş; perili bir yapı olduğundan dem vurulmuş. Yine Habib Bey’in köşkün güney tarafından Marmara Denizi’ne kadar olan sahada bir kanal açtırmayı tasarladığı, böylelikle de köşküne deniz yolu ile de ulaşmayı amaçladığı söylenmiş (Son rivayet her ne kadar uçuk-kaçık olsa da, yeri gelmişken hemen belirtelim ki Heybeliada için de buna benzer bir anlatı vardır. Mısır’daki hıdiv ailesinden gelen Abbas Halim Paşa’nın adadaki köşküne benzer bir kanal açtırmayı planladığı söylenir).
Bolu mebusu Mehmed Habib Bey 1878 doğumlu ve şehrin köklü ailelerinden birine 20. yüzyıl başlarında Harbiye Mektebi’nden topçu subayı olarak mezun olmuş ve sonrasında Manastır’a tayini çıkmış. Burada Kâzım Karabekir’in yakın çevresinde yer alan Habib Bey, İttihat Terakki örgütlenmesinin tesisinde de önemli rol oynamış. İlerleyen günlerde Kastamonu’daki İttihat Terakki örgütlenmesini de organize etmiş. Bu faal tutumunun mükafatını 1908’de yapılan seçimlerde Bolu mebusu seçilerek alacak ve iki dönem bu görevi yerine getirecektir.
Habib Bey’in talihini değiştiren gelişme, İttihatçıların Levazım-ı Umumiye Reisi Mirliva İsmail Hakkı Paşa ile tanışmasıyla olur. İsmail Hakkı Paşa, Enver Paşa’ya yakınlığıyla tanınan bir isimdir. 2. Meşrutiyet devresinde İttihatçılar, millî burjuvazi yaratma gayretiyle ekonominin kilit noktalarına cemiyetin onayladığı Müslüman şahısları getirme politikası izler. Önceki yıllarda ordunun giyim ve iaşesini temin konuları büyük ölçüde gayrimüslimlerin elindeydi. Bu durumu Haris Spataris’in anılarında da gözlemlemek mümkündür (Fenerli bir Rum olan bulgur spekülatörü Kirios Panayotakis…)
Habib Bey cemiyetle olan bağlantıları sayesinde 1. Dünya Savaşı yıllarında hem partinin nüfuzlu üyelerine tanınan vagon satın alma imtiyazını elde etmiş hem de Anadolu’dan buğday, arpa, bulgur gibi ürünleri toplayarak bunları İstanbul’a ve cephelere ulaştırma hakkını almıştır. Bu sayede büyük paralar kazanmış, “Bulgur kralı Habib Bey” ya da “Bulgur Palas Habib Bey” olarak anılır olmuş.
İttihatçı olmanın avantajları kadar dezavantajları da vardı. Mütareke döneminde Habib Bey, İtilaf Devletleri’nin talebi doğrultusunda tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne hapsedilir. O dönem gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’da, direniş örgütleme yeteneğine sahip İttihatçılar bu şekilde etkisiz hâle getirilmeye çalışılır. Habib Bey daha sonra 1 yıldan biraz daha fazla kalacağı Malta’ya sürgüne gönderilir. Sürgün dönüşünde Habib Bey’e Mustafa Kemal Paşa tarafından Millî Mücadele’ye katılması teklif edilir. Ancak Mehmed Habib Bey, Anadolu’ya geçmek yerine Baltalimanı’ndaki yalısına çekilmeyi tercih eder.
Habib Bey’in Bulgur Palas’ta kullanılan malzemenin bir kısmını dışarıdan getirttiği biliniyor. Kendisi Manastır Askerî Mektebi’nde görev yaptığı sırada inşaat-ı harbiye dersleri aldığı için inşaat malzemelerinden de gayet iyi anlıyordu.
Yapı son derece ilginç bir mimariye sahip olup 3 tam kat ile 1 yarım kattan oluşur. Binanın ana gövdesi, sıvasız kırmızı kiremitten yapılmış ve sadece kulelerin olduğu kısım sıvanmıştır. Tepedeki kubbeli çatının etrafını ise korkuluksuz bir çıkmanın dolaştığını, hayatının bir kısmını bu binada geçiren Emine Erdem’in anılarından öğreniyoruz. Yazar, çatının manzarasını şu ifadelerle dile getirir: “Marmara Denizi’ni Kızkulesi’ne Adalar’a, Anadolu yakasına, bulutsuz havalarda belki Yalova’ya kadar en güzel buradan görebilirdi insan. İstanbul’u tepeden, göz alabildiğine uzaklara dek buradan seyretmek mümkündü. Burada insan kendini gökyüzüne en yakın hisseder, düşlerinde rüzgara kapılıp gidebilirdi”.
Yapının etrafı son derece yüksek duvarlarla çevrilidir. Bulgur Palas’ın çevresi sonradan pek çok yapı ile dolmuş olduğundan, bugün binadan fotoğraf almak oldukça zorlaşmıştır. Bunun için ya Cerrah Mehmed Paşa Camii’nin minaresine ya da çevre evlerin terasına çıkmanız gerekmektedir.
Bazı kaynaklarda Mehmed Habib Bey’in Bulgur Palas’ın inşaına 1912’de, bazı kaynaklarda ise Malta sürgünü dönüşü başladığı bilgisi vardır. Habib Bey 1926’da kalp krizi geçirerek ölür. Henüz yapımı bitmemiş Bulgur Palas da aynı yılın sonlarında ailenin borçlarına mahsuben Osmanlı Bankası’na devredilir. Bulgur Palas ilerleyen yıllarda hem evrak deposu hem kanaryahane ve hem de Osmanlı Bankası çalışanları için konut vazifesi yapmıştır. Bu özellikleri içinde en ilgi çekeni herhalde ikincisi olsa gerektir. Zira binanın alt katında bir oda kanaryalara ayrılmıştı. Yüzlerce kanarya, muhtemelen Osmanlı Bankası’nın şubelerinde beslenmek üzere bu binada yetiştiriliyordu. Bulgur Palas’ın tam ortasında da bir süs havuzu bulunuyordu. Yapı içinde üç daire, çalışanlar ve ailelerinin ikametine tahsis edilmişti. 1955’e gelindiğinde Bulgur Palas’ta bir bekçinin yanısıra, biri Bulgaristan göçmeni diğeri ise Doğu Anadolu’dan gelen iki aile, İtalyan ve Rum kökenli bir karı-koca ikamet etmekteydi. Bulgur Palas, hem Osmanlı Bankası’nın malı olması hem de içinde gayrimüslim bir çifti barındırması nedeniyle ne yazık ki 6-7 Eylül olayları sırasında yağmacıların hedefi olmuş, yüksek duvarları yapıyı nispeten korumuştu.
Kiremit renkli bu yapı bir süre Osmanlı Bankası’nın arşivi olarak da hizmet vermiştir. Sözkonusu arşiv, ülkemizin en önemli kurumsal arşivlerinden biridir. Kaba tasnifi 1994’te tamamlanan arşiv, bankanın 1856’da başlayan tarihinin yanısıra İstanbul merkezli olarak Osmanlı İmparatorluk tarihine de ışık tutar. Ancak arşivin asıl sistemli bir hâle getirilmesi, Voyvoda Caddesi’ndeki genel müdürlük binasına taşınılması ile başlamıştır. Günümüzde banka arşivinden hareketle ülkemizin bankacılık, hukuk, sosyal yaşam alanlarına dair önemli verilere ulaşılabilmektedir.
Bulgur Palas’a bugün Cerrahpaşa semtinde, Cambaziye Camii’nden aşağıya doğru inen sokaktan ulaşılıyor. Bu yolun biraz altında, yapının abidevi giriş kapısı bulunuyor. Ancak hemen belirtelim ki sözkonusu kapı günümüzde kullanılmıyor. Yapının girişi, yaklaşık 70 metre kadar daha aşağıda bulunan yeni bir kapıdan sağlanıyor. Orijinal mimarisi ile varlığını 1 asırdan beri devam ettiren Bulgur Palas, yakın tarihimize ışık tutan yapılardan biri olmaya devam ediyor.